Hikmet Kıvılcımlı – Kuvayimilliyeciliğimiz Vatan Partisi Gerekçe’si II
“Kuvayimilliyeciliğimiz/Vatan Partisi Gerekçe”si 1954 yılı yazılmış, 1957 yılı basılı olarak yayımlanmıştır. Metin 3 Bölüm halinde yayımlanacaktır. Köşeli parantezler ve dipnotlar bize aittir. (Halkın Kurtuluş Yolu)
DP
Burada şahısların sübjektif (enfüsi-öznel) içlerinden geçen dilek ve niyetleri ile toplum kuvvetlerinin objektif (afaki-nesnel) (gerçekte olan) etkileri arasındaki farkı bir daha hatırlayalım. İlk Kuvayimilliyecilerin bütün iyi dilek ve niyetleri: Türkiye’yi modern bir memleket yapmaktı. Türkiye Tarihinde görülmemiş pahalı devleti kurdular.
Kötü niyetlerinden mi?
Hayır. Vesayet altında tuttukları Ortaçağ artığı zümrelerin etkilerini önleyemediklerinden.
CHP’yi boğan aynı tehlike, DP için de beliremez mi?
DP Liderlerinin en çok kullandıkları söz “Samimiyet”tir. Şu halde onları “Samimiyet”sizlikle ithama [suçlamaya] kalkamayız. Amma, CHP’yi çıkmaza sokan Tefeci-Bezirgân etkilerinin zannettiğimizden daha güçlü kuvvetli olduğunu unutmamalı. Bu zümrelerin bütün kudretleri, en meşru görünüşlü iddialarla en gayrimeşru yollarda yürüyebilmekte üstat oluşlarında gizlenir. En meşru dilek: Vatanımızın modern cennete dönmesidir. En gayrimeşru yol: Memleketimizi Ortaçağ artığı bezirgân ve tefeci eline teslim etmektir.
DP Liderlerinin şahsi [kişisel] dilek ve iyi niyetleri ne olursa olsun, kapitalizmden öncesine ait Osmanlı artığı (Prekapitalist) zümrelerimizin iktidar değişikliğinden anladıkları mana: Bir çeyrek yüzyıldır baskısını duydukları CHP (Vesayet)inden kurtulmak, memleketi “kayıtsız-şartsız” Tefeci-Bezirgân eli ile gütmekti. Çünkü bu zümreler, Otuz yıl evvel, Kuvayimilliyeciliğin zılgıtı önünde memleket bağımsızlığına karşı işledikleri günahın ağırlığından korkup susmuşlardı. Amma Birinci Evren Savaşı’nın vurgunculuğu sayesinde türemiş savaş zenginliğinin torunları idiler. Onlar İkinci Evren Savaşı’nın vurgunculuğu sayesinde yeniden görülmedik bir ekonomik ve toplumsal kudretle kazıklaşmıştılar. Onlar, büyük şehirlerin göbek bağları yabancı firmalarına bağlı kodaman bezirgânlarıydılar. Onlar, göbek bağları Ortaçağ kurumlarına bağlı taşra hacıağalarıydılar. Onlar için parti ve prensip yoktu; yalnız aşırı kazanç ve dizginsiz vurgun vardı. Halk Partisi’nin daralan kabuğunu çatlatmışlardı. Gömlek değiştirir gibi parti değiştirebilirlerdi. En kuvvetli oldukları bir zamanda elbet DP’nin kara gözleri için, demokrat liderlerin hatırları için çıkarlarını feda edemezlerdi. Hürriyet, adalet, müsavat [eşitlik] gibi halk hoşnutsuzluğunu çevirmeye yarayan demokrasi kavramları uğruna kendilerini kurban edemezlerdi.
Bu zümrelerin ekonomi temellerimize ne kadar için için işlemiş bulunduklarını herkes kolayca kabul eder. Fakat aynı zümrelerin ilana dayanan basın ve kültür kurumları kadar, idare ve devlet cihazlarına da hangi derecelere kadar nüfuz edebileceklerini kimse kestiremez. Ancak olaylar, onların etki ve nüfuz derecelerini, hem de sonuç olarak ortaya çıkarır. Çünkü onlar ekonomik işlerimize o kadar hâkimdirler ki toplumsal ve siyasi ilişkilerimizdeki ustaca maskelenmiş rolleri ancak atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra fark edilebilir. Biz CHP “Vesayet”inden sonra, bu etki ve nüfuzun yeraltında nasıl tünel kazarak bizzat DP’nin temellerine mayınlar yerleştirdiğine işaret edeceğiz.
1- Kodaman Şehir Bezirgânlığı: Acem kılıcının bir yüzüydü. Bu zümre, tekelci yabancı firmaların mallarını Türkiye’de satmakla Karunlaşmayı ar değil kâr biliyordu. “Varlık Vergisi”ni çıkarmış bulunan CHP’ye, kan kustururca tövbeler ettirmekle kalmadı. “Kökü dışarıda” yabancı ajanlığını ileri götürdü. Daha CHP zamanı punduna düşürüp, dış etkilerle memleketimizi “Liberasyon” [dışalımı serbest bırakma] tuşuna getirdi. