Bedreddin: Gurur kaynağımız
Türkiye toprakları pek çok yiğit devrimci yetiştirmiştir. Bunlardan birisi de Bedreddin’dir. Simavna Kadısıoğlu Şey Bedreddin. Kıvılcımlı’nın deyişiyle, “Gerek Türk Devrim tarihinin, gerekse bütün insanlığın Sosyal Devrim tarihinin en ilgi çekici, en büyük kahramanlarından biridir.” (H. Kıvılcımlı, Kadı İsrailoğlu Simavnalı Şeyh Bedreddin)
Bu yazımızda, ölüm tarihi (27 Aralık 1420) yaklaşırken, bu büyük devrimciyi analım istedik.
Bedreddin, bugün Yunanistan topraklarında kalan Simavna adlı kasabada (bugünkü adı Kyprinos, Edirne’ye yakın) 1359’da doğmuş, Aralık 1420’de de idam edilmiştir. Altmış bir yaş, bugün için kısa bir ömür. Bu kısa ömre çok iş sığdıran bir Bedreddin…
Pekiyi neydi amacı Bedreddin’in?
Ulu şairimiz Nazım Hikmet şöyle yazıyor destanında:
Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek
Bu güzel amaca kim ne diyebilir? Eğer herkes insansa, herkes anasının karnından eşit bir insan yavrusu olarak doğuyorsa, kim bu amaca ne diyebilir? Zaten gerçek insan olmak bunu gerekli kılmaz mı?
Mülk özel ellerde biriktirilmesin, zengin yoksul farkı olmasın, çalışan ve sömüren olmasın, ezen ve ezilen olmasın! Bunlar kutsal diyebileceğimiz nitelikte insani değerlerdir.
İşte Bedreddin’in ve çevresinin savunduğu, istediği böyle bir toplumdur: Sosyalizm!
İnsanlık aslında sosyalizmi bin yıllar öncesinde yaşadı. Sonra adına Medeniyet denilen Sınıflı Toplum doğdu. İnsanlığın bu toplu mutluluğu kerte kerte yitip gitti. İnsanlık o güzel, mutlu, eşitlikçi günlerin adını “Altın Çağ” olarak koydu. Altın Çağ’a özlem hiçbir zaman dinmeyecektir.
Ünlü yazar Cervantes, kitabında Don Kişot’u şöyle konuşturur:
“Eskilerin altın çağ dedikleri çağ ne mutlu bir çağmış, ne mutlu yüzyıllarmış. İçinde bulunduğumuz demir çağda bu kadar değerli olan altın, o talihli çağda kolaylıkla bulunabildiği için değil, o çağda yaşayanlar senin ve benim kelimelerini bilmedikleri için. O kutsal çağda her şey ortaktı… O zamanlar, ruhun aşkla ilgili kavramları, tıpkı algılandıkları şekilde, basitçe, safça ifade edilir, daha şatafatlı olsun diye yapmacıklı, dolambaçlı laflar aranmazdı. Gerçeğe ve içtenliğe hile, yalan ve kötülük karışmazdı Adalet kendi amaçlarını güder, şimdi olduğu gibi çıkar ve iltimas amacıyla bulandırılmaya, lekelenmeye, hırpalanmaya cesaret edilemezdi. Gelişigüzel yargı alışkanlığı, henüz yargıçların kafasına yerleşmemişti, çünkü o zamanlar yargılanmaya gerek yoktu, yargılanacak kişi yoktu.” (Cervantes, Don Kişot)
İşte Bedreddin’in çıkışı da insanlığın bu özlemini yansıtır bir bakıma.
Bu Altın Çağ deneyimi, bu topraklardadır, Mezopotamya’dadır, Anadolu’dadır, Ortadoğu’dadır. Ama aynı topraklar insanları kullaştıran Firavun ve Nemrut’ları da yaratmıştır.
Bedreddin’den yaklaşık 100 yıl önce yaşayan ulu ozanımız Yunus Emre de bu çelişkiyi, Altın Çağ sonrasındaki sömürüyü, şu güçlü dizeleriyle vurgular:
Gitti beyler mürveti, binmişler birer atı,
Yediği yoksul eti, içtiği kan olısar
Muhtemelen Anadolu Selçukluları’nın son demlerinde söylemiş olsa gerek ulu ozanımız bu dizeleri. Çünkü Antik Çağ’da Tarihin akışı bunu gerektirir. Antik Çağ’da bir Medeniyet (Devlet) kurulur, yükselir ve düşer. Bu süreç yaklaşık 100-150 yıl alır. Batışın nedeni Derebeyleşmeye bağlı iç çelişkilerin had safhaya gelmesi, dirlik düzenliğin kalmaması, dünya ticaret yollarının tıkanmasıdır.
