Fedakâr, cefakâr, devrimci bir kadın portresi: Münire Kıvılcımlı (2)
HKP Merkezi Kadın-Çocuk Komitesi’nin “Devrimci Bir Ana-Oğul Hikâyesi (Münire Kıvılcımlı-Hikmet Kıvılcımlı)” kitabı üzerine, yazarı ve aynı zamanda HKP Başkanlık Kurulu Üyesi M. Gürdal Çıngı’yla yaptığı söyleşinin İkinci Bölümü
Reycan Çakır: Evet Kitabınızda çoğumuzun ilk kez duyduğu bilgi, belge ve mektuplar var. Bu kaynaklara nasıl ulaştınız?
Gürdal Çıngı: Şimdi, az önce de söylediğim gibi uzun yıllardır okuduğum, yayımlanmış kitaplardan edinilmiş bilgiler var yazılı, basılı. Sonra gazete kupürleri var. Gerçek TKP’nin parti tarihine ilgi duyunca, ister istemez okuyunca; bu konuyla ilgili yayımlanmış kitaplarda bir iki cümleyle bahsediliyor Münire Anne’den. Bunlar belleğinizin bir yerinde kalıyor, ister istemez. Usta’nın kitaplarında, o zamanki gazetelerde yine birkaç cümleyle söz ediliyordu Münire Anne’den. O gazeteleri bulmuş oldum, yoldaşlarımın da yardımıyla. Gene uzun yıllardır yani uzun yıllara dayanan bir birikimdir bu da. Yoldaşlarımın da son süreçte daha aktif yardımlarıyla, özellikle adını anmakta büyük yarar görürüm, Gürcan Yoldaş İzmir’den, bu konuda zaten sürekli sosyal medya hesabından da paylaşımlarda bulunur, onun da katkılarıyla.
Ama uzun yıllardır ben arşivlerde çok çalıştım. Hani kütüphaneciyim ya, kütüphaneciliği bitirdim ya. Severim yani bir meslek olarak. Eskiden de severdim sonradan eğitimini almış olduk. İradi bir seçim olmadı bir bakıma. Demin de söylemiştim; İstanbul’da, İstanbul Üniversitesinde okumak istiyordum. İstanbul’da devrimci faaliyet, Partinin de verdiği görev dolayısıyla İstanbul’da bir faaliyet yürütecektim. Dolayısıyla İstanbul Üniversitesini tercih ettim. Hukuk falan yazdım. Daha doğrusu hukuk yazdım, kütüphanecilik yazdım. Hukuku kazanamadım ama kütüphaneciliği kazandım. Dolayısıyla bir kütüphanecilik aşkım mı diyelim, alışkanlığım mı diyelim vardı.
Örneğin 12 Eylül’e geldiğimizde var olan, o dönem çıkan aşağı yukarı bütün grupların dergileri arşivli olarak, ciltlenmiş olarak arşivimde vardı, okurduk. Ben atmazdım onları biriktirirdim, korurdum, ciltlettim ve 12 Eylül şartlarına kadar da korudum. 12 Eylül’de de koruduk bir kısmını, tamamını değilse de bir kısmını koruduk. Dolayısıyla bir arşivci yanım, kütüphaneci yanım vardı. Kütüphaneleri çok taradım. Özellikle 12 Eylül şartlarında üniversitede okurken.
12 Eylül şartlarını şu bakımdan söylüyorum; üniversitede okumaya başladım. İşçilikten ayrıldım, öğrencilik yapmaya başladım. Gene görev dolayısıyla öğrenciliğe döndüm. İstanbul’da devrimci öğrencilik yapma kararını aldık, öğrencilik yapmaya başladım. Öğrencilik yaparken bölümüm de kütüphanecilik olduğu için, kütüphanelere zorunlu olarak gitmeye başladım, fiilen de gitmeye başladım dolayısıyla.
Usta’nın kitaplarını, Usta’nın makalelerini, “Kim Suçlamış?”ta ya da başka kitaplarında söz edilen yazılarını bulmaya başladık. Bir görev olarak önüme koydum ve onları o günkü şartlarda kalemle, kurşun kalemle yazdım, daktilo ettik, çoğalttık, dağıttık. Böylece bunların hepsini yani 1980’den itibaren, 1981’den itibaren bu malzemeleri toparladım. Bir kitap yazma niyetiyle yapmadım bunu. Aklımın ucundan geçmedi. O zamanlar için asla öyle bir şey düşünmedim. Aklımın ucundan geçmezdi ama hep böyle, dediğim gibi, Partinin arşivini oluşturmak bakımından böyle bir çaba içindeydim, onlar hep birikmişti. Yani hani klasik, ne diyelim, işte bu kitabın yazılması adına evrim süreci devam ediyormuş, hep bir yandan işlemiş yani evrim süreci demek ki. Dolayısıyla onların sonucunda artık belli bir olgunluğa, demin dediğim gibi, makale yazsam noktasına gelince…
Bu arada 2016 mı olur… Hollanda’da Hikmet Kıvılcımlı’nın Arşivinde, yurtdışı arşivi diyebileceğimiz yani Hikmet Kıvılcımlı’nın partili mücadeleye başladığından itibaren yazdığı eserlerinin, yayımlanmayan özellikle de eserlerinin çoğunlukta olduğu arşivinin, Hollanda’da bir enstitüde olduğunu zaten biliyorduk. Uzun yıllardır biliyorduk ve oradan kitaplar alıyorduk, o arşivden yararlanıyorduk ama dijital halde değildi bu arşiv.
