ABD Emperyalizmi ve Din Bezirganlarının kirli çamaşırları
Hüseyin Ali
Amerikan Emperyalizmi dünya halklarına kan kusturmaya devam ediyor. Bunu açıktan, silahla (zor ile) ve ekonomik gücüyle yapıyor. Çok acımasız, insanlık dışı ve hukuksuz bir şekilde… Amerika Emperyalizminin dümen suyunda gitmeyen ülkeler hafiften şiddetliye doğru; Otoriter, Totaliter, Terörist olarak tanımlanır. Oysa gerçek Baş Terörist Bizzat Amerikan Emperyalizmidir.
John Bolton, Trump Delisi’nin üst düzey bürokratlarından birisi. (Trump Delisi sözünü, “deli” olduğundan değil, yapmak istediklerini veya düşüncelerini “usulüne uygun” değil de “kafasına göre” yaptığından kullanıyoruz. Yoksa, Amerikan Emperyalizminin çıkarlarına göre düşünmekte ve davranmakta diğer ABD başkanlarından hiçbir farkı yok. Zaten sistem de farklı davranmasına izin vermez. Ya böyle davranacaktır ya da hukuki yollarla veya Kennedy’ler gibi zor ile tasfiye edilir.) Bolton, 2018-2019 yılarında yaklaşık 1.5 yıl Trump’ın “Ulusal Güvenlik Danışmanlığı” görevinde bulundu. Trump ile arasında çelişkiler doğunca Trump tarafından istifaya zorlandı.
Bolton, istifasından sonra “Olayın Geçtiği Oda: Beyaz Saray Anıları” (The Room Where It Happened: A White House Memoir) adlı bir kitap da yayımladı. Kitabı bu yılın haziran ayında piyasaya sürüldü. Kitabın yayımlanması, ABD Adalet Bakanlığı tarafından; “ulusal güvenliği tehlikeye atabilecek derecede devletin gizli bilgilerini içerdiği”, gerekçesiyle iki kez durduruldu. Hakkında dava açıldı. Ancak mahkeme davayı reddetti ve kitap öyle yayımlanabildi. (https://edition.cnn.com/2020/06/20/politics/read-bolton-book-injunction-ruling/index.html).
Kitap aslında Amerikan Emperyalizminin pisliklerini, bizlerce zaten bilinen gerçekleri kısmen veriyor. Bu bakımdan bir yenilik yok. Ama üst düzey bir ABD bürokratı tarafından yazılınca belge niteliği kazanıyor. Bu bakımdan önemli.
Bolton’a gelince, denenmiş, sınanmış, kendini ABD Emperyalizmine adamış bir bürokrat. Bu düzeydeki birisi tabiî tüm gerçekleri vermeyecektir, vermiyor da… Zaten kitabın 1. bölümünde kendisini tanıtırken, ulusal güvenlik alanında kişisel duruşunu; “Dean Acheson ile John Foster Dulles’ın bir birleşimi”, olarak koyuyor. (John Bolton. The Room Where It Happened: A White House Memoir, Simon and Schuster, New York, s. 10)
Bunlardan Dean Gooderham Acheson, Amerikan Başkanlarından Harry S. Truman zamanında, 1949-1953 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı yapan ve başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist dünyaya karşı “Soğuk Savaş”ın altyapısını oluşturan, bu kapsamda Marshall Planı’nı, Truman Doktrini’ni ve NATO’nun kuruluşunu planlayan, Kore Savaşı için Truman’ı ikna eden, Vietnam’da Fransız Emperyalizminin saldırılarına ABD desteğini sağlayan bir zat.
Dulles da farklı değil… Dwight D. Eisenhower döneminde, 1953-1959 yılları arasında Dışişleri bakanlığı yapan, dönemin CIA Başkanı kardeşi Allen Dulles ile birlikte İran’da ilerici Musaddık rejimini düşürerek/devirerek yerine Şah Rıza Pehlevi’yi oturtan, Guatamela’da 1954’te seçimle gelmiş iktidarı askeri darbeyle düşüren, NATO’nun sosyalizme karşı saldırgan tutumunu körükleyen, Güneydoğu Asya’da NATO benzeri bir organizasyon olan “Güneydoğu Asya Anlaşması Örgütü”nü (Southeast Asia Treaty Organization, SEATO) kuran bir kişi.
