“Denizler’in de, tüm Devrim Şehitlerinin de mücadelesini biz zafere ulaştıracağız!”
HKP İstanbul İl Örgütü, katledilişlerinin 47’inci Yıldönümünde Üç Fidan’ı; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı Anma Etkinliği düzenlemişti. 5 Mayıs 2019 tarihinde gerçekleştirilen Anma Etkinliğinde HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut da bir konuşma gerçekleştirdi. Yapılan konuşmayı aynen yayımlıyoruz
Bize pek söz bırakmadı genç arkadaşlarımız. Siz olsun, Kıvılcım Yoldaş olsun söylenmesi gerekenleri eksiksiz bir şekilde söylediniz. Sağ olun.
Deniz Yoldaş’la aynı kampusun öğrencileriydik. Deniz, Merkez Bina’daydı, Hukuk’taydı, biz Edebiyat’taydık. Turan Emeksiz Lokantası’nda öğlen yemeklerini birlikte yerdik. Her gidiş gelişimizde görüşürdük.
Hukuk’un bahçesinde genişçe bir havuz var. Aşağı yukarı bu salonumuzun yarısı kadar bir havuz, dikdörtgen. Orada otururdu, arkadaşlar, Deniz ve devrimci yoldaşları. Sohbet ederlerdi, şakalaşırlardı. Hatta güreşirlerdi.
Biz her yemeğe gidişimizde Denizler’i orada görürdük. O zaman fiş alınırdı, arkadaşlar. 1 liraydı yemek. O fişlerle sıraya girilir, dağıtım tezgâhına varıldığı zaman oradaki görevliye fiş uzatılır herkes tabldotunu alır, geçer masalarda yemeğini yerdi. Deniz de yoldaşlarıyla birlikte sıraya girerdi bizim gibi.
Devrimci konuşmalar, tartışmalar olurdu. Tabiî biz, fakültelerimiz ayrı olduğu için, Merkez Binanın öğrencileri kadar samimi değildik Deniz’le. Biraz da yetişme tarzımız, kişiliğimiz farklıydı. Yani Deniz daha sıcak davranırdı, bir açıdan. Şakalaşırdı, el şakası yapardı. Takılırdı arkadaşlarına, güreşirdi, lakaplar takardı. Bizse yetişme tarzımızdan kaynaklı bunların hiç birini yapmazdık. Yadırgardık yani. Ömrümüzün hiçbir döneminde el şakası yapmadık hiç kimseye karşı, bize yapılmasına da izin vermedik. Devrimci arkadaşlarla da ciddi ve ağırbaşlı bir şekilde konuşur, tartışırdık. Yani o bakımdan Deniz’le çok kaynaşabilecekken kaynaşmadık. Tabiî Deniz’in ve bizim tamamen yetişme tarzımızdan ve farklı bölgelerin, geleneklerin insanı olmamızdan kaynaklanırdı bu davranış farklılığımız. Ama birbirimizi gönülden severdik. Tüm devrimci yoldaşlar birbirini gönülden severdi. Yemek sonrası, bazen, Beyazıt Sahaflar Çarşısı’nın girişinde Çınaraltı Kahvesi vardı, şimdi de duruyor mu? Herhalde yok.
Pınar Akbina Yoldaş: Yok kalmadı.
Nurullah Ankut Yoldaş: Kalmadı evet. Ortasından bir çınar çıkar. Çınarın etrafında oluşan, tahtadan düzgünce yapılmış bir mekandı… Çok da büyük değildi işte bu salon kadar yoktu sanırım değil mi Pınar?
Pınar Akbina Yoldaş: Öyle. Ben de denk geldim ona da. Ağaç, çınar duruyor. Ama kahve kalkmış.
Nurullah Ankut Yoldaş: Zaman zaman o taraf doğru gider, otururduk. Sohbet ederdik. İktisat’tan ortak arkadaşımız vardı, Deniz’le çok samimilerdi. Ahmet Özdemir. Usta’mızı benimserdi Ahmet, ama nedense tam derinliğine kavrayamamıştı. Beraber gidip oturmuşluğumuz vardır yani Çınaraltı’nda. Deniz’in kız arkadaşı vardı. Esmer, dalgalı saçlı, iri bir kızcağızdı. O gelir otururdu. Onunla konuşurdu Deniz. Ya da buluşurlardı orada.
Ahmet, 12 Mart’a yakın hareketimizden koptu. Bin Kalıplı namussuz herif, aklını çelmiş Ahmet Özdemir’in. Son derece içtenlikli bir arkadaştı. O zaman “PDA’cı” derdik Bin Kalıplılar’ın tayfasına. PDA’cı oldu. Yani bunlar; “Proleter Devrimci Aydınlık” Dergisi’ni çıkarıyorlardı. Usta’mız, “Ak Aydınlık” diye eleştirir ya o dergiyi. Mahirciler de Mihri Belli saflarındaydı ilkin. “Al Aydınlık”, yani “Aydınlık Sosyalist” Dergi (alt başlığı Sosyalist Dergi) adıyla bir dergi çıkarıyordu Mihri Belli liderliğindeki bu grup. Kırmızı kapaklıydı bu dergi. O bakımdan Usta’mız ona, Al Aydınlık, der “Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama” adlı eleştiri kitabında.
Mahirler daha sonra, hatırlanacağı gibi, “Aydınlık Sosyalist Dergi’ye Açık Mektup” adlı bir broşür çıkararak Mihri Belli’den koptular, ayrıldılar.
Ahmet’le konuştuk. Usta’mız yoğun bir şekilde o zaman, Bin Kalıplı’yı eleştirdi biliyorsunuz. O PDA eleştirilerini Usta’mızın, yayımladık; “Hikmet Kıvılcımlı’nın PDA Eleştirileri”, adı altında. “CIA Sosyalisti” olarak onu mahkûm etmekle sonuçlanan eleştiriler.
İşte bugün de görüyorsunuz; CIA Sosyalizmi’ne devam ediyor. Amerikan devşirmesi, Amerikan yapımı Tayyipgiller iktidarının kendi iktidarlarını sürdürmek için Rusya ve Amerika arasındaki salıncak siyaseti uygulamasını Antiemperyalizm olarak niteliyor. Yazayım diyorum da artık yazmak da içimden gelmiyor. Sadece mide bulantısı yaratıyor bunlar bende. O bakımdan bundan sonra bir şey yazamayacağım herhalde. Çok iğreniyorum.
Bunun yetiştirmesi, çömezi Soner Yalçın var Odatv’de. Yani bazı insanlardan o kadar iğrenirim ki, artık ömür boyu o insanlarla işim olmaz, görüşmem, konuşmam olmaz… Çok toleranslı yani sevgi dolu bir yüreğe sahip olsak da öyle insanlarla ömür boyu bir daha tokalaşmam, bir araya gelmekten de hoşlanmam. Yani iradi olarak görüşmem asla. O kategoriye girdi o da. Şu anda Bin Kalıplı’nın amigoluğunu yapan İlker Yücel de. Hâlbuki buraya gelip oturmuştu, nasihat etmiştik ona. Gittiği yolun yanlışlığını anlatmıştık. Bizim Fahri Yoldaş’ın akrabası. Necmi Kaymakçı adlı bir devrimci arkadaşımız var Sarıyer’de eczacı. O getirmişti. Yani o da artık görüşmeyeceğim insanlar kategorisinde. Uzatmayalım…
Ahmet’le konuştuk, baktık kafasının hiç bir şey alacağı yok. “Hadi bakalım sen de ihanet yoluna saptın Ahmet, yazık ettin kendine” dedik, bıraktık. Ondan sonra Ahmet’le görüşmemiz de 12 Mart’ın hemen arifesinde oldu. Son görüşmemiz… Turan Emeksiz’den çıkmıştım, o da gidiyordu. “Nurullah ya paran var mı?” dedi. “Yemek param yok da” dedi. O zaman 27 Mayıs’ın çıkardığı 2 buçuk liralar vardı demir. 27 Mayıs Politik Devrimi’nden sonra piyasaya çıkanlar. Bütün param oydu cebimdeki. “Al Ahmet” dedim. 2 liraya çıkmıştı o zamanlar Turan Emeksiz’de yemek tabldotu. Son görüşmemiz de o oldu. Ondan sonra Filistin’e gitmişler. İşte karanlık bir baskınla (İsrail baskını) bunları, 8 genci öldürdü, katletti. İşte Cengiz Çandar da aynı eve gidecekmiş ama o o gece gitmiyor. Cengiz Çandar da o tayfadandı. Yani o anda o da Filistin’de, aynı bölgedeler. Ve aynı evde yatmaları planlanmış. Ama o gitmiyor. Giden 8 genci Siyonist İsrail askerleri katletti. Ahmet’le de ilişkimiz bu yani.