Hikmet Kıvılcımı’nın öğrencilerinden, Hikmet Kıvılcımlı’nın eserlerini özellikle 1960’tan önce, 1920’den 1960’a kadar Osmanlıca yazdığı eserlerinin ve sonraki eserlerinin de hem Türkçeye çevrilmesinde, hem arşivlenmesinde, düzenlenmesinde çok büyük emekleri olan birisidir, Fuat Fegan.
Hikmet Kıvılcımlı da 12 Mart’ta yurt dışına çıkmazdan önce bu eserleri ona emanet etmiştir koruması için. Eşiyle birlikte onlar korumuşlardır arşivi. Bir aşamada yurt dışına çıkarmışlardır, güvenceye almışlardır. Büyük zorluklar yaşamışlardır tabiî korumak için, kendisinin anlatımları böyledir. 12 Mart Faşizmi döneminde öyledir de zaten. Ama başarmışlardır, korumuşlardır o arşivi ve yurt dışına çıkarmışlardır. Uzun yıllar kendileri korumuşlar sonra hem manevi sorumluluğu bakımından, kendilerinin söyleyişiyle hem manevi sorumluluğu hem de artık gün yüzü görsün ve korunsun diye Hollanda’daki Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’ne götürmüşlerdir, oraya vermişlerdir. Bir protokol dahilinde verilmiştir. Orada Hikmet Kıvılcımlı Arşivi açılmıştır. Fuat Fegan olağanüstü titiz çalışan bir insan. Bütün o eline gelen arşivi numaralandırmış, gruplandırmış. Bir kısmını, yani çok az bir kısmını, ömrü yetmiyor zaten, Türkçeye çevirmeye çalışmış. Kitap olarak yayımlamış kimi eserleri, kimi makaleleri yayımlamış. Ama en azından o arşivi tasnif etmiş, sınıflandırmış, düzenlemiş ve kullanılır hale getirmiş. Gerçekten çok büyük emekler harcamış.
O emeklerin sonucunda arşiv oradaydı ama gidip çalışmak gerekiyordu ya da buradan temas kurduğumuzda biz, 1989’dan itibaren o teması kurduk yani arşivden yararlanıyorduk Türk görevliler vardı. Türk ve Kürt ama Türkçe bilen diyelim görevliler vardı. Onlardan o zamanlar için faks yoluyla, telefonlar açarak şunu istiyoruz dediğimizde Fuat Fegan’ın hazırladığı bibliyografi çerçevesinde, sınıflandırma notları çerçevesinde istediğimizde sağ olsunlar ücreti karşılığında, bazen ücretsiz bize gönderiyordu oradaki arkadaşlar.
Dolayısıyla Enstitüyü biliyorduk. Hani dediğim gibi bu kitapların varlığını biliyorduk ama erişmek güçtü. İşte saygıdeğer iki arkadaş var, eş: Müfide-Fikret Küçükosmanoğlu arkadaşlar. Hollanda’da yaşıyorlar. Onlar dediler ki; Parti bize yardımcı olsun, bir yoldaş, bir arkadaş görevlendirsin, biz ona her türlü yardımı yaparız (maddi manevi her türlü katkıyı sunarız, evimizi açarız), bu arşivi dijitalleştirelim.
Partim de beni görevlendirmiş oldu. Hollanda’ya gittim dolayısıyla. Hikmet Kıvılcımlı Arşivini görmüş oldum ve dijitalleştirme denilen işi yani taramak ve düzenlemek işini o aşamada başlattık. Ben de o başlangıçta bulundum. Saptadık, neleri nasıl yapmamız gerektiğini konuştuk; hem Müfide-Fikret arkadaşla konuştuk hem Enstitü Yönetimiyle konuştuk. Partimizin görevlendirme kararını ve taleplerimizi içeren dilekçesini verdik. İsteklerimizi söyledik, düşüncelerimizi paylaştık, onlar da onayladılar.
Dolayısıyla Partinin bu girişimi ile birlikte Fikret ve Müfide Arkadaşların çok yoğun emekleriyle (asıl büyük emeği de onlar harcadılar dijitalleştirme bakımından) ben en azından başlangıçta bulunmuş oldum. Partimiz dijitalleştirmesi için gerekli adımı atmış oldu ve sonuçça oradaki eserlerin tamamı dijital hale getirildi, tarandı, bilgisayara geçirildi. Yeniden bir sınıflandırma yapıldı ve şimdi dünyanın her yerinden insanlar istedikleri anda o arşive erişebilirler.
Dolayısıyla bu işin konumuz bakımından iki yanı var:
Bir; Partimiz bu dijitalleştirmeyi gerçekleştirmiş oldu, başlangıcı sağlamış oldu. Dediğim gibi o iki arkadaşımızın emekleri sayesinde de sonuçlandırmış oldu.