İşte Bolton’un pirleri bu iki sıkı gerici antikomünist. Dolayısıyla kendisi de öyle, hatta Trump’ı bile geride bırakacak ölçüde saldırgan bir antikomünist.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ABD çizgisinde olmayan ülkeler Amerikan Emperyalizmi için “tehdit” anlamına geliyor. Örneğin Bolton kendi düşüncesini anlatır ve daha önceki Obama yönetimini eleştirirken, dünyada hangi ülkelerin “tehdit” olduğunu da sayıyor:
“Yeni tehditler ve fırsatlar bize doğru hızla yaklaşıyordu ve sekiz yıllık Obama dönemi onarılacak çok hasar olduğu anlamına geliyordu. Fırtınalı dünyada Amerika’nın ulusal güvenliği hakkında çok düşündüm. Stratejik düzeyde Rusya ve Çin; İran, Kuzey Kore ve diğer serseri nükleer silah heveslileri; kargaşa içindeki Ortadoğu’da (Suriye, Lübnan, Irak ve Yemen), Afganistan ve çevresindeki radikal İslamcı terörizmin sürekli tehdidi; ve Küba, Venezuela, Nikaragua gibi bizim yarı küremizdekiler.” (agy., s. 10)
(Oysa Bolton’un yumuşak bulduğu Obama yönetimi en kanlı ABD yönetimlerinden birisiydi, tüm Ortadoğu ve Arap Dünyasını kana bulamıştı. Buna rağmen kendisine Nobel Barış Ödülü verildi, başka…)
Görüldüğü gibi, Bolton’a göre hangi ülke ki ABD’den bağımsız kalmaya çalışıyor, o ülke Amerikan Emperyalizmi için bir tehdit! Ama bu ülkelerin aynı zamanda bir “fırsat” olduğunu da yazıyor Bolton. Çünkü dünya halklarını “tehdit” diye kandırarak Amerikan Emperyalizminin dünya hegemonyasının sürdürülmesi anlamını taşıyor. Kendi coğrafyasından yüzlerce, binlerce kilometre uzaklıktaki ülkeler “tehdit” olarak gösteriliyor ve emperyalist saldırıya maruz bırakılıyor. Amerikan Emperyalizmi bu hukuksuzluğu doğal bir hakmış gibi görüyor.
Bolton gibi antikomünist kaşarlanmış bürokratın gerçekleri tüm çıplaklığıyla vermesi beklenemez, dedik. Ancak ima yollu da olsa bazı gerçekler açığa vuruluyor kitapta. Örneğin Trump’ın bir basın toplantısında kendisine sorulan bir soruya karşılık, Amerikan Emperyalizminin yaklaşımını vurguladığı bir cevabı var. Venezuela’da Maduro’ya bombalı İHA saldırısından tam bir yıl önce açıkça şöyle diyor:
“Venezuela için pek çok seçeneğimiz var ve bunlar içinde askeri seçenek de var. Venezuela için pek çok seçeneğimiz var. Bizim komşumuz… Tüm dünyada, bizden çok çok uzak yerlerde askerlerimiz var. Venezuela çok uzak değil, insanlar zarar görüyor, ölüyor. Venezuela için pek çok seçenek var, gerekirse askeri seçenek de dahil.” (agy., s. 227)
Bir ABD Başkanı, bir basın toplantısında böylesine fütursuzca bağımsız bir ülkeye askeri saldırı yapabileceğini söylüyor. Uzaktaki ülkelere bile askeri müdahalede bulunuyoruz, şuradaki Venezuela’ya haydi haydi müdahale ederiz, demeye getiriyor. Nitekim bir yıl sonraki bombalı İHA saldırısı olsun, daha sonra 2019 Mayıs ayındaki ABD destekli darbe girişimi olsun ve palazlanamadan bastırılan daha küçük darbe girişimleri olsun, Venezuela’da açık ABD askeri saldırılarına örnektir.
Bolton, bizim din bezirgânlarının da kirli çamaşırlarını bir ölçüde açığa çıkarıyor.
Malum, bu satılıklar, kuyrukları sıkışınca Amerika’ya gidip yalvarırlar ve karşılığında koltuklarını korumak için vatanı pazarlarlar. Kitapta bu gerçeği kanıtlayan pasajlar var.