Deniz’le Ahmet vasıtasıyla yakın, daha yakın bir ilişki kurmuştuk. Şahsen konuşur, tanışır bir ilişki kurmuştuk.
İsmet Demir Ağabey’le birlikte Kâğıthane’de devam eden belediye işçilerinin Grev ve Direnişine sahip çıktık. O işçileri örgütleyerek Beyazıt’tan Taksim’e kadar bir protesto yürüyüşü yaptık, Kâğıthane Belediye Başkanı, emekli asker olan şahsın işçi düşmanı tutumunu protesto etmek amacıyla.
İşçiler o zamanlar, Hür Genel-İş diye, yerel bir sendikada örgütlenmişler. Hür Genel-İş küçük bir sendika. Devrimci bir anlayışı yok ama sarı da değil. Kendine göre sendikacılık yapmak istiyor kanunlar çerçevesinde, kurucu başkanı. İsmet Ağabey’in haberi olmuş. “Haydi çocuklar” dedi, “Kâğıthane Belediye İşçilerini ziyaret edelim, destek verelim.” Gittik beraber.
Orada işçiler hani direnişlerde olur ya böyle, kahve sahipleri de ticari amaç ağır basmak üzere açarlar direnişçi işçilere mekânlarını. Çünkü devamlı çay kahve içilir. Hem işçiler içer, hem işçileri destek ziyaretine gelenler içer. İşte tost yapılır, işçiler orada sabahtan akşama kadar otururlar yani, tost satılır, simit, sandviç satılır vb. Yani işçilerin merkez olarak kullandıkları bir kahve vardı. Orada oturduk, görüştük. Çıktık, konuşma yaptık. Belediyenin önüne gittik, konuşma yaptık. İsmet Ağabey konuştu. Anlattı işçilerin haklarını, çıkarlarını ve ne kadar meşru bir mücadele yürüttüklerini.
Sonra ben konuştum öğrenciler adına. O zaman biz, “Devrimci İşçi Köylü Öğrenci Birliği (DİKÖB)”ü kurmuştuk Edebiyat Fakülteli Devrimciler olarak. Denizler de daha sonra “DÖB” adlı bir örgüt kurdular. “Devrimci Öğrenci Birliği”, DÖB. Fakat bu Grev ve Direniş sırasında henüz o örgüt yoktu. Denizler FKF’de (Fikir Kulüpleri Federasyonu’nda) örgütlülerdi. Yani biz, İşçi ve Köylünün de Gençlikle kaynaşmasını öngördüğümüz için, “İşçi Köylü Öğrenci Birliği (DİKÖB)” adıyla kurmuştuk. Tüzüğümüzü de, Usta’mızı benimseyen anayasa hukukçusu Profesör İsmet Sungurbey hazırladı. Biliyorsunuz hayvanseverliğiyle de ünlü bir Hoca’mız.
Pınar Akbina Yoldaş: İPSD’nin de kurucularından…
Nurullah Ankut Yoldaş: İPSD’nin kurucularından ve Latife Fegan’dan sonra Genel Başkan oldu aynı zamanda da.
O zaman işte bazı, ne diyelim, içtenliksiz gençler suiistimal de ediyorlardı Hoca’mızı. “Hoca’m eylemlerden ders çalışmaya vakit bulamıyoruz” filan diye gidiyorlardı. İsmet Hoca’mız onlara geçer notlarını veriyordu. Yani gençler devrimciliklerini yapsınlar da derslerinden de geçmiş olsunlar diye. Hâlbuki onları biz tespit ediyorduk. Biliyorduk ki hep eylem kaçağıydı onlar. Gerçek eylemci devrimcilerin hiçbiri böyle bir suiistimale girmiyordu. Devrimciliği lafta var ama eylemde olmayan kişilerdi onlar. Yani devrimcilikleri gibi Hoca’mıza yaklaşmaları da içtenlikli değildi. Öylesine sevecen, öğrenci dostu, kaliteli, değerli bir insandı, İsmet Hoca’mız.
Tüzüğümüzü İsmet Hoca hazırlamıştı yani İsmet Sungurbey yazmıştı, ona yazdırmıştık.
İşçiler çok heyecanlandılar benim konuşmamdan, etkilendiler.
İsmet Ağabeyi de tanımıyorlar tabiî. Nasıl ünlü, deneyimli, mücadeleci bir sendikacı, bilmiyorlar.
İsmet Ağabey konuşma biter bitmez, “Nurullah” dedi; “Boynuz kulağı geçmiş. Sen benden çok daha etkili konuştun vallaha. Helal olsun”, dedi. “Ağabey sizden öğrendiklerimiz çerçevesinde. Sadece işte heyecanlandık, ben heyecanlanırım böyle eylemler karşısında, heyecan dozumuz farklıydı belki biraz” dedim. “Yok, yok… İyiydin, iyiydin” dedi İsmet Ağabey.
Ondan sonra işçiler hep bizim etrafımızda toplandılar. Biz de Edebiyat’taki öğrencilerle sahip çıktık eyleme. Artık bizden medet ummaya başladılar. Kurtarıcı gözüyle bakmaya başladılar bize. İsmet Ağabey’le birlikte gidiyorduk zaman zaman.
Bir bildiri kaleme aldık. Bildiri dağıtalım işçilere ve Kâğıthane halkına, dedik. İki kişi görev aldı bildiri yazmak için. Biri Necati Doğru, Sözcü yazarı şimdinin, biliyorsunuz. Bir de ben görev aldım. İkimiz de birer bildiri yazdık. Arkadaşlar benim yazdığım bildiriyi tercih ettiler. Bu daha etkili olmuş, daha hoş olmuş, diye. Benim yazdığım bildiriyi bastırdık.
O zamanlar İstanbul Teknik Üniversitesinde Harun Karadeniz Öğrenci Birliği Başkanı. Birliğin tabiî imkânları daha fazla. Bizim öyle bir imkânımız olmadı o yıllarda İstanbul Üniversitesinde. Mesela yurdumuz yoktu İstanbul Üniversitesinde. Ama orada, üniversitenin Gümüşsuyu Kampusunda yurt var biliyorsunuz. O fakültelerin üst katı yurt zaten.
İlk şehidimizi de, Vedat Demircioğlu’nu da o yurtta verdik biliyorsunuz, o yıllarda.
Polis geldi bastı. Yurdun üst katlarından aşağı atarak katletti. Konyalı, Hadimliydi. O zamanlar, ABA liderliğindeki Türkiye İşçi Partisi’ni benimsiyordu Vedat. Hemşehrimizdi.
Harun’la görüştük. Dedik; böyle böyle, bildiri basacağız. Tamam, dedi. Arkadaşlar her türlü yardımı yapsınlar, dedi.
Bizden hiçbir gider talep etmeyerek, istediğimiz sayıda bildiriyi teksir makinasıyla basıyoruz. Tabiî o zamanlar şimdiki gibi matbaada bastırma imkânımız yok. Hemen teksirle bildirileri bastık, dağıttık.
Hatta Harun’la da gittik dağıtmaya, Harun Karadeniz’le birlikte…
Taksim’den, dolmuşa bindik mi kısa sürede Kâğıthane’ye ulaşılır, biliyorsunuz. Dolmuşlarla gitmiştik. Bildiriyi dağıttık, oturuyoruz. İşçiler hep çevremizde tabiî. Yani kurtarıcı gözüyle görüyor artık işçiler bir yerden sonra. Ve onun sorumluluğunu üzerinize aldığınız zaman, gece bile rahat uyuyamıyorsunuz evde artık. Durmadan çözüm üretmeye çalışıyorsunuz düşüncelerinizle. Ertesi gün ne yaparız, nasıl planlarız, mücadeleyi nasıl sürdürürüz?