Bu iç çelişkiler, tıkanma, çıkmaz, huzursuzluk genellikle çevredeki Sınıfsız Barbar toplulukları bir bakıma davet eder. On yıllar süren bir Medeniyet, bir Barbar vuruşuyla yıkılır, yerine yeni bir Medeniyet kurulur.
Selçuklular için de böyle oldu. Selçuklu Medeniyeti gittikçe çökkünleşti, iç çelişkileri arttı, çünkü halk üzerindeki sömürü had safhaya çıktı. Nitekim Anadolu’da 1239-1240 yıllarında süren Türkmenlerin yürüttüğü isyan, Babailer İsyanı, bu eşitsizliği ortaya koymaktadır. Hemen arkasından Selçuklu Ordusu’nun Moğollara Kösedağ Savaşı’nda (1243) yenilmesiyle Selçuklunun çöküşü kaçınılmaz olmuştur.
Selçuklu batar. Yerini Horasan’dan Anadolu’ya gelen Göçebe (Orta Barbar) Türkmenlerin kuracağı Osmanlı Medeniyeti alır.
Osmanlı da başlangıçta eşitlikçidir, adildir. Bu yüzden derebeylik sömürüsü altında ezilen Müslüman ve Hıristiyan köylülerin desteğini kazanır. Hızla büyür. Ama bin yıllardan beri bu topraklara kök salmış olan Derebeylik düzeni giderek etkinliğini yeniden kurar. Halk üzerindeki sömürü gene artar, Yıldırım Bayezid zamanında (1360-1403) had safhaya ulaşır. Bu durum Timur’un saldırısıyla sonuçlanır ve Bayezid Timur’a yenilir (Temmuz 1402). Sonrasında bir dağılma süreci yaşanır ve Bayezid’in oğulları birbirine düşer. Kardeşlerden Çelebi Mehmed, diğerlerini alt ederek tahta kurulur.
Dönemi Nazım Hikmet’ten okuyalım:
Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi,
duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
gümüş ibriklerde şarap,
bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.
Öz kardeşi Musayı ok kirişiyle boğup
yani bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak
Çelebi Sultan Memet tahta çıkmış hünkâr idi.
Çelebi hünkâr idi amma
Âl Osman ülkesinde esen
bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr idi.
Köylünün göz nuru zeamet
alın teri timar idi.
Kırık testiler susuz
su başarında bıyık buran sipahiler var idi.
Yolcu, yollarda topraksız insanın
ve insansız toprağın feryadını duyar idi.
Ve yolların sonu kale kapısında kılıçlar şakırdar
köpüklü atlar kişner iken
çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi
tarumar idi.
Velhasıl hünkâr idi, timar idi, rüzgâr idi,
ahüzar idi.
Eşitsizlik, sömürü ve adaletsizlik büyüktü.
Üstelik bu saf Müslümanlığa da sığmazdı. Müslümanlık da özünde sömürüye karşı bir çıkıştı. Bir Tarihsel Devrimdi. Böylece yeni bir orijinal İslam Medeniyeti kurulmuştu. Bu anlamda ilk Müslümanlığa da İlkel Sosyalizm diyebiliriz.