Bu bakımdan Partimiz böyle bir görevi yerine getirdiği için kendisini çok mutlu hissediyor.
O arşivin, o hazinenin, o Dünya, Türkiye çözümlemelerinin insanlığın hizmetine sunulması çok büyük bir görevdi. Partimiz bunu başarmış oldu o arkadaşların katkılarıyla.
Fuat Fegan ve eşinin katkılarını da tabiî ki söylemek zorundayız. Dediğim gibi, demin de anlattım, tekrarlamaya gerek yok. O süreç böyle akmıştır. Ama en son noktada arşivi dijitalleştirmeyi böylece başarmış olduk. O arkadaşlar çok emek harcadılar, günlerce çalıştılar, aylarca çalıştılar, arşiv dijitalleşti. Dolayısıyla bir; arşivin böyle bir sonucu var.
İkincisi; ister istemez oradaki bütün arşivin, gerçekten öyle oldu, tamamını elden geçirdim ve hepsine tek tek baktım. Mesela ilk kez orada gördüm Münire Anne’nin kitaba da aldığımız tek fotoğrafını. Daha önce görmemiştim, orada gördüm. Şiirler gördüm, ailesine yazdığı, kitaba aktardım, teyze çocuklarına yazdığı mektubu gördüm, başka mektuplar gördüm, aile içi yazışmalar gördüm. Yani arşivde bunları görmüş oldum. Dolayısıyla onlar da bu birikimi tamamlamış oldu.
Yani arşivdeki o çalışma; Münire Anne, Hikmet Kıvılcımlı, Parti tarihiyle ilgili o kitaplarda bir anlamda soyut olan, tırnak içinde söylüyorum soyut olan şeyleri o mektuplarla, fotoğraflarla, şiirlerle bir bütünlük arz etti, somutlanmış oldu, ete kemiğe bürünmüş oldu. Oradaki mektuplaşmalar… İşte oğluna gözlük gönderiyorum, diyor kitapta da aktardığımız gibi bir mektubunda. Dolayısıyla o mektupları görmüş oldum. Onlar da tabiî bende büyük bir; hem heyecan yarattı hem de bunu duyurmak gerektiği kanaati doğmuş oldu. Sonuç; demin de iki kez tekrarladığım gibi işte bir makale yazayım demiştim, kitaba dönüşmüş oldu.
Reycan Çakır: Çok güzel bir kitap ortaya çıkmış oldu.
Gürdal Çıngı: Dolayısıyla o malzeme öyle toplanmış oldu, o arşiv öyle bulunmuş oldu benim açımdan.
Reycan Çakır: O zaman biz de tekrar Kurtuluş Partili Kadınlar olarak da bu süreçte emeği geçen bütün yoldaşlarımıza başta sizler olmak üzere Partimize teşekkür ediyoruz; hem Hikmet Kıvılcımlı Arşivini düzenli hale, dijital hale getirip tüm insanlığa miras haline getirebildiğiniz için hem de bizlere bu kitabı siz yazıp ulaştırdığınız için çok mutluyuz.
Gürdal Çıngı: Yani bir şey daha söylemek isterim. Genel Başkan’ımız son yazdığı makalelerinden birinde; “adalet dağıtıcıyız”, dedi Marks Usta’dan da aktarma yaparak. Evet adalet dağıtıcıyız ve bizim adaletimiz (biz öyle söyleriz, Partimiz… Sizler de biliyorsunuz, Partimizin adaleti) kıldan ince kılıçtan keskindir. Kimseye şu ana kadar adaletsizlik yapmadık. Net söylüyorum; yapmadık. Bundan sonra da kimseye adaletsizlik, haksızlık, eşitsizlik yapmayız.
Bunu niçin söylüyorum?
Arşivin dijital hale getirilmesi sonuçtur. Dediğim gibi Usta’mız yazmıştır. Usta 20’li, 30’lu, 40’lı, 50’li yıllarda 22,5 yıl cezaevlerinde yatışlar esnasında ve dışarı çıktığında da her gün takipler,her gün gözaltılar, her gün uğraşmalar, polisin sürekli takipleriyle uğraşmalarına rağmen o eserleri üretmiştir, korumuştur ve 12 Mart’a kadar getirmiştir. Öncelikle Usta bunu başarmıştır. Yani sadece yazmakla kalmamıştır, korumayı da başarmıştır. İşte kimi kitapların ciltlerinin içine koymuştur. Örneğin Yol Serisi bir romanın, ciltli bir romanın cildinin içine konulmuştur çünkü çok küçük yazılarla yazılmıştır, pelür kâğıtlara yazılmıştır, ipincecik pelür kâğıtlara. Biliyorsunuz ince kâğıtlardır ve çok küçük harflerle yazılmıştır, onları o ciltlerin içine, başka şeylerin içine saklayarak 12 Mart’a kadar getirmiştir. 12 Mart Faşizmiyle birlikte idam cezasıyla aranmaya başlayınca ve bu yüzden ülkede tedavi olanakları kalmayınca, tedavi olabilmek ümidiyle (kanser hastasıdır ve birçok ameliyat geçirmiştir) yurtdışına çıkarken de Fuat Fegan’a emanet etmiştir. O da eşiyle birlikte korumuştur. Yurt dışına taşımışlardır büyük zorluklar çekerek. Parça parça yurt dışına götürmüşlerdir, bütünleştirmişlerdir. Tekrarlamış oluyorum ama bunun altını çizmek istiyorum. Bir araya getirmişlerdir, sınıflandırmışlardır. Yıllarca maddi manevi sorumluluğunu taşımışlardır ve sonra da Enstitüye armağan etmişlerdir. Kendilerinden çıkmıştır ama artık insanlığın malı olmuştur.