Belediye Başkanı da bir emekli albay. Faşist ruhlu biri. İşçileri insan saymıyor. Hele kendine karşı Grev ve Direnişte bulundukları için çok aşağılıyor. Hakaretler yağdırıyor işçilere.
Hatta bir kez çağırmış işçileri belediyenin önüne, gelin görüşelim, anlaşalım diye. Bir işçi, haklı talebini öne sürmüş; ücretlerimiz çok az, geçinemiyoruz. Sendikada örgütlendik biz. Bir toplusözleşme yapalım Başkanım da, biraz ücretlerimize artış gelsin, demiş.
Sen ne iş yapıyorsun, hangi birimde çalışıyorsun? diye sormuş Belediye Başkanı.
İşçi, “Köpek zehirleme birimindenim.”, demiş.
O zamanlar, arkadaşlar, ne yazık ki böyle bir anlayış vardı: belediyelerde köpek zehirleme birimleri olurdu yani. İçler acısı… Zehirli etler atarlardı mahallelerde, sokaklarda köpeklere. Köpekler çırpına çırpına, köpük kusa kusa can verirdi.
Köpek zehirleme birimindenim, deyince; asıl zehirlenecek itler sizlersiniz, demiş işçilere. Bu gözle bakan biri işçilere.
Kâğıthane Karakol Komutanı var, Üsteğmen mi, Yüzbaşı mı rütbesi… O zaman karakol bölgesi, jandarma bölgesi Kâğıthane.
Kahvede otururken o geldi. Dedi ki, “albay sizi çağırıyor. Görüşmek istiyor.” “Ne görüşecekmiş?..” dedim ben. “Anlaşma mı yapacağız? İşçilerin taleplerini kabul mü edecek?” dedim. “Yoo, öyle bir şey söylemedi. Sadece gelsin bir görüşelim, dedi.” “Ben işçilerle birlikte giderim”, dedim. “Yoo… İşçilerle birlikte değil, sadece sen gideceksin”, dedi. “Yok dedim, gitmiyorum.” “O zaman ne diyeyim ben albaya?”, diye sordu Jandarma Komutanı. “De ki; o genç ne zaman geleceğini bilir. O zaman gelir, görüşürsünüz de, dedim.” Gitti.
O zaman 27 Mayıs’ın etkisi var tabiî. Öyle jandarma, polis falan doğrudan saldıramaz. Üniversiteye giremez. Rektör izin vermedikçe, rektör çağırmadıkça gelip giremez. Orada da jandarma komutanı hiçbir şey diyemedi ve Direnişçi İşçilere hiçbir müdahalede bulunamadı.
O arada zabıtalar, işçileri taciz etmeye başlamışlar. Arkalarında jandarma da var. Hemen oradan ben telefona sarılıp, FKF’yi aradım. Dedim ki, “böyle böyle arkadaşlar. İşçiler burada saldırıya uğradı. Acele güç takviyesi gerek buraya”.
Yarım saat geçmedi, Denizler 4-5 arabayla, taksiyle hemen intikal ettiler bölgeye. O anda etrafında olan devrimcileri toplamış Deniz. Anında geldiler. Oturduk, sohbet ettik, bildiriyi okuduk birlikte. 2-3 saat, belki 3 saat oturduk. Eylemlerimizi anlattık. Deniz gençlik eylemlerini anlattı. Amacımızın bir olduğunu, başta İşçi Sınıfı gelmek üzere kurtuluşumuzun aynı olduğunu, birlikte olacağını… Ben konuşma yaptım işçilere. Böyle ortak bir eylemimiz de oldu Deniz’le.
Bu Grev ve Direniş sonrasında, Hür Genel-İş Sendikası Başkanı, İPSD’nin Klodfarer Caddesi’ndeki yerine geldi. “Nurullah, sendikaya gidelim, seninle bir mesele görüşmek istiyorum.”, dedi. Sendikanın yeri de zaten çok yakınındaydı İPSD’nin, Çemberlitaş’taydı.
Kalktım, gittik. Önce kendi geçmişini anlattı, mücadelesini anlattı, sosyal olaylara, konulara duyarlılığını anlattı, kendi çapında samimi bir mücadele vermeye çalıştığını anlattı, ömrü boyunca.
Geçmiş mücadelelerine ilişkin örnekler verdi, bazı bildiriler, yazışmalar, gazete küpürleri gösterdi, bu işleri yaptık, diye. Bende iyi niyetli bir insan olduğu kanaati oluştu.
Sonrasında da konuya girdi:
“Nurullah, dedi, seni bu Grev ve Direniş sürecinde izledim. Çok mücadeleci ve yetenekli bir arkadaşsın. Ben yalnızım, gördüğün gibi. Seninle birlikte çalışıp mücadele etmek isterim. Başarılı olacağımıza da inanıyorum. Büyük örgütlenmeler yapabiliriz, büyük Grevler, Direnişler organize edebiliriz. Sendikada çalışman senin okuluna engel teşkil etmez. Okuluna devam et, okul dışı zamanını da sendikal mücadeleye ayır.
“Açık konuşayım; biliyorsun sendikamız şu anda imkânları kısıtlı bir sendika. Bu bakımdan sana şu an 200 lira bir aylık verebilirim. Ama sendika büyüdükçe, gelirimizle birlikte maaşlarımız da artar.”, diye bir teklifte bulundu.
Ben şu yanıtı verdim:
“Ağabey, biliyorsun, ben tek başıma bir insan değilim. Ben örgütlü bir devrimciyim, bir hareketin insanıyım. Ağabeylerime, önderlerime bu meseleyi açıp onların fikirlerini, onaylarını almam gerekir. Ben de aslında İşçi Sınıfı içinde mücadele etmeyi benimserim, severim.”
“Tamam, Nurullah, elbette değerlendireceksin, danışacaksın arkadaşlarına. Ben senin kararını bekleyeceğim.” dedi.
Ayrıldık, gelip Orhan Müstecaplı Ağabey’e meseleyi açtım. Orhan Ağabey şiddetle karşı çıktı. Kendi üslubunca verdi veriştirdi sendikacılara. Biz de “Tamam Ağabey.” dedik. “Mesele buysa, tamam, çalışmayız deriz, olur biter…”
Sonraki günlerde gidip söyledim Hür Genel-İş Başkanı’na. “Ağabey izin çıkmadı maalesef, çalışamayacağız.”
“Üzüldüm, Nurullah. Keşke çalışabilseydik. Büyük örgütlenmeler yapabileceğimize inanıyordum.” şeklide karşıladı cevabımı. O mevzu da böylece noktalanmış oldu.
O Grev ve Direniştan bir süre sonra Deniz, bir anda görünmez oldu ortalıkta. Tabiî cezaevine girip çıkması da oldu.
Bir eylemimiz de Deniz’le, İstanbul Üniversitesi Merkez Kampusunun kurtarılmasında oldu. O zamana kadar Faşistler, Ortaçağcı dinciler gelip gidiyordu okula aynı zamanda. Bir ağır basan güç dengesi, kesin bir güç dengesi oluşamamıştı. Biz devrimciler çoğunluktaydık ama onlar da geliyorlardı. Mesela onlar da silahlı bıçaklı gelip gidiyorlardı. Grup halinde derslere giriyorlar, çıkıyorlardı.
İşte o ünlü bir kavga günüydü. Sanırım Mart’ın 15’i olacak aklımda kaldığına göre.
Hangi yılın?
69’un 15 Mart’ı, olacak aklımda kaldığına göre.
Tüm devrimci güçler; bizim Edebiyattan, Merkezden ne kadar varsa toplandık. Biz Devrimciler erkenden giderek binanın içinde mevzilendik, 27 Mayıs Gençlik Anıtı’nın hemen arkasındaki ana kapının içinde. Beklemeye başladık, grup halinde gelecek olan gericileri. Geldiler bir süre sonra. İşte kavga o zaman başladı. Sokmadık içeriye. Onlar girmeye çalıştılar. Taşlar, sopalar, molotoflarla püskürttük onları geriye. İşte o arada Deniz belinden tabancayı çıkardı, birkaç el ateş etti. Birini boynundan vurmuş. Ama tam öldürücü bölgeden değil, dış kısmından geçmiş kurşun. Yani bir anlamda deriyi yarıp geçmiş. Onu ambulansla götürdüler. Biz molotoflarla saldırdık. Binanın damına da çıkıldı, oradan da molotoflarla saldırıldı. Ve püskürttük kapıya doğru. Artık sopalarla, molotoflarla beraber, üniversitenin dışına kadar kovaladık attık hepsini. Ama saatlerce sürdü. 3-4 saat sürdü kavga. Attık dışarı.
O tarihten sonra da artık bir daha fakülteye giremez oldular Faşistler ve Ortaçağcı gericiler. O zaman birlikte eylem yapıyorlardı. Merkez binaya gelip gidemez oldular…
Hatta, daha sonra, biri Hukuku bitirmeye gelmiş. Son sınıftaymış herhalde, sınavlara girip bitirmek istemiş. Hemen tanımışlar. Tebdili kıyafetle gelmiş, devrimciler tanımışlar, hemen yakalamışlar. Üzerinde tabanca varmış.
Demiş ki; “ya tabancayı vereyim size ama sınavıma gireyim. Ne olur, elinizi ayağınızı öpeyim”, diye yalvarmış. Yalvarınca; “Bir daha gelmem, bir daha karşınıza da çıkmam. Bir daha devrimcilere karşı da hiçbir eylemim olmayacak.”, şeklinde diz çöküp teslim olunca devrimciler karşısında; o arkadaşlar da acımışlar buna.
Diz çökmüş teslim olmuş yani. “İyi ulan, haydi gir de defol git. Bir daha görmeyelim burada”, demiş, arkadaşlar. Silahı vermiş, sınava girmiş ondan sonra…
En son biz kurtardık Edebiyat Fakültesini bunların işgal ve tahakkümünden, arkadaşlar, faşistleri temizledik. İşte 1 ay süren, işgal gibi bir boykot yaptık. Nerede Ortaçağcı faşist bulduysak, hemen anında indirdik orada. Savunma Komitesi’nin Başkanı da bendim o zamanlar.
Daha önceden de anlattığım gibi, beni başımdan ağır şekilde yaralamışlardı onlar. Tabiî onun da hıncı var…
O zamanlar Çapalı öğrenciler vardı, Yüksek Öğretmen Okulu öğrencileri. Çapa, burada, yakında.
Şimdi nedir o okul, şu anda son durumu ne?
Yoldaşlar: Fen Lisesi.
Nurullah Ankut Yoldaş: Fen Lisesi mi? Evet.
Tarihi bir okul. Yatılıydı orası. Ahmet Kabaklı diye, bir azılı fanatik, manyak bir gerici vardı, Ortaçağcı gerici. Güya edebiyatçı falan geçinirdi. Ilıcak’ların, antikomünistliği en önde gelen meslek edinmiş Tercüman Gazetesi’nde de köşe yazarlığı yapardı. Oydu müdürü. Bütün devrimci öğrencileri yurttan attı.
İşte Hüseyin Aslantaş’ımızı da orada katlettirdi. Bizim fakültenin militanlarındandı, Edebiyat Fakültesinin militanlarındandı, Hüseyin Aslantaş. Anlatmıştım daha önce. O gece katlettirdi. Polislerle birlikte faşistler geliyorlar. Koridorlarda faşistler, polislerle beraber yan yana ateş edip öldürdüler Yoldaş’ımızı. Nasıl sessiz, militan bir Yoldaş’tı…
İşte Çapalı öğrenciler, devrimcilerin ellerindeki değişik yurtlarda kalmaya başkladılar ondan sonra. Devrimcilerin yurtlarında kalıyorlardı. Militandılar tabiî, yoğun bir mücadele yaşadıkları için. Okudukları okul da Edebiyat-Fen Fakültesiydi. Bu fakülteler eğitim fakültesi benzeri bir işlev de görüyordu o zamanlar. Bizim okulun öğrencileriydiler, orada okuyorlardı yani hepsi. Bizim devrimci gençlerdi dolayısıyla da.
Onlarla beraber vurucu bir ekip kurduk. Nerede gerici, faşist görsek, gidip indirdik.
İşte devrimci kavgayı biz o zaman geliştirdik. Gittiğin zaman konuşma yok: Faşist mi? Faşist. Kesin mi? Kesin. Bitti… Hemen 1 dakika sonra ya yerde yahut sürünerek kaçıyor. Kaçan kaçıyor, kaçamayan yerde.
O şekilde bir mücadeleyle 1 ayda temizledik Fen-Edebiyat Fakültesini gericilerden, faşistlerden. Hiç gelip gidemez oldular okula artık.
Hatta daha önce anlattım, birini dersten çıkardık Kimya Fakültesinde. Bu (Laleli’deki) kapıdan girmiş. Şimdi Su Ürünleri Fakültesi burası. Girişte, hemen caddeye bakan amfide. Gelmiş oraya oturmuş. Hemen pencereden öğrencilerden biri tanıdı. Faşist oturuyor.
Kesin emin miyiz?
Eminiz.
Girdik artık, sınıftan çıkardık. Öğretmen müdahale etmek istedi; “Karışma sen. Otur oraya, iş bitince dersine devam edersin”, dedik. “Yani hiç müdahale etme. Bu iş başka iş. Bildiğin iş değil senin.” “Çıkarın arkadaşlar.” Hemen kollarından tutup çıkardılar. Yani devrimci kavga bu! Bayılan kızlar falan oldu. 1-2 kız bayıldı, sanırım korkudan heyecanlanıp. Hemen kapının önüne çıkar çıkmaz, kapıya 1 metre uzaklıkta işi bitti. Uzandı yere… “Haydi, bir daha gelmeyeceksin.”
İşte bu şekilde bir mücadeleyle temizledik okulumuzu. Yoksa çok yoğunlardı Edebiyat Fakültesinde. O kadar yoğunlardı ki, çünkü gerici bölümler var. Türkoloji, merkez üsleriydi. Mehmet Kaplan diye, Türk-İslam Sentezcisi, Türkiye çapında bir gerici Ortaçağcı hocaları var. Yine Faruk Timurtaş diye bir hocaları daha vardı, gerici. Bu hocaların asistanları filan da kendileri gibiydi. Psikoloji bölümünü de kısmen ele geçirmişlerdi. O bakımdan çok gerici vardı.
Pınar Akbina Yoldaş: Bir de Tarih koridoru vardı değil mi?
Nurullah Ankut Yoldaş: Tarih koridoru hemen bizim üstümüzde. En gerici koridordu. Başlangıçta sadece bizim Felsefe, Sosyoloji koridoru devrimcilerin elindeydi. Yani demokrat ve devrimci olan koridor tek orasıydı. Diğer her taraf faşistlerin, Ortaçağcıların işgali altındaydı. Arap-Fars Filolojisi de bu Ortaçağcı ve faşistlerin hakimiyeti altındaydı.
O 1 ay süresince hepsini temizledik. Ama belki 50’nin üzerinde indirdiğimiz adam oldu. Bütün gerici gazeteler yazdı. Bizim resmimizi basıp, adımızı yazdılar: “Ekip Başı”, diye. İşte, “bütün öğrencileri mahvediyorlar”, diye…
O temizliğimiz ne zamana kadar sürdü?
İşte Kıvılcım Yoldaş’ımız da anlattı ya, “Balyoz Harekâtı” diye. Nihat Erim’in açıkladığı, 12 Mart Faşist Darbesi’nin Başbakanlığını yapan namussuz alçağın açıkladığı, “Komünistlerin başlarına balyoz gibi ineceğiz.” sözünden kaynaklı, 26 Nisan 1971 gecesi başlattıkları harekât “Balyoz Harekâtı” adıyla anılır.
İsmet Paşa’nın adamlarından Nihat Erim de. Yıllar boyu İsmet İnönü’nün yanında kendini gizleyerek taşıdı. Ama fırsat doğunca, gerici içyüzünü kusuverdi. İşte bu harekâttan 15 gün kadar önce, bir gece polis gelmiş, bizim Edebiyat Fakültesini işgal etmiş. Tabiî yanlarında da faşistler ve Ortaçağcı gericilerle birlikte olmak üzere. Tabii açıktan, kendilerini gizleme gereği duymadan birlikte hareket ediyorlardı polisler ve bu gericiler. Faşistler gelip yerleşmişler bütün fakültelerden. Kapıda, polisle faşistler nöbet tutuyorlar. Ondan sonra giremez olduk artık. Çünkü toplum polisi arabalarını yan tarafa yığmışlar, içerde sayısız miktarda polis var. Hep beraber bize karşı savaştılar o dönemde. Belki 100’ün üstünde, iki araba, ya da en azından 80 polis var fakültenin içinde. Faşistler de onların koruması altında, gelen devrimciyi dövüp okuldan dışarıya atıyorlar.
