Fedakâr, cefakâr, devrimci bir kadın portresi: Münire Kıvılcımlı (1)
HKP Merkezi Kadın-Çocuk Komitesi’nin “Devrimci Bir Ana-Oğul Hikâyesi (Münire Kıvılcımlı-Hikmet Kıvılcımlı)” kitabı üzerine, yazarı ve aynı zamanda HKP Başkanlık Kurulu Üyesi M. Gürdal Çıngı’yla yaptığı söyleşinin Birinci Bölümü
Merhaba değerli arkadaşlar,
Halkın Kurtuluş Partisi Merkezi Kadın Çocuk Komitesi olarak, Partimizin Başkanlık Kurulu Üyesi Saygıdeğer Gürdal Çıngı ile Nisan ayında Derleniş Yayınları tarafından yayımlanan “Devrimci Bir Ana-Oğul Hikayesi (Münire Kıvılcımlı-Hikmet Kıvılcımlı)” eseri hakkında bir söyleşi gerçekleştireceğiz.
Gürdal Çıngı, çok genç yaşından beri Hikmet Kıvılcımlı’nın İdeolojisi ve Pratiği önderliğinde yaşamını halkımızın, insanlığın kurtuluş davasına adamış, bu uğurda günlerce süren işkencelerden Hikmet Kıvılcımlı’ya layık bir öğrenci olarak alnının akıyla çıkmış, ser verip sır vermemiş, bu haklı davayı bir an olsun terk etmemiş, yüreği her an devrimci inanç ve heyecanla çarpan, bizlere örnek bir Gerçek İnsandır. Öncelikle yoğun bir emek harcayarak, özellikle tüm devrimci kadınlara yeni bir ufuk açtığı için Kurtuluş Partili Kadınlar olarak kendisine çok teşekkür ediyoruz.
Bugün 19 Ağustos. Kitabın kahramanı Münire Kıvılcımlı Anne’nin bedence aramızdan ayrılışının 60’ıncı yıldönümü. 1886’da İştip’te başlayıp, 1962’de İstanbul’da sonlanan acılarla, ayrılıklarla, devrimci mücadeleyle geçen bir ömür… Münire Anne; kaderini oğlunun insani ve siyasi yaşamıyla birleştirmiş, onunla her anlamda yoldaş olmuş bir anne. Önce bir Anne, sonra bir Komünist Kadın.
Devrimci Münire Kıvılcımlı’yı, hepimizin ana yüreği sıcaklığını, şefkatini, direngenliğini bu güzel kitap sayesinde hissettiğimiz Münire Anne’yi sevgi ve saygıyla anıyoruz. Münire Anne yalnızca bedence aramızdan ayrıldı, mücadelemizde yaşamaya devam ediyor ve devam edecek.
Sözü fazla uzatmadan söyleşimize başlamak istiyorum. Tekrar merhaba, hoş geldiniz.
Gürdal Çıngı: Sağ olun, teşekkür ediyorum.
Reycan Çakır: Bize kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?
Gürdal Çıngı: Şimdi Reycan Yoldaş, öncelikle başlangıçtaki çok övücü düşüncülerin, duyguların, ifadelerin için çok teşekkür ederim. Genel Başkan’ımızın da hep söylediği gibi “Gerçek İnsan” olmak istiyoruz, onun dışındaki sıfatların hepsi, bize en azından yabancı diyelim. Gerçek İnsan olmak zaten iyi bir insan olmaktır, insan olmaktır, insan olursak da zaten mesele yoktur. O bakımdan övücü duyguların, düşüncülerin için çok teşekkür ederim.
Usta’mızın dediği gibi görev yapmaya çalışıyoruz, görev yapıyoruz. Görev yapmada da biliyoruz; vurmak da var, vurulmak da; güzellikler de var, çirkinlikler de; iyilikler de var kötülükler de. Ama önemli olan, insanca bir hayat sürebilmek. Ve son soluğu verirken de; “evet, ben elimden geldiğince insanlık için mücadele ettim, gücümün yettiğince bu davaya katkı sunmaya çalıştım”, diyebilirsek ne mutlu bizlere. O zaman görevimizi yerine getirmiş oluruz.
