Cerattepe ve Din Bezirganları
Din Bezirganları şimdi de Artvin Cerattepe’de saldırıyor. Halkımız direniyor.
Direnenler mi?
“Yavru geziciler”!
Doğrudur, olay Gezi Direnişi sırasında yaşananlardan çok da farklı değil. Aslında “Yavru Geziciler” daha da tehlikeli, daha da kötü durumdalar. Çünkü, en tepedeki yetkilinin ağzından dökülenlere göre BTÖ (Bölücü Terör Örgütü) ve FETÖ (Fetocu Terör Örgütü) ile hemhal olmuş durumdalar! Böyle diyorlar…
Bu yüzden yürütmenin durdurulmasına yönelik mahkeme kararları dikkate alınmıyor. Bu kararı veren mahkeme üyeleri dağıtılıyor. Şimdi durumun yeni bir Gezi Direnişi’ne varmasını istemediklerinden, mahkeme kararları beklensin, deniyor. Ama Cerattepe’de madeni işletecek şirket orada. Şantiyesi yerli yerinde. Bölge şirketten temizlenmiş değil. Üstelik, şimdiden epeyce ağaç da katletmiş durumda… Bölgeye giriş çıkış ise yasak.
Bu ne anlama geliyor?
Durumu şu anda tırmandırmayıp zaman içinde bildiklerini okumak diyebiliriz. Tıpkı vaktiyle Tekel Direnişi’nde olduğu gibi. Süreç sinsice ilerletiliyor…
Aslında basından söz konusu maden işletme girişimlerinin 1989’dan beri süregeldiğini ve bu girişimlerin Artvinlilerin direnişini kıramadığını görüyoruz. Ayrıca, sadece bakır madeni değil altın madeni işletmesinin de arkasından geleceğini, hatta Artvin’i Artvin olmaktan çıkaracak boyutta büyük ve birbirine bağlı 11 farklı projeye onay verilmiş olduğunu, Artvinli Bakan Faruk Çelik’in bile vaktiyle bu duruma itiraz ettiğini öğreniyoruz.
Bu bakımdan, saldırılan bölge Artvin’in kalbidir, “cennettir”, atalar mirası, hatta dünya mirasıdır. Artvin sakinleri maden işletmesine karşı ne yapsa yeridir.
Neden?
Doğaya saldırı kapitalist üretimin doğasında vardır. Kapitalist üretim, kaçınılmaz olarak doğa tahribatına yol açar.
Koca Marks şöyle diyor:
“Kapitalist üretim, bir yandan nüfusu büyük merkezlerde toplayarak ve kent nüfusunu sürekli artırarak toplumun tarihsel itici gücünü merkezileştirir, öte yandan insan ile toprak arasındaki iletişimi (dolaşımı) bozar, böylece toprağın insan tarafından yiyecek giyecek şeklinde tüketilen bileşenlerinin toprağa geri dönüşünü önler; bu yüzden, toprağın verimliliğini sürdürmesi için gerekli olan şartları ihlal eder.” (K. Marks, Kapital, Cilt 1, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1867-c1/ch15.htm#S10)
Evet, kapitalist üretim temel olarak kâra dayanır. İnsanı da, toprağı (doğayı) da daha fazla kâr için acımasızca sömürür. Sömürü yetmez, aynı zamanda insanı yerinden eder, insan ile doğa arasındaki bağı da koparır. Bu durum doğanın acımasızca tahribatıyla sonuçlanır. Doğanın kendini yenilemesine fırsat bırakılmaz. Kapitalist üretim arttığı ölçüde doğanın tahribatı da artar.
Ayrıca, kapitalist üretim plansız üretimdir. Aşırı üretim ile sonuçlanır. Aşırı üretim hem doğal kaynakların daha çok tüketilmesi anlamına gelir, hem de tüketim sonucu doğanın daha çok kirletilmesine yol açar.
Zaten kapitalist üretimin diğer bir özelliği tüketimin teşvik edilmesidir. Aşırı tüketim de doğa tahribatıyla sonuçlanır. Doğal kaynakların tüketilmesi ve aşırı tüketimin neden olduğu kirlilik gibi…
Emperyalist kapitalizm doğaya karşı daha da acımasızdır. Emperyalizm geri ülkeleri daha bir vahşi sömürür. Ne de olsa, sömürü merkezleri kendi halkından uzaktadır. Bu yüzden kendi anavatanında bir tepki görmez. Ayrıca, emperyalist tekeller büyük üretim yaparlar. Gelişmiş teknolojiyle doğayı vahşice sömürürler. Tüketimi de aynı ölçüde teşvik ederler. Özellikle emperyalist metropoller “tüketim toplumu” durumundadırlar. Aslında durum “bolluk içinde yokluk” şeklinde tanımlanabilir. Emperyalist metropoller dünya nüfusunun % 20’sini oluşturdukları halde, dünya metal tüketiminin % 66’sından, enerji tüketiminin % 75’inden sorumludurlar. Buna karşılık, dünya halklarının çok büyük bir kesimi ise yokluk ve yoksullukla, kıtlıkla karşı karşıyadır. Dünya nüfusunun %80’ini oluşturan yoksul ülkeler, toplam dünya gelirinin ancak % 15’ini kullanabilmektedir.
Emperyalizmin geri ülkeler üzerindeki baskısı da doğa tahribatı açısından önemlidir. Emperyalistler, ekonomik ve politik baskıyla, borçlandırmalarla, ticari eşitsizliklerle geri ülkeleri doğaya karşı acımasızca üretim yapmaları yönünde yönlendirir. Geri, emperyalist uşağı, halk düşmanı politikacılarsa bu emperyalist imha siyasetine çanak tutarlar.