Biz adını andığım Fikret ve Müfide Arkadaşların da katkılarıyla, onların büyük emekleriyle dijitalleştirme sürecini başlatmış ve sonuçlandırmış olduk, onların emekleriyle birlikte. Bu bakımdan bazen deniyor ki, bizden söz etmiyorsunuz. Hayır, biz hiç kimsenin hakkını yemeyiz. Olan böyle olmuştur. Usta’nın yazdığından bugünkü hale gelinceye kadarki süreçte, bir aşamasında da biz görev aldık. Parti olarak görev aldık, dijitalleştirdik.
Dijitalleştirmek büyük bir iş mi?
Evet, büyük bir iş. O ana kadar herkesin kullanımında olmayan, sadece oraya gittiğinizde yararlanabildiğiniz arşiv, tüm dünya çapında erişilebilir hale geldi; bizim yaptığımız budur. İyi bir iş yaptık; insanlığa yararlı olsun, armağan olsun. Bizimki de bu kadardır.
Dolayısıyla biz hiç kimsenin hakkını yemeyiz. Süreç bizim açımızdan böyle olmuştur. O bakımdan da bu emekler bugün herkesin erişebileceği hale gelmiştir. Eğer bir katkımız olmuşsa, ki oldu, onu da açıkça söylemek gerekiyor. Oldu. Yaptık. Partimiz bunu karar altına aldı, görevlendirdi, gittik, süreç başlatıldı, çalıştık ve sonuçlandırıldı. Bu arşiv artık insanlığın malı haline geldi. İyi bir şey yaptık.
Reycan Çakır: Evet, ellerinize, emeğinize, yüreğinize sağlık. Bir başka sorumuza geçelim dilerseniz.
Araştırmanızda Münire Anne’yi birçoğumuzun annesinden farklı kılan hangi özellikleri gördünüz, hissettiniz?
Zaten kitabınızda aslında belirtiyorsunuz, orada değerlendirmelerinizde var ama buradan da paylaşırsanız çok seviniriz.
Gürdal Çıngı: Münire Anne, şimdi birçok açıdan dikkatimi çekti.
Bir; yolculuklar yapıyor kitapta da yazdım, Münire Anne. Hayatı yolculuk hayatı, yolculuk hikâyesi bir bakıma. O yolculukları hep cezaevlerine tabiî yani başka yerlere gidişler değil, gezmelere gidişler değil. O zamansa, trense bile diyelim, birinci mevki trenlerle gidişler değil, hep en zor şartlarda, en olumsuz şartlarda, kimi zaman yayan gidilerek süren bir yolculuk ve onlarca yıl süren bir yolculuk. Bir yıl, iki, yıl, üç yıl, dört yıl, beş yıl; 1960’a kadar süren bir yolculuk. 1925’ten başlayıp 1960’a kadar süren bir yolculuk. Bir yolculuk hikâyesi kitap. İnsanın hayatı da bir yolculuk. Doğuyoruz, son soluğumuzu verene kadar bir sürü yollardan geçip gidiyoruz yani. Münire Anne o yolu çok yürüyor, o dikkatimi çekti tabiî öncelikli olarak, bir yanıyla.
Sonra sadece bir anne olarak kalmıyor, kitapta da aktardığım örneklerde olduğu gibi; fiilen işin içine giriyor. Partinin matbaasını parti ona emanet ediyor. Yani Parti Münire Anne’ye güveniyor o günkü şartlarda. 1930’lu yıllarda matbaayı Münire Anne’ye emanet ediyor. Münire Anne bu cesareti gösteriyor, o matbaayı alıyor, saklıyor ve gereğini yerine getiriyor. Baskı yapıyor, dağıtıyor, görevlilere iletiyor. Yani dolayısıyla böylesine bir cesaret demeyeceğim yani o artık cesaret tabiî ki ama bir inanç bu. Sadece cesaretle olabilecek bir şey değil, tek başına cesaret ifade etmez. Oğluna inanç, Partiye inanç, Devrime inanç artık, Halkın Kurtuluşuna, İnsanlık Davasına inanca dönüşüyor. Yoksa sadece tek başına cesaret bir yere kadardır. Ama burada bütünlüklü bir süreç var yani. O bakımdan çok etkiledi Münire Anne’nin yaşantısı, Reycan Yoldaş.