Böyle bir girişten sonra kısaca yaşamımızı özetlersek; 65 yaşına girdim bu yıl birkaç ay önce…
Reycan Çakır: Daha uzun ömürler diliyoruz hep birlikte.
Gürdal Çıngı: Çok teşekkür ediyorum. Uzun bir ömür… Tabiî dün gibi gelse de, yani 65’inde miyiz, hâlâ pek inanamıyoruz ama beden artık öyle demiyor. Ruhumuz öyle demese de bedenimiz; evet gidiyorsun, diyor. Yani ömür basamaklarının sonlarına doğru yaklaşıyorsun, diyor. Öyle diyor…
Ama önemli olan, dediğim gibi, mücadeleyi sürdürebilmek. Çocuk yaşta girdik gerçekten. Konya Gazi Lisesinde, Konya’nın Ulu Çınarı Faruk Sur Yoldaş Fransızca Hocamdı, Öğretmenimdi. Hikmet Kıvılcımlı’nın aktif savunucusuydu. Ve diğer o zamanki öğretmen abilerimiz vardı; Kazım Hoca, Bayram Hoca… Ve aynı düşünceleri paylaşıyorlardı onlar da. Şu andaki Genel Başkan’ımız, Felsefe Öğretmeni Nurullah Ankut ise biz girdiğimiz yıl Maarif Kolejine sürülmüştü Gazi Lisesinden. O örgütlemişti onları da…
Faruk Hoca’nın aracılığıyla, sayesinde devrimcilikle tanıştım esas olarak. Gerici bir aile değildik; CHP’li yani sülaleden gelen bir CHP’liliğimiz vardı. İlericiliğimiz vardı ama Devrimcilikle Fransızca Öğretmenim Faruk Hoca aracılığıyla tanışmış oldum. 1974 yılıydı. O yıldan bu yana da aynı davaya inanmış olarak, aynı insanlarla yani Genel Başkan’ımızla, kaybettiğimiz yıla kadar Faruk Hoca’mızla ve diğer hocalarımızla, diğer ağabeylerimizle, Av. Orhan Özer’le (Konya İl Başkanımızla, Partimizin MYK Üyesi Orhan Abi de Konyalıdır) tanıştık. Onlarla birlikte bir ömür sürdük, devrimci bir mücadele yürüttük. Konya’da başladı, İstanbul’da devam ediyor. Yani özetçe böyle söylersem…
O günkü yıllar itibariyle, lise yılları, 1974 yılları itibariyle iradi bir seçim yaptık, öyle düşünürüm. Lise öğrencisiyken Genel Başkan’ımız ve Faruk Hoca’mız dolayısıyla devrimci düşüncelerle ve Hikmet Kıvılcımlı’yla, düşüncesiyle, pratiğiyle tanıştım. 12 Mart Faşizminden yeni çıkıldığı yıllardı. Devrimci hareket yeniden çığ gibi büyümeye başlamıştı. Gericiliğin kalesi olarak (hâlâ daha oransal olarak Tayyipgiller’in de büyük oylar aldığı, geçmişte de gerici partilerin yüksek oranlarda oylar aldığı Konya’da) o yıllarda devrimci hareket de güçlü bir hareketti. Konya Gazi Lisesi de o hareketlerin merkezlerinden bir tanesiydi, hem öğretmen kadrosuyla hem öğrencileriyle. Gerici faşist müdür vardı, gerici öğretmenler, faşist öğretmenler de vardı ama Genel Başkan’ımız Nurullah Ankut ve Faruk Hoca başta olmak üzere diğer devrimci öğretmenlerimizin sayesinde devrimci bir öğretmen kadrosu ve direngen bir kadrosu vardı.