Hatta daha önce de anlattım; mezuniyet için yabancı dil sınavı var. Ona girmemiz gerek. Almancamız iyi ama sınava giremiyoruz. Okula gidemiyoruz yani. Sınava girebilmemiz için okula gitmemiz gerekir. Okula gittik mi hepsi tanır. Yani sağlam çıkmamız mümkün değil. Sivaslı, Teknik Üniversite öğrencisi Mehmet isminde bir arkadaş vardı. Soyadını da biliyordum ama unuttum şu an, esmer bir arkadaştı. O da Almanca bilirdi. İyi düzeydeydi onun Almancası. Dedim; “Mehmet durum böyle.” “Ben girerim Nurullah senin yerine”, dedi. Hiç de benzemeyiz hâlbuki. Mehmet yuvarlak yüzlü, esmer, kara kaşlı, kara gözlü, kara saçlı bir arkadaş.
Girdi. Sınavlarda o zaman sadece şebeke masanın üstüne konur. Şimdi nasıl oluyor bilmiyorum…
Pınar Akbina Yoldaş: Şebeke?
Nurullah Ankut Yoldaş: Yani öğrenci kimliği. Şimdi paso mu denir? O zaman şebeke denirdi Amca’m. Şimdi ne deniyor?
Yoldaşlar: Öğrenci kimliği.
Nurullah Ankut Yoldaş: Öğrenci kimliği. O zaman şebeke denirdi. Orada masada durur, denetçi öğretmenler gelip geçerken bakar, sen misin değil misin… Mehmet girdi çıktı ve bizim için, geçer not aldı. Sınava da o şekilde girebildik, o şekilde mezun olduk.
Bu vesileyle, o zamana dair üzüldüğüm eylemlerden birini de anlatayım, arkadaşlar size…
Bu Oya Baydar var ya. Şimdi solucan, dönek… Bu şeyin eşi… Ne o? Cumhuriyet’in eski kadrosundan biriyle de evlenmiş, yurt dışında.
Engin Aydın mı?
Engin Aydın. Onunla da evli.
Oya Baydar şimdi zehir kusuyor biz gerçek devrimcilere karşı. Güya romancı.
O zamanlar Oya Sencer’di adı. Devrimci bir asistanla evliydi o zamanlar. Muzaffer Sencer’le evliydi. Biz de “Devrimci Hoca” diye sahip çıkıyorduk okulda. Sosyoloji asistanıydı.
Muzaffer Sencer’in hatta kitabı falan var; “Osmanlı Toplum Yapısı” adında. Kendince Osmanlı toplumunu Marksist açıdan inceliyor, araştırıyor. Öyle bir kitabı var.
Cahit Tanyol diye de bizim bir profesör vardı. Kemal Tahirci. Hani, “bizim tezimizi aşırıp bazı üniversite profesörlerine bile sattılar”, diyor ya Usta’mız. İşte o kastettiği profesör, bizim Cahit Tanyol’du. Bizim sosyoloji hocası. İyi niyetli bir adamdı ama işte kavrayışı o kadardı onun da. O da tez hocası Oya Baydar’ın.
Tabiî hazırladığı tezler bir işe yaramıyor. “Defalarca uyardım”, dedi sonra Cahit Tanyol; “Kızım bak, böyle olmaz. Bak şunlar yanlış. Bununla bir yere varılmaz. Bunların bir sonucu yok. Tutarsız bunlar”, diye. “Dinlemedi”, dedi.
Hatta tez değerlendirme sınavında yahut sınav değil de, Jüride, sanıyorum olumsuz görüş bildirmiş Cahit Tanyol, netleşemiyorum. Tabiî geçer not alamayınca jüriden, asistanlığı ne oluyor? Bitiyor herhalde.
Onun eylemini yaptık; Cahit Tanyol’u protesto ettik. Oya Baydar “Sosyalist Hoca” ya, asistan ya, onu sahiplendik.
İşte o eyleme de Deniz geldi. “Merkez Binadan da gelin arkadaşlar”, dedik. Çağırdık.
Deniz de, Merkez Binadaki devrimcilerle birlikte hemen anında geldi. Eylemde sloganlar attık, koridorda dolaştık. Hoca’nın kapısının önünde protesto ettik, slogan attık.
Deniz’in o zaman üzerinde, kar yağdı desenli, yün kumaştan uzun bir palto vardı. Sonra aynı paltoyu Âşık İhsani’nin ekibinden, sanıyorum Karslı olan bir halk ozanının sırtında gördük. Deniz şehit olduktan sonra annesi vermiş ona. O giydi. Konya’ya çağırdığımızda da TÖB-DER’e konser vermek üzere, üzerinde Deniz’in o uzun, kar yağdı paltosu vardı. Tiftik palto, kışın çok sıcak tutar. O palto vardı üzerinde. Bir de o tür giysiler silahı filan da iyi, sopayı, silahı iyi saklar. Geniş olduğu için potluk yapmaz, Deniz ondan tercih etmiştir sanıyorum o zamanlar. Yani böyle, birlikte, bizim fakültede eylemimiz de oldu.
Deniz, 15 Mart eyleminden sonra da tutuklandı, bir süre yattı silah kullanmaktan dolayı. Sonra birkaç eylemden daha tutuklandı, girdi çıktı. Sonrasındaysa bir anda yok oldu ortalıkta görünmez oldu Deniz. Filistin’e gitmiş o zamanlar. Sonradan öğrendik tabiî, o dönem Filistin’e gittiğini.
Filistin’den döndükten sonra da İstanbul’a uğramadı artık. Ankara’da ODTÜ’yü karargâh yaptı. Orada THKO’yu kurdu, kurmuşlar. Dağa çıkmak üzere hazırlık yapıyorlarmış orada. Kadrolar oluşturup dağa çıkalım hazırlığı içindeymişler. Ondan sonrası bilinen olaylar, arkadaşlar. İşte ODTÜ’de de, tabiî üniversitelere polis giremiyor ya, rahatça hazırlıklarını yapmışlar, arkadaşlar.
Aslında Deniz kesinlikle askere silah doğrultacak bir anlayışta, düşüncede, psikolojide, bir yoldaş değildi. Diğer yoldaşlar da sanıyorum öyleydi. Hüseyin ve Yusuf Ankaralı devrimciler oldukları için onlarla tanışmadık. Ama buradan Cihan Alptekin’le tanıştık. Yani THKO’nun buradaki kadrolarıyla tanıştık. Hep beraberiz yani. Ömer Ayna, bizim fakültenin öğrencilerindendi. Emine Ayna’nın ağabeyi. Ama o komünistti. Emine Ayna gibi Amerikancı Burjuva Hareket’in temsilcisi değildi, Diyarbakırlı. Bizim militanlardandı Ömer Ayna. İşte Deniz’in kadrosundaydı. Yine Oktay Kaynak vardı Deniz’in kadrosundan. Sivas Yurdu’ndan tanışırdık. İzmir’de şu anda. Ne üzerine?.. Arkoloji üzerine mi, çalışıyorum, yazı yazıyorum, araştırma yapıyorum, filan diye yazmış sosyal medyada, gözüme çarpmıştı bir tarihte. Yani cezaevinden çıktıktan sonra, bu EMEP’lilerin dışında yani Halkın Kurtuluşu’nun kadrosu dışında ayakta kalan devrimci pek olmadı. Faruk Kurtuluş vardı. Öğrenci temsilcisiydi İTÜ’de. Bizim arkadaşlardan Haşmet’in de kayınbiraderi olurdu Faruk Kurtuluş. Onunla da iyi tanışırdık.
Hatta Haşmet’in kızı bir kaza geçirmiş. Bakırköy’de Mustafa Yoldaş’ın çalıştığı hastaneye getirdiler. Haşmet, o zaman ayrılmamıştı eşinden, Nuran Kurtuluş’tan. Avukat biliyorsunuz. Eğitim filan da veriyor Baro’da.