Reycan Çakır: Zaten aslında hayatları hep yolculuk. Bir bu taraftaki yolculuk var, bir de işte Osmanlı’nın parçalanışı süreçli Balkanlardan gelişler, hep göçler. Usta’mızın hayatı da aslında hep annesiyle beraber birleşen hayatı, yoldaşlaşıyorlar tamamen zaten sonraki süreçte. Hep böyle aslında acılarla, ağır koşullarda yolculuklarla bu şekilde geçmiş ne yazık ki. Ama bu durumda da mücadeleden asla vazgeçmeden bizlere büyük eserleri, mücadeleyi miras olarak bırakmışlar. Bu anlamda da çok şanslıyız yani gerçekten böyle bir insanın yetişmiş olmasından dolayı bizim topraklarımızda. “Türkiye Devriminin Önderi” diyoruz, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’ya. Bizlere bunları bırakmasından çok mutluyuz, çok şanslıyız, önümüz aydınlık, yolumuz açık aslında. Her şey çok net yani bizim elimizde. Tek yapmamız gereken, günümüz koşullarına bazen bu mücadeleyi uyarlamak ve devam etmek. İnsanlarla buluşturabilmek, halkımızla buluşturabilmek, İşçi Sınıfımızla buluşturabilmek yani. Bu kadar önemli bir şey yapmış yani o koşullarda bu insanlar Hikmet Kıvılcımlı, Annesi. O mücadeleye destek veren annesi Münire Anne. Bu anlamda da gurur duyuyoruz böyle insanların topraklarımızdan da çıkmış olmasından.
Gürdal Çıngı: Elbette Reycan Yoldaş…
Şimdi 1920’li-1930’lu yıllardan söz ediyoruz, 1940’lı yıllardan söz ediyoruz. Ve cezaevlerinde kalınan, tâ Elazığ Cezaevinde, Diyarbakır Cezaevinde kalınan, Kırşehir’de, Çankırı’da kalınan, İstanbul’daki bir cezaevinden de söz etmiyoruz diyelim ki. Bursa’daki bir cezaevinden, Ankara’daki bir cezaevinden de söz etmiyoruz. Kuş uçmaz kervan geçmez Elazığ Cezaevinden söz ediyoruz. İşte on yıla yakın kalınan Kırşehir Cezaevinden, Çankırı Cezaevinden söz ediyoruz.
Şimdi o yıllarda, bu şartlarda Hikmet Kıvılcımlı’nın kaynakçalarına baktığınızda, dünya literatürünü araştırdığı konularda, ki çok geniştir araştırdığı konular… Felsefeden matematiğe, tıptan biyolojiye, antropolojiye, psikoloji zaten uzmanlık alanıdır, hekim olarak uzmanlığını psikiyatri dalında yapmıştır, başasistandır. İstanbul’daki, üniversitedeki bölümde başasistandır. Sosyolojiden felsefeye, dinden ahlâka yani hayatın her alanında eserler üretmiştir. Ve o eserleri sadece kendi kafasından üretmemiştir, kaynakçalara, kaynaklara erişip onları okumuş ve kaynakça olarak da bizlere aktarmıştır.
Hayret ediyorsunuz… Bugün biz bu internet çağında Hikmet Kıvılcımlı’nın bulduğu o kaynakların bir kısmını, kitapları yayınladığımızda, yayına hazırlık yaparken bu kitapların orijinallerine erişelim istiyoruz. Kaynakçalarına erişelim istiyoruz. Çok büyük emekler harcıyoruz. Gerçekten çok büyük emekler harcıyoruz, günlerce, aylarca sürüyor bir kitabın hazırlanması. Hiç kolay olmuyor yani. Basılı bir kitabın bile, daha önce basılmış bir kitabın yeni baskısını yaptığımızda bile bazen yılları bulan bir çalışma gerektiriyor. Çünkü o kaynaklara, orijinal kaynaklara erişmek istiyoruz, bu alıntıları kontrol etmek istiyoruz. O kitapları bugün bulamıyoruz, arşivlerde bulamıyoruz.
Hikmet Kıvılcımlı o kitapları nasıl buldu o yıllarda?
Türkiye’nin o cezaevi şartlarında, o maddi yokluklar, yoksunluklar içinde nasıl buldu? Nasıl edindi? Nasıl okudu?
Bu bir dâhiliktir. Herkesin yapabileceği bir şey değil bu. Hikmet Kıvılcımlı’yı övmek için söylediğim sözler değil bunlar, objektif gerçekliklerdir. Yüzlerce, binlerce… Yazdığı kitapların tamamına baktığımızda, binlerce orijinal kaynağa erişilmiş, okunmuş ve onlar harmanlanarak, sentezlenerek yepyeni sonuçlara Marksist-Leninist Teoriye katkı anlamında yepyeni sonuçlara ulaştırılmıştır.
Yani sadece alıp, tercüme edip, çevirip, okuyup, motomot-birebir tekrarlamak değil, ondan yararlanmak değil, hayır. Onu aynı zamanda almış, Türkiye’nin kendine özgü şartları içinde, dünya şartları içinde geliştirmiş, yeni bir noktaya, yeni bir niteliğe taşımıştır.
E, şimdi biz Hikmet Kıvılcımlı’ya “Usta” diyoruz. Bunu laf olsun, kara kaşı, kara gözü için, Hikmet Kvılcımlı’nın söylediği gibi, söylemiyoruz. Hayır, gerçekten Usta’dır.
Nedir Ustalığı?
Marks-Engels, Kapitalizmin yüzündeki peçeyi kaldırmışlardır, Lenin Usta, Emperyalizmin yüzündeki peçeyi kaldırmıştır, Hikmet Kıvılcımlı da Marks-Engels’in ve Lenin’in zaman ayıramadığı, vakit bulamadığı Antika Tarihi araştırmıştır ve onun Kanunlarını bulmuştur. O yüzden Usta’dır. Yani soyut bir iddia, bir güzelleme değil bizim Hikmet Kıvılcımlı’ya Usta deyişimiz. Onu övdüğümüzden, onu sevdiğimizden, rehber edindiğimizden değil. Objektif olarak, bilimsel olarak Marksizm-Leninizme katkı sunmuştur, Antika Tarih Kanunlarını keşfederek. O yüzden de Hikmet Kıvılcımlı böyle bir Usta’dır, o yüzden “Usta” diyoruz. İşte o eserler bu Ustalığı getirmiştir, o okumalar ve onları yorumlayıp, harmanlayıp yeni senteze ulaştırmalar, yolumuzu aydınlatmalar olağanüstü çabaların sonucudur.
Reycan Çakır: Kitabınızda yine oğlu Hikmet Kıvılcımlı’yla birlikte mücadele eden, direnen bir kadını, bir anneyi, sizin tanımlamanızla, “Adsız bir kahraman kadını” anlatıyorsunuz. Ancak o yıllarda bu durum toplumumuzda özellikle de kadınlar için ne anlama geliyordu? Kısaca değerlendirirseniz…
Gürdal Çıngı: Gerçekten kahramandır; yani tek sözcükle söylersek kahramandır gerçekten.
Niye?
Sadece bir ana değildir. Oğlu cezaevine düşmüş ki o zaman için, cezaevine bir de düşünce suçundan, örgüt suçundan, komünizm gibi bir “öcü”den ötürü düşmüş cezaevine…
Devrimci olmuş, komünist olmuş bir oğulun annesi, onu sahipleniyorsunuz. Sonra cezaevine düşüyor ve onu sahipleniyorsunuz. Ve sahiplenmekle kalmıyorsunuz, onun davasına siz de katılıyorsunuz ve o şartlarda az önce de söylediğin gibi çok zor, çok erişilmez. Elazığ’a yürüyerek gidiyorsunuz kimi zaman, kimi zaman o yürümeler sırasında tutuklanıyorsunuz. Jandarmanın gözetiminde yürüyorsunuz, jandarma da yürüyor sizi yürüterek bir cezaevinden, bir karakoldan bir karakola götürüyor. Bir trene ulaştırıyor, ulaşım aracına ulaştırıyor, bunlar Münire Anne’nin yaşamındaki yaşanmışlıklar.
Davaya baş koyuyorsunuz, inanıyorsunuz, matbaasını taşıyorsunuz, barındırıyorsunuz, baskısını yapıyorsunuz, dağıtıyorsunuz onları insanlara eriştiriyorsunuz, Parti size güveniyor, inanıyor. Partinin merkez komiteleri sizin evinizde barınıyor, güvenilir ev olarak sizin evinizde barınıyor. Oğlunuz hakkında parti çok övücü şeyler söylüyor, hak ettiği için. Ve bütün bunları harmanlayarak Münire Anne mücadeleden hiç kopmuyor. Ne oğlundan ne mücadeleden kopuyor…
Korkmuyor da tabiî, bir korku yok artık. Her insan bilir ki, bugün de bilir, o gün de bilirdi her zaman bilir; eğer bugünkü yasalar çerçevesinde yasal olmayan bir şeyi saklıyorsanız bunun bir bedeli olur. Cezaevi olur, işkence olur, gözaltı olur, ölüm olur. Ama bunların hepsini göze alıyor o an ve hiç yüksünmüyor, hep bunu yapıyor yani. Bir kez değil, çok kez yapıyor bütün bunları.
Dolayısıyla şimdi her anne cesaret edebilir mi? Her insan cesaret edebilir mi? Edebiliyor mu?
Edemiyor…
Evet, kendi annem de devrimciydi, öyle söyleyeyim, devrimciliği bilmezdi ama devrimciydi. Eşlerimiz, çocuklarımız, kadınlarımız, kızlarımız 12 Mart’ta olsun, 12 Eylül’de olsun, devrimci mücadelenin olduğu her yerde anneler olmuştur, analar olmuştur, bacılar olmuştur. Onlar da destekler sunmuşlardır ama onlardan kaç tanesi nitelik sıçraması yaparak artık sadece bir anne, bir kız kardeş, eş olmaktan çıkıp yoldaş olabilmiştir, fiilen o mücadelenin içine girebilmiştir?
Bu çok değil. Analarımız çok, bacılarımız, kız kardeşlerimiz dediğim gibi çok, halalarımız, teyzelerimiz bu mücadeleye gönül vermiş, katılmış…
Şimdi Münire Anne partili midir? Yani tüzüksel olarak bir parti organında yer almakta mıdır?
Bunu bilmiyoruz, okuduğumuzda kitapta da böyle bir şey yazmadım. Çünkü somut bir bilgiye sahip değiliz.