Örneğin Rahip Brunson olayı. Rahip Andrew Brunson bir CIA ajanı, yaklaşık 20 yıldır Türkiye’de ve 15 Temmuz’da Fetocularla bir şekilde bağları tespit edilmiş. Bu yüzden Türkiye’de yürüyen bir dava vardı, papaz tutukluydu. Din bezirgânları; “Ver papazı, al papazı”, diyorlardı. Ama Trump serbest bırakılsın diye bastırınca din bezirgânlarının nasıl kıvrandığını biliyoruz. Nasıl kıvırdıklarını da… Çünkü Halkbank olayıyla ve pek çok başka pislikleriyle paçayı kaptırmışlardı. Trump önünde nasıl eğilip büküldüklerini ise tahmin edebiliyorduk.
Bolton bu süreci uzun uzun anlatıyor. Ama bölüme koyduğu bir başlık var ki, bu bile durumu ortaya açıkça koyuyor. Bölümün başlığı şöyle:
“Suriye: Arabistanlı Lawrence, Ofisini (Merkezi) Ara” (Syria: Lawrence of Arabia, Call Your Office).
Burada Brunson olayı ile birlikte Suriye ve Ortadoğu’da yaşananlar da ele alınıyor. Ama bu başlık altında hemen girilen konu Rahip Brunson olayı.
Bolton’un dediklerine bakalım:
“Esad’ın Douma’da kimyasal silah saldırısına karşılık (Bunun sunturlu bir yalan olduğunu, Beyaz Miğferler adlı emperyalist ajanı durumundaki “artistlerin” oyunu olduğunu kanıtlarıyla biliyoruz – Hüseyin Ali) bizim nisan ayındaki misillememizden sonra, Türkiye’nin Papaz Andrew Brunson’u hapsetmesi nedeniyle Suriye yeniden gündeme geldi. Brunson apolitik Evangelist bir vaizdi, ailesi ile birlikte yirmi yıldan beri Türkiye’de yaşıyor ve çalışıyordu, Başkan Recep Tayyip Erdoğan’a karşı 2016’da yapılan başarısız darbe girişimi sonrasında tutuklandı. Brunson, bir zamanlar Erdoğan’ın ittifak yaptığı ama şimdi bir terörist ve düşman ilan edilen ve ABD’de yaşamını sürdüren İslamcı eğitici Fethullah Gülen’in takipçileri ile birlikte komplo kurmak suçlamasıyla tutuklanmıştı. Trump’ın Helsinki’den dönüşünden hemen sonra NATO toplantısında Erdoğan Trump ile yaptığı kısa görüşmede (ve daha sonra telefonla da) Trump’ı Brunson’u ve Gülen ile “ilişkisini” araştırmaya davet etti. Erdoğan ayrıca Trump’a sıkça tartışılmakta olan diğer bir önemli konudan söz etti: Devlet bankası olan Halkbank’ın üst düzey yöneticilerinden Mehmet Atilla’nın, bizim İran yaptırımlarımızı çok büyük miktarlarda ihlal ederek yapılan mali yolsuzluk nedeniyle tutuklanması. Devam etmekte olan bu adli soruşturma kendisinin ve ailesinin çıkarları için Halkbank’ı kullandığı yönündeki suçlamalar nedeniyle Erdoğan’ı da tehdit ediyordu ve bu suçlamalar damadının Türkiye Maliye Bakanı oluşundan sonra daha da kolaylaşmıştı. Erdoğan’a göre Halkbank suçlamalarından Gülen ve “Cemaati” sorumluydu, ailesinin büyüyen servetini belirtmek bir yana, bu ona karşı yürütülen komplonun bir parçasıydı. Erdoğan Halkbank davasının düşmesini istiyordu, ne var ki, ABD savcıları pençelerini bankanın hileli işlemlerine derinlemesine daldırmıştı bile. Son olarak, Erdoğan, Ankara’nın hava savunma sistemi Rus S-400’leri satın alması nedeniyle Kongre’nin Türkiye’ye F-35 satışını durduracağından da çekiniyordu. Eğer satın alınırsa, bu satın alma anti-Rusya yaptırımları kapsamında Türkiye’ye karşı zorunlu yaptırımları tetikleyecekti. Erdoğan’ın endişeleneceği çok şey vardı.