Pınar Akbina Yoldaş: Evet. Ben de aldım.
Nurullah Ankut Yoldaş: Çok iyi Ceza Hukukçusu. Anneleri oydu. Nuran’ın kardeşi Faruk Kurtuluş. Babası öğretmendi. Öğretmen ailesi.
İşte orada konuştuk Faruk’la, sohbet ettik, aynen söylediği şu oldu; “Bir tek Kıvılcımlı doğru yolu gösterdi. Ne biz laf anladık, ne de başka birileri laf anladı”, dedi. “Hâla bazı soytarılar kalkıyorlar; yok şöyledir, böyledir, diyorlar. Ulan hepimiz halt ettik işte”, dedi Faruk. “Kıvılcımlı’yı dinlemedik. Yaptığımız eylemler hep provokasyonla sonuçlandı, provokasyonlara geldik, dedi.”
Faruk böyle açık yüreklilikle teslim etti. Bir dönem, “68’liler Birliği Vakfı”nın Başkanlığını da yaptı, Faruk Kurtuluş, arkadaşlar. Yani mertçe, böyle açıkça teslim etti. “Bunlar, dedi, bilmem particilik, EMEP’çilik, bilmem şuculuk buculuk filan, yani, hepsi namussuzluk yapıyor”, dedi. “Açıkça söyleyelim, dedi. Yaptıkları da bir işe yaramıyor. Devrimcilik de değil”, dedi Faruk. Böyle bir konuşmamız oldu. Ondan sonra da Faruk şu anki 68’liler Birliği çizgisinde yani. Orada…
Bu yoldaşlarımızla ilgili daha fazla zamanınızı almayalım. Gerisini de bu kitapta anlattık, yazdık (“Heba Edilen Devrim Yüklü Yıllar” kitabında). Usta’mız yazdı, anlattı.
Deniz tamamen havaya girdi. Deniz, yolun yanlışlığını, aslında idam cezası verildikten sonra bence netçe gördü. Bunun kanıtı, küçük kardeşi Hamdi’ye yazdığı mektup.
Bir insan dünyadan, hayattan ayrılırken ne der?
En doğru, en meşru bildiği davayı savunmaya devam et, der değil mi?
Deniz ne diyor?
Bizim yolumuzu izleme, diyor.
Yani, böylece o yolun çıkmaz olduğunu, Deniz netçe, adı gibi bildi ve gördü. “Bilim adamı ol. Bu da insanlığa hizmettir bir açıdan.”, dedi.
Deniz’in kardeşine yazdığı mektup aynen bu, arkadaşlar.
Ama ne yazık ki, çok geç olmuştu. İşte Usta’mızın dediği gibi, “Yol Anılar”ında da çok net anlatır, buraya da aktardık ya hani; “CIA’nın gücü, CIA’nın bazı ajanlara verdiği milyonlar bizden baskın geldi”, diyor Usta’mız.
İşte bunlardan, kitabımızda da yazdık ya, Mahir Kaynak diye bir alçak vardı. Namussuz. Sonra da yıllarca burada akademisyenlik yaptı Merkez Binada… Ne alçak, ne namussuz adam.
İPSD’ye de geldi bir ara, Usta’yı benimser göründü falan. Öyle çok değil de, bir sefer görmüşlüğüm var. Klodfarer Caddesi’ndeydi, İPSD’nin yeri. Bir eyleme gidecektik, teçhizatlar almamız gerekiyor, çıktık, baktım bu, Mahir Kaynak. Odaya toplamış, bir şeyler anlatıyor arkadaşlara. “Kim bu dedim?” Dediler; “Mahir Kaynak Üniversitede asistan”. Yani devrimci, bir şeyler anlatıyor görünümünde, öyle satıyor kendini. “Öyle mi?”, dedim, çıktım. Benim öyle bir kısa, yani 1 dakikalık bir görmüşlüğüm oldu.
Yani her yeri dolaşıyor. Ve anlattığı da; “Bunlarla filan, böyle devrimcilik olmaz. Partiymiş bilmem seçimmiş, şu bu… Bunlar boş işler. Gideceksin Filistin’e, askeri eğitim alacaksın. Gelip burada gerilla savaşını başlatacaksın. Dünyada artık devrimciliğin başka bir yolu yok. İzlenecek tek yol bu.”
Tamamen bunu anlatıyor namussuz. Dört tarafı dolaşıyor böyle. İşte burada da anlattık ya bunları.
Bu, tek değil tabiî…
Denizler’in Latin Amerika tipi gerillacılığı biricik devrimci yol diye benimsemelerinin tek etkeni, böylesi ajan-provokatörlerin oyununa gelmiş olmaları değil tabiî.
İşte bir de dünya konjonktürünün o döneme has özellikleri vardı. Denizler’in izlediği yola denk düşen diyelim… Yani ne diyelim?.. Che’nin askeri, siyasi yazıları vardı. Fidel’in OLAS Söylevi vardı. Onlar da bunları anlatıyordu.
Halbuki işte çok yetenekli bir önder olmasına rağmen Fidel de, Che de diyalektik düşünemediler. Leninizmi sistematik olarak etüt etmedikleri için Küba Devrimi’ni genelgeçer bir devrim modeli olarak benimsediler.
Ya tamam da, işte Che’nin “Savaş Anıları” meydanda. Küba Devrimi dediğin savaş, 5-6, bilemedin 8-10 çatışmadan ibaret. 10’dan fazla değil çatışma. Che, Savaş Anıları adlı anıt kitabında koyar bu gerçeği ortaya. Batista, zaten sarhoş, kumarbaz bir adam. Ordu da bölük pörçük. Komünist Partisi’nin de ciddi bir çalışması var, hazırlığı var. İşçi Sınıfı başta olmak üzere, kitlelerde bir etkinliği var. Çıkınca meydana Küba’da, kitleler senin peşinde toplanıyor çünkü kumarhane ve kerhane ülkesine çevirmiş Batista ülkeyi. Kan ağlıyor köylüler, işçiler. Fidel’in çevresinde birden toplanıyor insanlar.
Ama bu model, tüm Latin Amerika hatta tüm dünyada geçerli olan tek model, dediler. Che’nin “Askeri Yazıları” da onu diyor, Fidel de aynı şeyi diyor. CIA’nın buna karşı ne gibi tedbirler alacağını hiç öngörmüyor, arkadaşlar.
Tamam, biz aynı şekilde devam edeceğiz de, düşman?.. Düşmanın alacağı tedbirleri niye hesap etmiyorsun?
İşte meslekten de akademik düzeyde askeri eğitim almamışlar. Sadece Alberto Bayo’dan, İspanya’daki faşizme karşı mücadele eden, gerilla savaşı öğrenmiş, gerilla savaşı tekniklerini geliştirmiş, teorileştirmiş bir askerden eğitim almışlar Meksika’da.
Şimdi Bir askeri mücadelede iki şeyi çok iyi bileceksin.
Nedir bunlar?
1- Kendi gücünü, müttefiklerini, ekonomik ve silah mühimmatını, kadrolarının eğitim düzeyini, çapını, savaş kalitesini çok iyi bileceksin.
2- Aynı zamanda, bir de neyi bileceksin, arkadaşlar?
Düşmanı bileceksin.
Sadece ben buyum, bu orduyla savaşa girersem kazanırım. Hayır. O düşünce üzerine strateji oluşturan general hezimete uğrar. Düşmanı da bileceksin.
Düşmanın gücü ne? Askeri gücü ne? Savaşçı kalitesi ne? Askerlerinin silah gücü ne, silah teknolojisi ne? Müttefikleri ne ve ekonomik varlığı ne? Savaşı sürdürebilme ömrü ne, gücü ne?
Bunları çok iyi bilmeden yaptığın her türlü strateji, plan fiyaskoyla sonuçlanır.