Ama partiyle içli dışlı mıdır?
Az önce de söylediğim gibi, partinin merkez komite üyeleri evinde saklanmakta mıdır?
Partinin matbaası evinde midir?
Evet öyledir.
Bütün bunları yapmış mıdır?
Dolayısıyla önemi de yok zaten. Yani tüzüklü olup olmamak, kâğıt üstünde partili üye evrakının dolup dolmamasının hiçbir önemi yok. Sonuna kadar partilidir, sonuna kadar partinin militanıdır. En iyi militanlardan birinin annesidir önce, sonra da kendisi bir militandır. Eh, bu bir kahramanlık gerektirir.
Kaç kadınımız var böyle?
Bu dediğim gibi kadınlarımızı küçümsemek değil asla. Yani biz Parti olarak başta Genel Başkan’ımız olmak üzere, Hikmet Kıvılcımlı Usta’mız, “yarımız olan kadın” diyor. Yani kadına sonsuz inanıyor ve güveniyoruz, kadınsız devrimin asla olmayacağını biliyoruz. Kendi pratiğimizden de bunu biliyoruz. Dolayısıyla kadınlar her zaman için devrimci mücadelede en önde, en kararlıca, en militanca yer alıyorlar ve bundan sonra da alacaklar, buna eminiz.
Ama her kadın Münire Anne gibi olmuyor; sadece söylemek istediğim budur. İşte bu kahramanlıktır.
O, onu kahramanlık olsun diye mi yapmış?
Hayır, yoo…
Önce oğluna inanmış, sonra davaya, İşçi Sınıfı davasına inanmış. Onun bakımından da bu kadar, başka bir şey de yok.
Hikmet Kıvılcımlı ne diyor Münire Anne için?
Kendisi Elazığ Cezaevinde yatarken Münire Anne’nin getirdiği Partinin kaynakları, illegal yayınları yakalanınca ve bu yüzden bir yıl ceza alınca, “Çok çalışmıştı, dinlenmeyi hak etti” diyor, o kadar.
Kendisi ceza aldığında ne diyor?
3,5 yıl en uzun, o yıl için o davada verilen en çok cezadır. TKP’nin en önemli davalarından 1929 İzmir Davası’dır. İzmir merkezlidir ve dava İzmir’de görülmüştür. “İyi bir profesör, kızıl profesör yetişmek için yeterli bir süredir”, diyor. “İtidalle”, o günkü gazetenin söyleyişiyle, büyük bir soğukkanlılıkla, “Yeterli bir süredir kızıl bir profesör olmak için” diyor. Annesi tutuklandığında, ceza aldığında, “çok yorulmuştu, dinlenmeyi hak etmişti” diyor. Yani onlar için bunlar doğal şeyler, böylesine içselleştirmişler, kanlarına, ruhlarına her yerlerine sindirmişler.
Bu bir kahramanlık mı?
Evet. Bir kahramanlık varsa bu bir kahramanlıktır tabiî.
Reycan Çakır: Kitabınızdan Hikmet Kıvılcımlı’ya uygulanan susuş suikastının, görmezden, duymazdan, bilmezden gelmenin Münire Kıvılcımlı’ya da uygulandığını aslında anlıyoruz, tanık oluyoruz. Bu konuda bir şeyler söylemek ister misiniz?
Gürdal Çıngı: Şimdi tabiî Türkiye devrimci hareketi, başka ülkelerin devrimci hareketleri de öyledir belki, biraz nankör. Şu anlamda; nankör derken, görmek istediklerini görüyorlar. Objektif olarak bakmıyorlar, objektif gerçeklikleri görmek ve göstermek istemiyorlar.
Şimdi bir Partimiz var. İyisiyle, kötüsüyle, doğrusuyla, yanlışıyla 1920’den bu yana mücadele etmiş bir partimiz var. En son Vatan Partisi’nin 1957’de Vatan Partisi tutuklamasıyla birlikte de dağılışa uğramış bir TKP’den söz ediyoruz. O parti Enternasyonal’in bir şubesi olarak uzun yıllar mücadele etmiş, Türkiye topraklarında savaşmış, cezalar almış, eserler yayınlamış, mücadele etmiş. Şu kadar etmiş, bu kadar etmiş, şöyle başarılı olmuş, böyle başarısız olmuş bunun hiçbir önemi yok. Bu Parti var ve Enternasyonal’in bir şubesi olarak mücadele etmiş, savaşmış bu ülke için.