Dolayısıyla devrimle karşıdevrimin çarpıştığı, savaştığı bir okuldu gerçekten. Hem hocalarımız savaşırdı hem de biz öğrenciler savaşırdık. Sonuç olarak da Gazi Lisesinde yüzlerce devrimci öğrenci vardı. Yani bugün için abartı gibi gelebilir, yüzlerce… Bir tek Konya’da, bir tek Gazi Lisesinde yüzlerce devrimci öğrenci… Bugün ne yazık ki sayılar azaldı devrimci harekette yani küçük rakamlar telaffuz ediyoruz artık, eylemlerde, toplantılarda, etkinliklerde. Ama Gazi Lisesinde örneğin, tam gündü okulumuz, öğlen çıktığımızda ya da üç buçukta okuldan çıktığımızda TÖB-DER’e giderdik. Topluca giderdik, çünkü faşist saldırılar vardı. Onlar bir kaldırımdan biz bir kaldırımdan yürürdük. Biz 300-400 kişi olurduk. Gazi Lisesinden her gün yürürdük. Dolayısıyla böyle bir ortamda devrimciliğe adım atmış olduk. Hikmet Kıvılcımlı ile tanıştık dediğim gibi.
Sonra DEV-GENÇ çıktı, DEV-GENÇ dergisi geldi. DEV-GENÇ’i benimseyen, Mahir Çayan Yoldaş’ın düşüncesinde olan arkadaşlar ortaya çıktı. Onlar da okulumuzda ortaya çıktılar. Onlar da o düşünceyi savunmaya başladılar. Mahir Çayan’ın “Kesintisizler 1-2-3” denilen broşürü o zaman illegal olarak yayımlanmıştı, legal bir baskısı yoktu o yıllarda. Kesintisizler’i okuduk. Hikmet Kıvılcımlı’nın kitaplarını, o dönem için Tarih Devrim Yayınları’ndan çıkan kitapları vardı, onları okudum; kendimce; o günkü aklımla, o günkü bilincimle, o günkü pratiğimle bir değerlendirme yaptım. Evet, öyle de saptamıştık DEV-GENÇ’li arkadaşlarla. Okullar birinci dönem tatiline girmeden önce böyle konuştuk. Herkes on beş tatilde okusun, dönüşte tartışalım, herkes ne diyecek, görelim, demiştik. Toplantı yaptık okul başlayınca. İkinci dönem başladığında toplantı yaptık. Ben ve benim gibi düşünen arkadaşlar dedik ki; bizim yolumuz doğru, biz Hikmet Kıvılcımlı’yı savunmaya devam. Size de yolunuz açık olsun, dedik. Öylece bir anlamda bir ayrılık da yaşamış olduk. O ana kadar birlikte mücadele ettiğimiz, ortak eğitim çalışmaları yaptığımız arkadaşlarımız artık bizim yaptığımız, düzenlediğimiz, örgütlediğimiz eğitim çalışmalarına katılmaz oldular.
Ondan bu yana da Hikmet Kıvılcımlı bayrağını başımıza ne yaptık diyelim, başımızda taşımaya başladık, o bayrağa bir el de biz attık ve o günden bu yana da o bayrağı taşımaya, yükseklerde tutmaya gayret ediyoruz.
Ne kadar yapabiliyoruz?
Gücümüzün yettiği, elimizden geldiği kadar…
Reycan Çakır: İyi ki yapmışsınız, o bayrağı bizlere de taşıdınız, çok mutluyuz.
Gürdal Çıngı: Teşekkür ederim.
Reycan Çakır: O bayrak hiç yere düşmeyecek.
Gürdal Çıngı: Düşmeyecek. Tabiî ki de, tabiî ki de.
Reycan Çakır: Çok teşekkürler. Daha fazla eklemek istediğiniz bir şey varsa bu konuda, ekleyebilirsiniz. Yoksa…
Gürdal Çıngı: Yani kişisel şeylere gerek yok, işte liseye başladık, devrimci olduk…
Reycan Çakır: Evet.
Gürdal Çıngı: Liseden atıldım devrimci faaliyetten ötürü 1977 yılında. “Konya il sınırlarında okuyamaz” denilerek, Milli Eğitim Müdürlüğü İl Disiplin Kurulu kararıyla atıldım. Sonra 1978’de Ecevit iktidara gelince, MSP-Erbakan’la ortaklaşa bir koalisyon hükümeti kurmuşlardı, öğrenci affı çıkardılar. O af dolayısıyla sınavlara girebildim Konya’da. Yine Gazi Lisesinde sınavlara girdim mezun oldum, girdiğim yıl da üniversiteyi kazandım.