“Buna karşılık Trump’ın istedikleri çok azdı: Erdoğan’ın söz verdiği gibi, Brunson Amerika’ya dönmek üzere ne zaman serbest bırakılacaktı?
“Erdoğan sadece Türk yargı sürecinin devam ettiğini, Brunson’un artık hapiste olmadığını, İzmir’de evde tutulduğunu söyledi. Trump bunun yararsız olduğu, çünkü Erdoğan’dan sadece bir din görevlisi olan Brunson’un evine döneceğini duymayı beklediğini söyleyerek cevapladı. Trump, Erdoğan ile olan dostluğunu vurguladı ama Brunson ABD’ye dönmedikçe ABD-Türkiye ilişkilerini onarmanın kendisi için bile mümkün olmadığını belirtti. Trump gerçekten sinirlenmişti. Tillerson (o zamanki ABD Dışişleri Bakanı – Hüseyin Ali) ile kısa bir görüşme ve Gülen hakkında sorgulayıcı cümlelerden sonra (Trump bunu ilk kez duyduğunu belirtti), Trump kuşku dolu bir ifadeyle (ve doğru olmayan bir şekilde) Erdoğan’ın kendisine Brunson’un eve dönemeyeceğini söylediğini aktardı. Trump özellikle bu papazdan dolayı Amerika’daki tüm Hıristiyan topluluğunun üzüldüğünü, hatta azacaklarını vurgulayarak, bu durumun Erdoğan ile kimsenin iş yapmamasına neden olacağını söyledi. Buna karşılık Erdoğan da Türkiye’deki Müslüman topluluğun azacağını söylerken Trump sözünü keserek azsınlar, istediklerini yapmakta özgürler, dedi. Bundan sonra konuşma yokuş aşağı gidecekti, o da olursa.
“Trump sonunda eğer Brunson ABD’ye dönemezse “büyük yaptırımlar” yapılacağını söyleyerek yaptırımdan yana birini buldu. 2 Ağustos’ta Hazine, Türkiye Adalet ve İçişleri Bakanlarına yaptırım (Adalet Bakanı Abdülhamit Gül ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu kastediliyor. Bu kişilerin ABD’deki varlıkları bloke edildi, ABD’ye seyahat yasağı getirildi ve Amerikan kişi ve kurumlarına bu kişilerle iş yapma yasağı getirildi – Hüseyin Ali) uygulamaya başladı…” (agy., s. 168-170)
Özetlersek, Brunson tutuklanmış ve din bezirgânları tarafından pazarlık aracı olarak kullanılıyordu. Bu pazarlıkta, papazın bırakılması karşılığında Tayyip Halkbank davasından yırtmak istiyordu. Kaynağı açıklanamayan servetinin üzerine gidilmesinden de korkuyordu. Ama öte yandan iç politikada kendi Hülooğğ’cularına da “Ver papazı, al papazı” gibi iri laflarla gaz veriyordu. Böylece kendisini çıkmaza sokmuştu. Trump bastırıp tehdit edince, ciddiyeti anladı ama papazı hemen salamadı.