Ama sonradan gelen kuşaklar, bu tarihi tümden yok sayarak tarihi kendileriyle başlatıyorlar. Kendileri ne zaman siyasi harekete girmişlerse, devrimci mücadeleyi de o tarihten itibaren başlatıyorlar, ne yazık ki. Bu bakımdan “nankör” sözcüğünü kullandım, yoksa buradan bir yere varamayız. Bu bakışla hiçbir zaman da gerçek bir devrimci parti olamayız, gerçek bir devrimci bir örgüt olamayız. Herhangi bir örgütün hiç birisi böyle bir şey yapamaz. Tarih bizim tarihimiz, iyisiyle kötüsüyle, söylediğim gibi. Onun doğrularını, iyilerini alacağız, yanlışlarını nedenlerini bilince çıkartarak göreceğiz ve o yanlışlardan sakınacağız. Tarih bir bütündür yani biz diyalektik düşünüp davranan insanlarız, öyle olmak zorundayız. Ama filmin bir karesini alıp, filmi ondan sonra gösterirsek, ondan önceki film karelerini göstermezsek, objektif olmayız. Türkiye Solu buna düştü çokça ama biz böyle bakamayız, biz bütünlüklü bakmak zorundayız. Tarihi bir bütün olarak görmek zorundayız, dolayısıyla da böyle baktığımızda kadınların mücadelesi de Partinin mücadelesinde daha objektif görülür.
Sorunuz kadınlarımızdı. Yani şimdi Münire Anne’yi kim biliyor?
Hikmet Kıvılcımlı’yı bilen insanlar okudukları kitaplardan demin anlattığım, duydukları makalelerden bildikleri kadar biliyorlar.
Yazılı bir eser şu ana kadar var mıydı?
Ne yazık ki yoktu.
Başka kadınlar için var mı?
Yoo. İşte son yıllarda Zehra Kosova için Fatma Nudiye Yalçı için yazılmış kimi eserler var, tiyatro oyunları var. Yazanlar sağ olsunlar iyidir, tabiî ki yapmak gerekir.
Ama işte birkaç tane örneğin dışında başka örnek var mı?
Hayır, başka örnek yok. Ama o insanlar mücadele ettiler, savaştılar, öldüler, kan kusarak öldüler. Biliyoruz kitaplardan okuyoruz, gazetelerden o kadınların nasıl büyük acılar çektiklerini. Yaşadıkları acılar, eziyetler, işkenceler karşısında, yokluklar karşısında, eşlerinin tutuklanması sonucu nasıl açlık, gerçek anlamda açlık yaşadıklarını. Kitabımızda konu onları içermediği için aktarmadık ama bunlar var. Enternasyonal raporlarıyla var. Dolayısıyla bu kadınlar yeterince görünmüyor.
Sadece kadınlar mı görünmüyor?
Dediğim gibi asıl söylemek istediğim o, Parti tarihi, Parti objektifi olarak görülse o kadınlar da görülecek. Ama parti görünmek istenmediği için, onun mücadelesi yok sayılmaya çalışıldığı için o zaman onun militanları da doğal olarak yok sayılıyor, başta Hikmet Kıvılcımlı olmak üzere.
Hikmet Kıvılcımlı’sız bir TKP tarihi mümkün müdür?
Hiç kimsenin böyle bir şeye ne gücü yeter ne böyle bir olanak bulunabilir. Hikmet Kıvılcımlı döne döne diyor ki, “Aman ha iktidara geldiğinizde, polis dosyalarını yakmayın, mahkeme dosyalarını yakmayın bir tepkiyle”, diyor. Ya da geriye dönük, “Biz artık tamam geldik iktidara, bunlara ihtiyacımız yok, demeyin asla”, diyor. “Bu belgelerin hepsi kalacak”, diyor.
Şimdi bu belgeler bizim ülkemizde var. Sovyetler yok ama Rusya’da da, Enternasyonal’de de var ve birçok başka yerde de mikrofilm olarak, mikrofiş olarak internette de var. Dolayısıyla Hikmet Kıvılcımlı’yı ve Münire Anne’yi ve TKP’nin gerçek militanlarını yok saymaya, TKP’yi yok saymaya kalkmak kimsenin hakkı ve harcı değildir, böyle de bir şey olmayacaktır. Hikmet Kıvılcımlı yaşadığı müddetçe, devrimci insanlar, Gerçek Devrimciler yaşadıkları ve savaştıkları sürece bu mümkün olmayacaktır. Zaten de Türkiye tarihini onlar yazacaklar. Gerçek tarihi, objektif bilimsel tarihi de onlar yazacaklar.
O bakımdan kadınlarımızın da yok sayılması ne yazık ki ister Fatma Nudiye Yalçı olsun ister Zehra Kosova olsun ister Münire Anne olsun ve adsız başka kahramanlar olsun; işçi kadınlarımız olsun, milletvekili adayı olmuş kadınlarımız olsun, cezaevlerine girmiş, fabrikalarda savaşmış, çalışmış kadınlarımız olsun yok sayılamayacaklar. Bu tarih bir gün çok daha objektif, tam anlamıyla objektif daha doğrusu, bir biçimde yazılacak ve onlar Tarihteki hak ettikleri yeri alacaklar, başta Münire Anne olmak üzere.
Reycan Çakır: Buna eminiz. Münire Anne’nin bu kadar yaşadığı acılara, zorluklara dayanabilmesinin özellikle son süreçlerde, artık hayatının belli bir döneminden sonra, devrimcileşmesinden sonra partili olmasının büyük önemini görüyoruz. Partili bir kadın olduğu için, örgütlü bir insan olduğu için o acılara da daha rahat katlanıyor. Mücadeleden de vazgeçmeden yoluna devam edebiliyor. Siz bu konuda çok güzel değerlendirmeler yaptınız zaten.