İradi olarak İstanbul’u ve İstanbul Üniversitesini istemiştim. İstanbul Üniversitesini kazandım. Oradan da atıldım gene devrimci faaliyetlerden ötürü 1983 yılında. 12 Eylül Faşizmi döneminde.
Bir gün okulda Hikmet Kıvılcımlı’nın, Usta’mızın kitapları ve illegal yayınlarımız vardı, o dönem yayımladığımız, okulda bir arkadaşa vermek üzere. Onlar yanımdaydı. Okulda bir aramaya takıldık, polis aramasına. Onlar yakalanmış oldu ama ben kurtulmuş oldum, sınavım var, diyerek. Sınava gireceğim, dedim. Onlar da bir boş bulundular, tamam git sınavına gel, dediler. Arka kapıdan çıktık. Çıkış o çıkış oldu. Dolayısıyla atıldık üniversiteden Disiplin Kurulu kararıyla. Liseden olduğu gibi üniversiteden de atıldım. Sonrasında da gene beş altı yıl önce, en son bir aftan yararlanarak üniversiteye tekrar döndüm, üniversiteyi bitirmiş oldum yani. Ben Kütüphanecilik bölümüne girmiştim. Bölümün adı oydu o zaman. Sonra adı değişmiş, Bilgi Belge Yönetimi olmuş. Oradan mezun olduk.
12 Eylül şartlarında kaçak gezdik, yakalandık, işkenceler gördük. Öldü, diye bıraktılar işkencede. Yaşayacak hayatımız varmış, ölmedik. Tutuklandık. İstanbul Metris ve Konya Cezaevinde kaldık. Sonuç olarak mücadeleye, çıktığımızda, kaldığımız yerden devam ettik, zaten hiç ara vermemiştik. Örgütlü bir şekilde tabiî ki, aynı şekilde.
12 Eylül Faşizmi şartlarında hiçbir zaman yurtdışına çıkmayacağımızı da Parti olarak yayınladığımız bir bildiriyle bütün kamuoyuna deklare ettik. Yurtdışına çıkmayacağız, kaçaklıktır yurtdışına çıkmak, dedik. Türkiye’de yaşadık. İşçi Sınıfı denizine daldık, işçi olduk. İşçilik yaptım, demir çekme fabrikasında çalıştım. Sonrasında, yakalandıktan ve cezaevinden çıktıktan sonra sendikacılık yaptım üç yıl kadar. Bir işçi sendikasında, Taşımacılık işkolundaki TÜMTİS’te sendikacılık yaptım.
1989 yılında Devrimci Mücadele Dergisi’ni çıkardık Hareket olarak. Onun ilk Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü oldum. Yayımladığımız yazılardan ötürü ceza aldım. Cumhurbaşkanına hakaret suçundan ceza aldım. O zaman Demirel Cumhurbaşkanıydı. Yazılan başyazımızda “Mart kedisi gibi pıfkırıyor” demiştik Demirel’e. Hâkim bu ifadeden ötürü ceza verdi. “Cumhurbaşkanına da mart kedisi gibi pıfkırıyor denilmez ki”, dedi, ceza verdi. 1995 yılında tekrar bir yıl süren bir kaçaklık daha yaşadım. Sonra yine yasal değişiklikler oldu. O madde kaldırılmış oldu, dolayısıyla legal faaliyete tekrar başlamış olduk.
1995 yılından itibaren de başka arkadaşlar, başka yoldaşlar o göreve sahip çıktılar. Biz başka alanlarda mücadeleye, partinin diğer alanlarında mücadeleye devam ettik, bugün de ediyoruz. Öyle diyelim yani uzatmayalım kişisel yaşantıyı.
Reycan Çakır: Çok güzel, onurla dolu, mücadeleyle dolu, bizlere de örnek bir yaşam. Bizimle de paylaştığınız için bunları çok teşekkür ediyoruz.