Silahlanma ve emperyalist savaşlar, doğa tahribatının diğer önemli bir nedenidir. Nükleer silahlar, kimyasal ve biyolojik silahların yaptığı veya yapacağı doğa tahribatı on yıllarca onarılamaz. ABD Emperyalizminin Hiroşima ve Nagazaki kitle katliamlarında (1945) kullandığı nükleer silahların izleri bugün hâlâ hissedilmektedir.
Bugün yaşadığımız hava ve su kirliliği, ozon tabakasının incelmesi ve karbondioksit artışı, küresel ısınma ve iklim değişiklikleri, erozyon, çölleşme ve tarımsal alanların kaybolması, ormanların kaybı, biyolojik çeşitliliğin azalması, canlı türlerinin yok olması gibi olaylar hep kapitalist üretimin sonucudur. Dolayısıyla günümüzde doğa tahribatının başlıca sorumlusu emperyalist kapitalizmdir.
Ülkemiz için önemli bir nokta ise Ortaçağcı Din Bezirgânlarıdır. Ortaçağcı Din Bezirgânlarının en temel özelliği vurgunculuktur. Finans-Kapital, en azından kendi halkının gözü önünde nispeten utangaçça doğayı sömürür. Ama geri ülkelerde kapitalizm öncesinin asalak Tefeci-Bezirgan Sınıfı ile el ele vererek doğayı en acımasız şekilde talan eder. Vurguncu din bezirgânları tüm açgözlülükleriyle bu talana aracılık ederler. İnsanmış, doğaymış, canlıymış, hiç umurlarında olmaz. Din bezirgânları, halkları da din ile uyutarak doğaya karşı daha da duyarsız hale getirirler.
Çözüm Sosyalizmdedir
Ekim Devrimi sonrasında yapılan ilk işlerden birisi, toprağın, ormanların, su kaynaklarının vb. ortak doğal zenginliklerin kamulaştırılması ve korumaya alınması olmuştur. Tüm doğal zenginliklerin kamulaştırılması, doğanın korunması anlamına gelir. Doğal zenginlikler toplum yararına, akılcı bir şekilde kullanılacaktır. Sosyalist bir devlet programı bunu gerektirir. Ancak, gerek iç savaş, gerek Alman, Fransız, İngiliz ve Japon Emperyalistlerinin saldırıları, gerek ekonomik abluka ve baskılar, Sovyetler Birliği’nde üretimi artırmayı başlıca hedef haline getirmiştir. Özellikle 1930’lardan başlayarak üretim ön plandadır artık. Bunun üzerine İkinci Emperyalist Savaş’ın yükü de biner. Ve sosyalist devlet çevreye özen göstermekten uzaklaşır. Ancak gene de planlı ekonomi gereği aşırı üretim olmadığından ve aşırı tüketim teşvik edilmediğinden, kapitalist dünyaya göre çevre dolaylı olarak nispeten korunur.
Sonuç olarak, insan doğanın bir parçasıdır, doğadan ayrı düşünülemez. İnsan ile doğa arasında kapitalizm tarafından koparılan bağın yeniden güçlendirilmesi gerekir. Kapitalizmin kopardığı bu bağı ancak sosyalizm yeniden kurabilir.
Hem insanın sömürülmesi, hem doğanın talanı sosyalizm ile son bulacaktır. Dünyamızın korunması sosyalizm ile mümkündür. Tekellerin saf dışı edilmesi, emperyalist kapitalist sömürünün son bulması, dünya halklarının bağımsız davranabilmesine yol açacak, doğaya ve insana sevgi kültürünün gelişmesini sağlayacaktır.
Emperyalist imha siyasetinin ayrılmaz bir parçası da, özellikle geri ülkelerde Din Bezirgânlarının teşvik edilmesidir. Türkiye’de de durum böyledir. Ülkemizde Din Bezirgânları maalesef, yüzyıllardan beri halkımızda içgüdü gibi yer etmiş olan doğa sevgisine, doğayı can olarak gören bakışa da zarar veriyorlar. Din bezirgânlarının yürekleri taşlaşmıştır çünkü. Kendi deyişleriyle söyleyelim, “kalpleri mühürlüdür”. İnsan, havyan, bitki, umurlarında değildir. Sadece ceplerini düşünürler. Bu yüzden doğaya karşı acımasızdırlar. Ama aynı zamanda iyi artisttirler. Değme oyunculara taş çıkartırlar. Gözyaşlarıyla, Allah Kitap ile halkımızı bir güzel kandırırlar.
Ülkemizde doğanın kurtuluşu için yakın hedef, halkımızın bu cukkacı Din Bezirgânlarından kurtarılması olmalıdır. İşin özü, insanımızın kurtuluşu ve doğanın kurtuluşu birbirinden ayrı değildir.
Yazımızı Engels’in “Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm” adlı eserinden bir alıntıyla tamamlıyoruz:
“Doğanın parçalara ayrılarak analizi, farklı doğal süreçlerin ve nesnelerin belirli sınıflar halinde gruplandırılması, organize yapıların iç anatomisinin çeşitli şekilleriyle incelenmesi – bütün bunlar son 400 yıldan beri yapıla gelen ve bizim Doğa hakkındaki bilgimiz bakımından dev adımlar atmamızı sağlayan temel şartlardır. Ancak, bu çalışma yöntemi bize doğal nesneleri ve süreçleri izole halde, büyük bütünden bağımsız olarak; hareket halinde değil de durağanken; kısıtlamalarla, gerçek değişkenlikleriyle değil; canlı değil, ölü halleriyle inceleme alışkanlığını miras bıraktı.” (F. Engels, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm)
Bizlere düşen, insan ve doğa bütününü, hareket içinde hiç gözden kaçırmamaktır.