İşte Fidel de, Che de bu gözle okuyamadılar savaşı. Halbuki dünya tarihinde bildiğimiz kadarıyla savaşın ilk teorisini yapan Sun Tzu, değil mi? Onu okusanız bunları öğrenirsiniz…
Onlar da (Denizler de, Mahirler de) Küba Devrimi’nin rüzgârından kurtulamadılar. Öyle olunca; yahu, Küba Devrimi’ni yapmış büyük devrimciler. Onlar onu söylüyorsa Denizler de, Mahirler de demek ki bu iyi bir yol, diyorlar. Çünkü bu yolu izlemiş, devrim yapmış bu insanlar…
Hâlbuki bunun olmayacağını bizzat Che, Bolivya’da kendi mücadelesiyle hayatı pahasına gösterdi. Artık bu yolun çıkmaz olduğunu ispatladı Che’nin mücadelesi.
Bunu niye göremiyorlar arkadaşlar?
Romantik davrandıklarından, romantik bir anlayışa sahip olduklarından.
Oysa askeri savaş, bilim işidir. Romantizm değil, şiir yazmak değildir askeri savaş. Çarpar adamı. Düşmanı çok iyi bilmezsen çarpılırsın. Kavgada da böyledir bu, sporda da böyledir.
Çok güçlü sporcu, hasmın çok başarılı olduğu oyun nedir, en iyi kullandığı oyunlar nelerdir, hasmın direnme gücü, mücadele etme kapasitesi, nefes gücü nedir; onları bilmezse yenilir. Sen kendi oyununu uygulayacağım dersin ama bilmediğin bir oyunla, bir anda, güp, sırt üstü yerde yerde bulursun kendini.
Boksta da böyledir mesela. Açık. Tek bir darbe işini bitirir. O yüzden hasmını da çok iyi tanıyacaksın. Onun gücü ne? Kolları ne? Hangi konuda güçlü, hangi yumrukları daha iyi kullanır ve hangi yumruklarının etkisi nedir?
Onları çok iyi bilmezsen kesinlikle yenilirsin. Ona göre sen bir taktik uygulayacaksın baştan. O yüzden Muhammed Ali’ye ne denir?
Gelmiş geçmiş en büyük ring taktisyeni denir.
İzlediğiniz zaman, ne yapar?
İlk 3-5 raundda hasmı hırpalar. Puanca öne çıkar. Ama ondan sonra yavaş yavaş tempoyu düşürür. 7, 8, 9, gittikçe düşürür tempoyu. Başa baş bir maç çıkarır. Ama 9’uncu, 10’uncu raunddan sonra…
Niye?
Yormaz kendini, enerjisinin bir kısmını saklar. Ondan sonra birden atağa geçer.
Oysa hasmının enerjisi bitmiştir. Fizik olarak hasmın tükenmek üzeredir. Ama kendini dinlendirdiği için Muhammed Ali, saldırır ve hasmının işini bitirir. O bakımdan çok iyi taktisyendir. Yani savaş da böyledir.
İşte arkadaşlar, akademik olarak askerlik bilimini okumayan Fidel’in ve Che’nin Küba Zaferi tüm dünya devrimcilerini etkilemişti. İşte bu etkinin rüzgârına kapıldı Denizler de, Mahirler de. Yoksa Deniz olsun, Mahir olsun bu rüzgâra kapılacak arkadaşlar değillerdi. Çok zeki arkadaşlardı.
Tabiî bir de, Amerikancı satılmışlar medyası çok rüzgâr verdi arkadaşlara. Mesela, yaptıkları eylemleri, hemen (işte görüyorsunuz) Hürriyet, manşetten veriyor. Deniz’in boy resmi gazetelerin birinci sayfalarında. Yoldaşları da yer alıyor yanında…
Bu tutum da bir havaya sokuyor insanları. Parababaları medyasının yayınları tamamen bu amaca yönelik. Onlar da CIA’nın emri altında gazetecilik yapıyorlar, yayıncılık yapıyorlar.
Oysa o dönemlerde Kıvılcımlı ve bizim yaptığımız eylemler, aynı gazetelerin iç sayfalarında küçük bir haber olarak ya yer buluyor, ya da hiç bulamıyor…
Devrimci denince sadece, devrimci gençlik içinde yer alan arkadaşların adları getiriliyor akla. Kıvılcımlı ve bizler devrimciler arasında gösterilmiyoruz, burjuva medyası tarafından.
O bakımdan, arkadaşlar da öyle bir havaya girdiler ki; “Devrimci yol budur. Bu eskiler, Kıvılcımlı filan bunlar ta 1920’lerde kalmış. Leninci Devrim Öğretisini savunuyorlar. Ne yapmışlar ki bunlar bugünlere kadar? Hapiste yatmaktan, işkenceye direnmekten başka ne yapmışlar? O günlerin devrim modelini savunuyorlar. Artık dünya değişti, o modelle bir yere varılmaz.”
Öyle bir anlayışa sürüklediler arkadaşları. Bu havada, devamlı bu propaganda yapılıyor hep. Nereye gidersek yapılıyor bu.
Anlattım daha önce; Usta’mız hakkında, içerde kafayı yediği şeklinde propagandalar yapılıyor… Çok iyi bir devrimciymiş ama içerde yemiş kafayı. Artık bunlarla uğraşmamak gerekiyormuş…
Şurada, hemen Su Ürünleri Fakültesinin karşısındaki köşe, bir kahveydi, birkaç basamaklık bir merdivenle çıkılır oraya. Şimdi hepsi artık hepsi bir şeyler alınıp satılan dükkân oraların. Kahveydi orası. Fakülteye de çok yakın olduğu için (sıradan esnaf kahvesi, mütevazı yani) gider otururduk orada, arkadaşlar.
İlk orada duydum. Hidayet Kaya söyleyen. Sonradan “Sosyalist”in, anlattım daha önce, Sorumlu Yazıişleri Müdürü oldu. O anlattı; “Yahu böyle böyle.” “Yahu Hidayet, ben bunu… Öyle mi yahu…” Başka arkadaşlardan da sonra gözledik. Aynı şey dolaşıyor gençlik arasında; “Kıvılcımlı içeride kafayı üşütmüş. Hatta öyle ki, kendi yapıp evinin bahçesine diktiği heykeline, sabahları kalkıp selam duruyormuş. Artık ciddiye alınır mı bu adam yani… Kendisi bahçesine heykel yapmış, sabahları kalkıp selam duruyormuş yahu.”
Sonradan, okuduk kitaplarını tanıdık Usta’mızı, tanıştık kendisiyle, gittik geldik evine. Adamın ne bahçesi var, ne heykeli var. Bir apartman dairesinin üst katında oturuyor yani bir şeyi yok. O da eşinin.
Yani böylesi Usta’mızı karalamaya yönelik propagandalar da öğrenci gençlik arasında etkili oluyor.
“Eskiler. İşi bitik, bunlarla bir yere varılmaz. Bunlar zaten çürümüşler. 1920’den bu yana hiçbir iş yapamamışlar. Hapis yatmak, işkence görmek… Başka bir şey yok.”
Yani bütün bu ortam etkiledi, arkadaşlar, Deniz Arkadaşları. Ve ne yazık ki, 70’lerde de aynı hava sürdü biliyorsunuz, değil mi arkadaşlar? Aynı hava sürdü… İşte Mahir’in devamcıları; Devrimci Yol, Devrimci Sol falan aynı havayı devam ettirdiler.
Ne oldu sonunda? Nereye varıyor, arkadaşlar?
Savcıyı öldürüyorsun, kendini de öldürtüyorsun, köy mezarlığına, senin köyün, halkın sokmuyor senin cenazeni.
Yahu buradan görmek lazım; yaptığın eylem kitleler üzerinde ne gibi bir etki yaratıyor?
Mahir diyor ki; bir denge var. Suni bir denge varmış oligarşiyle halk arasında. Sanki bir terazi var ortada da, halkla oligarşi de dengede duran kefelerde. Öncü Savaşıyla Oligarşiye vuracakmış, o denge halk lehine bozulacakmış. Halk da görecekmiş ki, Oligarşi zayıf, ya bak Öncü Savaşıyla bir vurdu öncüler, denge değişti, ben de savaşa gireyim, diyecekmiş.
Yani böyle hayal dünyasında yaşanan, ciddiyetsiz bir teorinin peşindeydiler. Şimdi hâlâ savunuyorlar. İşte yüzlerce genci Ölüm Orucuna yatırdılar, öldürdüler. 500 civarında genci sakat bıraktılar. Yani bakıyorsun aklı başında insanlar bunları savunuyor. Yani hiçbir şekilde savunulacak ciddiyete sahip tezler değil bunlar. Kaldı ki, Mahir’in “Politikleştirilmiş Askeri Savaş Stratejisi” şeklinde teorileştirdiği Öncü Savaşı Teziyle de bir alakası yok bunların. Hatta onun tam zıttı, Dev-Sol’un yaptığı bu Ölüm Orucu Direnişleri.