Gürdal Çıngı: Yani hayatımızın böyle bir akışı oldu…
Bir ek yaparsam; 2005 yılında Partimizi kurmuş olduk. Artık legal şartları değerlendirmek gerekir, sonucuna vardık ve Partimizi işte Halkın Kurtuluş Partisi’ni kurduk. Sağ olsun yoldaşlar, Başkanlık Kurulu’nda görev verdiler. Öyle bağlayalım. O yıldan bu yana da Başkanlık Kurulu Üyesi olarak, Genel Mali Sekreter olarak görevlerimizi yerine getirmeye çalışıyoruz gücümüz yettiğince. Son soluğumuza kadar da bu görevlerimizi yerine getirmeye devam edeceğiz. Evet…
Reycan Çakır: Çok teşekkürler. Diğer sorumuza geçelim dilerseniz.
Gürdal Çıngı: Tabiî.
Reycan Çakır: Sizi özellikle Kurtuluş Yolu Gazetesi’ndeki yayımlanan çok değerli makalelerinizle biliyoruz, okuyoruz. Münire Kıvılcımlı ile ilgili bir kitap yazmaya nasıl karar verdiniz?
Gürdal Çıngı: Şimdi Usta’mız bir kitabını anlatırken diyor ki “bir kitap da biz yazalım diye çıkmadık”, diyor. “Yazdığımız eserler hep Türkiye’yi, içinde bulunduğumuz ülkemizi, yaşadığımız, doğduğumuz, mücadele ettiğimiz ülkeyi anlamak, doğru yanlarıyla anlamak, çözümlemek ve çözümler üretmek için yazdığımız kitaplardır. Yoksa bir kitap da biz yazalım demedik”, diyor bir kitabının arkasında. Benim de böyle bir düşüncem yoktu işin gerçeği.
Uzun yıllardır, 1974’ten bu yana Hikmet Kıvılcımlı’yı ve diğer, Türkiye Komünist Partisi’nin tarihine ilişkin kitapları, başka kitaplar yanında tabiî ki okuyorum. Usta’mızın özellikle “Kim Suçlamış?” yayımlandığında, o parti tarihini anlattığı yayınlarda (ki “Yol Anıları”nın, Usta’mızın 12 Mart Faşizminde tedavi olmak amacıyla yurtdışına çıktığı süreçte tuttuğu yol anılarından, günlüklerinden, bir bölümdür “Kim Suçlamış?”. Ayrı bir kitap olarak yayımlanmıştı 1979 yılında.) “Yol Anıları”nda ve “Kim Suçlamış?”ta parti tarihine ilişkin anlattıklarından, o yıllardan itibaren okumalarım vardı. Dolayısıyla ailesine ilişkin söyledikleri vardı hep, beynimize kazınıyordu bunlar. Yani cezaevinde yaşadıkları, annesiyle ilgili kitapta aktardığım kimi diğer bölümler… Bunlar tâ 1974’ten bu yana, 1976-1977’den bu yana okuyup geldiğimiz kitaplardı.
Sonra TÜSTAV özellikle on yıl, on beş yıldır aşağı yukarı, kitaplar yayımlıyor. Daha öncesi olur ama belki yirmi yıla varır mı bilmiyorum. TÜSTAV kitaplar yayımlamaya başladı, TKP’nin tarihi ile ilgili. Sovyetler’in çöküşünden sonra Sovyetler’deki Üçüncü Enternasyonal arşivlerinden çeviriler yapmaya başladı. O kitapları okumuştum on beş yirmi yıl kadar önce. Dolayısıyla oralarda bu konuları gördüm, Hikmet Kıvılcımlı Usta’yla ve annesi ile ilgili bölümler gördüm. Hep kafamda böyle birikimler oldu. Yani hep bir yanda duruyordu ama bir yandan da işte günlük mücadele, siyasi mücadele devam ediyor. Daha öne çıkan durumlar oluyor, görevler oluyor fakat bunlar da birikiyor bir yandan, okudukça birikiyor.