Saf Müslümanlık ancak Dört Halife döneminde sürebildi denilebilir. Çünkü ünlü Sıffiyn Savaşı (657) ile derebeylik üstün geldi. Müslümanlara kan kusturan Müslümanlık düşmanları, “has Müslümanlar” olarak devleti ele geçirdiler (Emeviler). (Tıpkı bugünlerde yaşadığımız gibi…)
Öte yandan, Türklerin Müslümanlığa girişleri geç ve güç oldu. Müslümanlıkta bir reform diyebileceğimiz Abbasiler döneminde girdi Türkler Müslümanlığa. Ama yanları sıra göçebe toplum gelenek ve göreneklerini de getirdiler ve İslamiyet ile sentezlediler. Böylece devlet otoritesinin sürdüregeldiği resmi Sünni İslam’a karşı nispeten Anadolu’ya has bir İslamiyet doğdu. İşte Anadolu Tarihinde gördüğümüz Yunus Emre’ler, Nesimi’ler, Bedreddin’ler, Kaygusuz’lar, Pir Sultan’lar hep bu Anadolu’ya has İslamiyet’in temsilcileridir. Henüz bozulmamış Osmanlı Gazileri de…
Bedreddin’in bir önemli özelliği de atalarının, babası dahil, Gazi oluşuydu. Gaziler, gözünü budaktan sakınmayan, eşit, kandaş toplum geleneğinden gelen serdengeçti savaşçılardı. Osmanlı’nın kuruluş döneminde adil, eşitlikçi, cesur İslam şövalyelerinin payı büyüktü. Yozlaşmamış Gaziler insanları sömürmek bir yana, sömürüye de izin vermeyen yiğitlerdi. Bu soydan gelen özellik de Bedreddin’in karakterini belirleyen etkenlerden olsa gerek.
Bedreddin zamanının en büyük din ve hukuk (fıkıh) bilgini idi. İşte vaktiyle Bayezid’in oğullarından Musa Çelebi’ye Kazaskerlik yapan Bedreddin böyle bir ortamda çıkış yaptı. Sömürünün kalkması için mücadele etti, halk yığınlarını arkasından sürükledi.
Hem saf Müslümanlığı aradı, hem eşitliği. Cennet de bu dünyadaydı, Cehennem de. Halk için Cehennem olan dünyayı cennete çevirmek mümkündü. Tabiî, sömürüyü kaldırarak… Bu aynı zamanda sömürünün olmadığı Altın Çağ’ı arayıştı.
Yoldaşları Börklüce Mustafa Karaburun’da, Torlak Kemal Aydın’da, Bedreddin ise Deliorman’da kitleleri harekete geçirdiler. Börklüce ve Torlak önce Osmanlı ordularını bozdular. Ama daha sonra derebeyi devletin baskısı ve oyunları sonucunda yiğitçe savaşarak yenildiler. Ulu şairimizden okuyalım:
Sıcaktı.
Bulutlar doluydular.
Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere.
Birden-
– bire
kayalardan dökülür
gökten yağar
yerden biter gibi,
bu toprağın verdiği en son eser gibi
Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına
çıktılar.
Dikişsiz ak libaslı
baş açık
yalnayak ve yalın kılıçtılar.
Mübalâğa cenk olundu.
Aydının Türk köylüleri,
Sakızlı Rum gemiciler,
Yahudi esnafları,
on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın
düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
Bayrakları al, yeşil,
kalkanları kakma, tolgası tunç
saflar
pâre pâre edildi ama,
boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
on binler iki bin kaldı.”
Ne yazık ki, Bedreddin yoldaşları yenildi. Sağ kalanlara işkenceler edildi, katledildiler.
Boynu vurulacak iki bin adam,
Mustafa ve çarmıhı
cellât, kütük ve satır
her şey hazır
her şey tamam.
Kızıl sırma işlemeli bir haşa
altın üzengiler
kır bir at.
Atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk
Amasya padişahı şehzade sultan Murat.
Ve yanında onun
bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Bayezid Paşa!
Satırı çaldı cellât.
Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi,
yeşil bir daldan düşen elmalar gibi
birbiri ardına düştü başlar.
Ve her baş düşerken yere
çarmıhından Mustafa
baktı son defa.
Ve her yere düşen başın
kılı depremedi:
—İriş
Dede Sultanım iriş!
dedi bir,
başka bir söz demedi…
Ya Bedreddin?
O da Deliorman’da isyan bayrağını açmıştı. Kısa sürede halk kitleleri çevresinde toplanmıştı. Şairimiz şöyle anlatıyor:
Bu orman ki Deliormandır gelip durmuşuz
demek Ağaçdenizinde çadır kurmuşuz.
“Malûm niçin geldik,
malûm derdi derunumuz” diye
her daldan her köye bir şahin uçurmuşuz.
Her şahin peşine yüz aslan takıp gelmiş.
Köylü, bey ekinini, çırak çarşıyı yakıp
reaya zinciri bırakıp gelmiş.