Ama insanın gençken heyecan durumuna uygun düşüyor bu söylenenler. Gençleri etkiliyor o cilalı cümleler filan. Etkiliyor gençleri. Fazla bir şey okumaya da gerek kalmıyor. Yani kısa sürede, 2 saat içinde bütün tezi anlatırsın sen bir gence, hepsini anlatırsın. Oh ne güzel yani, tamam devrimcilik de buymuş…
O saflardan yüreği yetmeyerek dökülenler de nereye gidiyor?
Doğrudan 180 derece tersine, düzenin kollarına, arkadaşlar. Bu bakımdan, yani edebi bir söylemle; “Ölü Ozanlar Derneği” deniyor ya, ruhen ölü devrimciler mezarlığı Türkiye. Nereye gitseniz, hangi beldeye gitseniz, ruhen tükenmiş, çökmüş, işi bitmiş, tırışkaya çıkmış eski devrimciler var.
Bunlar bir de zehir kusuyorlar; ya biz yıllarca uğraştık bir şey çıkmadı. Boş işler bunlar…
İşte o yüzden hep sizleri uyarıyorum: “Ya ben şurada şu kadar yıl devrimcilik yaptım. Hapisler yattım.” diye kendisini satmaya çalışan insanlarla karşılaştığınız zaman, onlara deyin ki “Şimdi ne yapıyorsun?”
Ne yapıyor?
Ya CHP’de ipini sürüyor yahut da, “Ya ben işte şimdi bir şey yapmıyorum da, şöyledir de böyledir de…”, diyor.
Ona deyin ki:
“Yok, sen yaramazsın arkadaş, haydi. Devrimcinin emeklisi olmaz! Devrimcinin örgütsüzü de olmaz! O zaman, haydi sen eski anıları masalarda yani bira masası mı olur, kafe mi olur oralarda anlatmaya devam et. Bize bir şey anlatma. Masal dinlemeyi, böyle hazin masallar dinlemeyi istemeyiz biz. Geçmişe dair gerçek masalları severiz de, sizinkiler gibi acıklı masallar dinlemeyi sevmeyiz. Hadi git.” deyip onları gönderin. Yani dinlemeyin.
Sözü fazla uzattık, arkadaşlar…
İşte ne yazık ki heba edildi devrimci yıllar. O zamanlar Usta’mızı dinleseydi bu arkadaşlar; Denizler, Mahirler, devrim yapmak başarılabilecek bir görevdi. Bütün halkta öylesine bir sempati var yani devrimcilere karşı. Ama o sempatiyi yok etmek için arkadaşları böylesine çıkmaz yollara soktular. Öyle oldu ne yazık ki arkadaşlar.
Bugün bile eğer şu sol ortamda kendini solcu olarak tanıtan insanlar bir araya gelse, devrim yapmak zor değil. Hemen ana muhalefet olacak denli güçlü hale gelir devrimciler. O kadar güçlüyüz. O morali bir yakalasak, çığ gibi gelişiriz.
Ama dediğimiz gibi onlar da ne yapıyorlar?
Bir kısmı CHP karadeliğine teslim oluyorlar, bir kısmı da Amerikancı Burjuva Kürt Hareketi’nin PKK-HDP karadeliğinde yutulup gidiyorlar, arkadaşlar işte.
Öyle olunca bir başımıza kalıyoruz. Yaptığımız eylemlere herkes uzak ve düşmanca bakıyor çünkü. Herkes doğrudan ya da dolaylı biçimde Amerikancı artık. Bize karşı Amerikancılık ortak paydasında birleşiyorlar.
Bu iki hareketin de ortak paydası Amerikancılık mı?
Amerikancılık.
Amerika’ya karşı tık dedirtemezsiniz PKK’ye.
Nitekim Karayılan ne diyor?
Bizim Amerika’ya karşı tarihimizde hiçbir eylemimiz olmamıştır, diyor değil mi verdiği röportajda, bir Amerikan dergisine, aktarmıştık daha önce bire bir kendi sözleriyle.
Eylemleri de yok, sözleri de yok, arkadaşlar. CHP zaten belli… Öbürü (HDP), bir de NATO’ya adam vermiş, onunla övünüyorlar.
Şimdi öyle olunca, bunların medyası da bize düşman, kendileri de bize düşman.
İşte 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkmak için verdiğimiz mücadele ve 20 arkadaşımızın gözaltına alınması hiç yer almıyor Cumhuriyet Gazetesi’nde. Yokuz Cumhuriyet Gazetesinin yazılı baskısında. Yoksa yönetim değişmiş de… Bunlar neymiş? Atatürkçüymüş. Ne Atatürkçüsü olacaksın sen. Burjuva Amerikan uşağısın sen.
Mustafa Kemal ne yapmış? Yani onu Mustafa Kemal yapan ne?
Çanakkale, Kurtuluş Savaşı.
Sen onu görmemişsin, anlamamışsın ya da bilerek es geçmişsin, Amerika’nın, Avrupa Birliği’nin kucağındasın. Nesini savunacaksın ondan sonra Mustafa Kemal’in…
Davamız, savunmamız yer almıyor değil mi?
Yok. Görmüyor adamlar.
Ya TC tarihinde Usta’mızın dışında böyle savunma yapan var mı?
Hadi birisi yapsın bakalım.
Biz savunma yapmıyoruz, yargılıyoruz, dedik.
Yok. Bir Parti Başkanı 4 yıl 8 ay ceza alıyor, bunun haber değeri yok mu?
Bunlar için yok. Çünkü bunlar haber peşinde değil, gerçeğin peşinde değil.
Niye?
Düşman çünkü.
Ondan sonra da; biz gazeteciyiz… Ne gazetecisi olacaksın sen ya.
İşte 1 Mayıs konuşmamızda da söylediğimiz gibi; sen Amerikan uşağısın hemşerim. Amerikan çizgisinde gazetecilik oynuyorsun sen. Hepsi böyle.
Yani böylesine bir abluka altındayız. Bu ablukayı kırmak için mücadele etmekle mükellefiz, arkadaşlar. Hiç ara vermeksizin, hiç moralimizi bozmaksızın… Bir mayalanma oluyor. Namuslular görüyor. Görecek de giderek.
O zaman öbür yolların, bütün yolların çıkmazlığı da meydana çıkıyor. Hepsi 15 Temmuz sonrasında Tayyip’in etrafında biriktiler mi?
Biriktiler. Hepsi…
Bizim dışımızda kalan oldu mu, arkadaşlar?
Yok. Hepsi; “15 Temmuz Darbe Girişimi” diyorlar.
Ne darbesi?..
Ramazan Kap Yoldaş: Referandumda da biriktiler. Referandumda da “Yetmez Ama Evet”çiler.
Nurullah Ankut Yoldaş: Evet. Evet.
Ya darbe, kanunlara uygun iş yapan bir iktidara karşı yapılır. Bunların ikisi de kanunsuz birer çete. Ne darbesi ya… Bu, çetenin kendi içindeki Ganimet Paylaşım Savaşı.
Öyle görebilen, koyabilen, ona cesaret edebilen var mı?
Yok.
İşte böyle… Hepsi ne diyor?
“Sayın cumhurbaşkanı.”
Onların kendi mahkemesinde de söyledik; cumhurbaşkanı demek, suç işlemektir. Suçu ve suçluyu övmektir cumhurbaşkanı demek.
Bu tavrı koyabilen bizim dışımızda var mı?
Yok.
Devrimcilik budur ama. Önderimiz böyle öğretti bize devrimciliği. Öyle yapmak durumundayız, arkadaşlar.
Yani eninde sonunda, bu arkadaşların da davasını, hayatlarını verdiği davayı ve tüm devrim şehitlerinin davasını ve bunun sorumluluğunu biz taşıyoruz, biz sahipleniyoruz. Ve o meşru hakka, davaya biz sahibiz. Bizim dışımızdakilerin hiçbiri değil…
(Alkışlar…)