E artık bir yere gelince, bir makale yazayım istemiştim işin gerçeği. Yani bir makale düşünmüştüm başlangıçta. Münire Anne’yle ilgili, bu kadar da adı duyulmamış bir kadınla ilgili artık şeyler, bilgiler bütünlenmiş oldu. Okuduklarım bütünlenmiş oldu. Bir kanaate, bir sonuca ulaşmış oldum okuduklarımın sonucunda. Münire Anne’yi yazsam diye, hani bir makale yazsam diye düşünmüştüm. Öyle de başladım, o niyetlerle başladım. Ama gördüm ki, Münire Anne’nin yaşantısı Hikmet Kıvılcımlı’nın yaşantısı; Hikmet Kıvılcımlı’nın yaşantısı TKP’nin yaşantısı, Parti Tarihi… Dolayısıyla böylesine iç içe geçmiş ve birbirinden asla koparılamayacak bir durum söz konusu idi. O zaman, yazmaya başlayınca da daha da somutça gördük. Yani okuduklarım, birikimlerim hep vardı ama Münire Anne’yi anlatmak demek Hikmet Kıvılcımlı’yı anlatmak demek; Hikmet Kıvılcımlı’yı anlatmak demek Parti Tarihini anlatmak, Partiyi anlatmak, Türkiye’yi anlamak, anlatmak. Onları anlatmadan bir Münire Anne’yi yazmanın eksik olacağını düşündüm, gördüm. Yoldaşlarımın da onayıyla kitaba dönüşmüş oldu artık. O bilgilerin bütününü bir harmanlamak, olabildiğince var olan yazılı kaynakları toparlamak, bir yazıya, bir kitaba dönüştürmek; süreç böyle aktı, ortaya bir kitap çıktı.
İşçi Sınıfımıza, halkımıza ve başımızın tacı, yarımız olan Kadınlarımıza mücadelelerinde bir katkı sunarsa çok mutlu olurum. Yani bir ömür için herhalde yeterli bir şeydir yani iyidir.
Reycan Çakır: Emeğinize sağlık. Bu dediklerinizin hepsini okuyucuya çok güzel aktarabilmişsiniz. Bu konuda hiçbir endişeniz olmasın. Bütün bu bir arada anlatma, ayırmadan anlatma kaygınızın hepsini çok güzel dile getirmişsiniz, yazmışsınız, emeğinize sağlık, çok teşekkür ediyoruz. Çok güzel ufuklar açmışsınız, buna eminiz.
Gürdal Çıngı: Çok teşekkür ederim, sağ olun.
Reycan Çakır: Bizlere düşen görev de daha fazla kitleyle bu kitabı tanıştırabilmek, okuyucuyla buluşturabilmek, anlatabilmek, anlayabilmek bu hayatları. Çok teşekkür ediyoruz tekrar.
Gürdal Çıngı: Tabiî başta da söylediğim gibi; bir kitap da biz yazalım diye yazmadığımız için, orada bir mücadele tarihi var, bir insanın dönüşümünün tarihi var. O günkü şartlarda bir insanın dönüşümünün, insan iradesinin, insan kararlılığının, fedakârlıkların, özverilerin bir toplamı var orada. Yani çok büyük bir emek var orada. Yani insani, siyasi çok büyük bir emek var, partinin emeği var. Türkiye Komünist Partisi’nin emeği var. Onun Merkez Komite Üyesi, Genç Komünistler Birliği Üyesi Hikmet Kıvılcımlı’nın emeği var. Enternasyonal’in emeği var. Tabiî ki, Dünya Proletarya Hareketi bir bütün olduğu için, yani o günkü şartlarda da Komünist Enternasyonal bu görevi yerine getirmeye çalıştığı için, zaten dolayısıyla iç içe geçmiş. Yani kitapta aktardığım bilgilerin bir kısmı Enternasyonal dosyalarından alınma. Yani sadece bir partinin belgelerinden, arşivinden oluşmuyor. Enternasyonal arşivinden alınmış, aktarılmış bilgiler.
Dolayısıyla Münire Anne, Hikmet Kıvılcımlı hakkında Enternasyonalde dosyalar var. Enternasyonal, toplantılarında konuşulmuş, haklarında değerlendirmeler yapılmış. Kararlar alınmış, görevler verilmiş Hikmet Kıvılcımlı’ya. Yani böyle bir şeyle, devrimci bir hareketin, Uluslararası Proletarya Hareketinin bir bileşimiyle karşılaşıyorsunuz kitapta. O belgeleri okuyunca öyle bir tablo çıkıyor ortaya.
(Devam edecek)