Sonraki süreci Bolton şöyle tanımlıyor:
“(…) Bu arada Türk parasının değeri hızla düşmeye başladı, borsa da kötüye gidiyordu.” (agy., s. 170)
Sonrasında Trump “Tayyip’in ayak sürümesinden bıkarak” çelik ve alüminyumda gümrük tarifelerinin iki katına çıkarılmasını kararlaştırdı (çelikte % 50, alüminyumda % 29), bir yandan da diplomatik görüşmeler sürdürüldü. Hatta Trump’ın damadı Jared Kushner ile Tayyip’in damadı Berat görüştürüldü. Ama kısa sürede sonuç alınamadı. Burada Trump’ın Tayyip hakkındaki değerlendirmesi ilginçtir. Bolton şöyle aktarıyor süreci:
“(…) Ancak, diplomatik çabalar Brunson konusunda bir ilerleme sağlamadı. Trump görüşmelerin devam etmesine izin verdi ama Erdoğan hakkında içgüdüsü doğru çıktı: Sadece ekonomik ve politik baskı Brunson’un serbest bırakılmasını sağlayabilirdi.” (agy., s. 171)
Tayyip’te Brunson konusunda kıpırtı olmayınca, Türkiye Büyükelçisinin “istenmeyen adam” (persona non grata) ilan edilmesi bile düşünülür. Bu belirsizlik içinde Trump iyice azar. Bolton aktarıyor:
“Ancak, birkaç gün sonra Trump yön değiştirerek Türkiye Büyükelçisi üzerinden yürümek yerine yaptırımları artırma kararı verdi. Bana “Türkiye işi sende” dedi, ne yapılacağını söyledi. Birkaç gün sonra “Vur, işi bitir. Anladın” dedi ve telefonla Merkel’e, Erdoğan’ın Brunson konusunda çok rahat olduğunu, birkaç gün içinde ciddi yaptırımlar uygulayacağımızı söyledi. Türkiye’ye büyük mali destek sağlayan Katarlılar da Brunson konusunda yardım etmeye hazırlardı ama başarıya ulaşmadan bu yöndeki girişimlerini bilemeyecektik.” (agy., 172)
Tabiî, dolar aldı başını gitti. Katarlılardan da destek gelmeyince, Tayyip panikledi. Brunson apar topar salıverildi. (Burada Katar’dan akan dolar çeşmesinin de Amerikan Emperyalizminin kontrolünde olduğu açıkça belirtilmiş oluyor.)
Bu anlatılanlar, bizim din bezirgânlarının uşak rolünü ortaya koyuyor. Yaptıkları efelenmeler, dayılanmalar hep ülke içine, iç siyasete dönüktür. Hep Hülooğğ’cuları kandırmak içindir. Papazı, Halkbank belasından yırtmak için pazarlık malzemesi yapmak istediler ama Trump yemedi. Zaten çok iyi tanıdıkları, korkak bir uşaktı onlar için Tayyip. Dolayısıyla yola getirmek kolaydı.
Amerikan Emperyalizminin Tayyip’i çok iyi tanıdığını gösteren pasajlar da var Bolton’un kitabında. Brunson’a bir “uygun” ceza verildiği, böylece “Tayyip’in iç politika amaçları için Brunson’un casusluğu konusunda “haklı” olduğu görünümünün sağlandığı ama sonuçta, Brunson’un ABD’ye döndüğü” belirtiliyor. (agy., s. 173)
Ve gerçekten de kuş salıverilir, hemen ABD’ye uçar!
Kitapta bu bölümde önemli noktalardan birisi de Tayyip’in siyasi duruşunun ne olduğunun bir cümleyle konulması:
“(…) Erdoğan bir radikal İslamcıydı. Türkiye’de Kemal Atatürk’ün laik devletini bir İslam devletine dönüştürmekle meşguldü. Ortadoğu’da Müslüman Kardeşleri ve diğer radikalleri desteklemiş, Hamas ve Hizbullah’a mali destek sağlamıştı.” (agy., s. 171)
Bunlar da bizim hep söyleyegeldiğimiz gerçekler. Din bezirgânı hainlerin, emperyalist uşaklarının uşaklıkta sınır tanımadıklarını, başlıca amaçlarının laik Cumhuriyeti yıkarak bir İslam devleti kurmak olduğunu, bunlarda hiçbir ulusal ruhun olamayacağını, çünkü hem satılık, hem de ümmetçi olduklarını, Cumhuriyeti çökertmek için ellerinden ne geliyorsa yaptıklarını hep söylüyoruz. On sekiz yıldan beri gerek halkımıza karşı, gerekse komşularımıza karşı yaptıkları hainlikler ortada. Burada sayamayacağımız kadar çok.
Ne var ki, bu gerçekleri halkımızın da görmesi gerekiyor. Biz devrimciler bu gerçekleri halkımıza göstermekle yükümlüyüz.
Bu görevimizi yerine getiriyoruz. Din bezirgânlarının suyu ısınıyor.
Koltuktan düştükleri an yargılanacaklar. Bu yüzden koltuğa sımsıkı sarılmışlar.
Yukarıda da gördüğümüz gibi emperyalistler bu satılıkların ruh halini, görevlerini ve kapasitelerini iyi bildiklerinden halkımıza ve çevre halklara karşı tepe tepe kullanıyorlar.
Ama kullanıldıkları ölçüde pislikleri ortaya çıkıyor.
Gidiciler…