Yani Rumelinde bizden ne varsa tekmil
kol kol Ağaçdenizine akıp gelmiş…
Bir kızılca kıyamet!
Karışmış birbirine
at, insan, mızrak, demir, yaprak, deri,
gürgenlerin dalları, meşelerin kökleri.
Ne böyle bir âlem görmüşlüğü vardır,
ne böyle bir uğultu duymuşluğu var
Deliorman deli olalı beri….
Ne var ki, Bedreddin de derebeyi devletin, Bedreddinî görünen, ajanları tarafından, haince derdest edilerek Çelebi Mehmed’e sunulur:
Ben tanırım bu nal seslerini.
Onlar
bir gece
çadırlarımızdan doludizgin uzaklaşırlar.
Nöbetçiyi sırtından bıçaklamışlardır
ve terkilerinde
en değerlimizin
arkadan bağlanmış kolları vardır.
Ben tanırım bu nal seslerini
onları Deliorman da tanır…
Bedreddin, Padişah’ın karşısında dimdiktir. Çünkü haklıdır. Amacı bellidir: Eşitlik, Kardeşlik, Sömürüsüz Bir Dünya!.. Oysa Çelebi Mehmed korkmaktadır. Bedreddin’i yok etmek için işi kılıfına uydurmak ister. İran’dan yeni gelen bir din bilginini bu amaçla kullanır:
Ortada
yere saplı bir kılıç gibi dimdik
bizim ihtiyar.
Karşıda hünkâr.
Bakıştılar.
Hünkâr istedi ki:
bu müşahhas küfrü yere sermeden önce,
son sözü ipe vermeden önce,
biraz da şeriat eylesin ibrazı hüner
âdâb ü erkâniyle halledilsin iş.
Hazır bilmeclis
Mevlâna Hayder derler
mülkü acemden henüz gelmiş
bir ulu danişmend kişi
kınalı sakalını ilhamı ilâhiye eğip,
“Malı haramdır amma bunun
kanı helâldır” deyip
halletti işi…
Dönüldü Bedreddine.
Denildi: “Sen de konuş.”
Denildi: “Ver hesabını ilhadının.”
Bedreddin
baktı kemerlerden dışarı.
Dışarda güneş var.
Yeşermiş avluda bir ağacın dalları
ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar.
Bedreddin gülümsedi.
Aydınlandı içi gözlerinin,
dedi:
— Mademki bu kerre mağlubuz
netsek, neylesek zaid.
Gayrı uzatman sözü.
Mademki fetva bize aid
verin ki basak bağrına mührümüzü…
Evet, bundan 600 yıl önce başlatılan sosyalizm girişimi kanla bastırılır. Bu; gelecek toplumun, sosyalizmin müjdecisi bir girişimdir. Modern Altın Çağ’ın müjdecisidir. Egemenler bu yüzden hep korku içindedirler. Sosyalizm, egemenler için hep bir korkulu rüyadır. Ne yapsalar, ne etseler bu rüya gerçekleşecektir.
Yazımızı bugünlerde yatışmış gibi duran egemenlerin korkularını depreştirecek bir Nazım Hikmet şiiri ile bitirelim:
ALÂMETLER SURESİ
Yedi kat yerin altından uğultular geliyor.
Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır.
Haram sevaboldu, sevap haramdır.
Ak kurt, kara tahtayı daha bir yol kemirir,
çekin ki körükleri
ateşe girdi demir.
Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır.
Duyuldu kim ölüm satılıp kâr edile,
kendi kendilerin reddü inkâr edile
ve duyuldu kabuğuna tık ettiği civcivin.
Duyuldu uykusundan uyandığı
zincirinden başka kaybedecek şeyi olmayan devin.
Yedi kat yerin altından uğultular geliyor.
Medet yoktur, bakma geri.
Kantarma zapteyleyemez oldu beygiri.
Çıkmış üzengiden, ayağı yok mu?
Kan sızar, şâk olmuş, dudağı yok mu?
Gider, böyle gider, dahi gider
bu âteş yolların durağı yok mu?
Bu yol orda biten yoldur.
“Türabolmak ne müşküldür…”
Çekin ki körükleri
ocağa girdi demir.
Bir ateş külçesi düştü buzların ortasına.
Alâmetler belirdi, kıyamet alâmetleridir.
Haberdir, erişmekte kaynayan su galeyan noktasına.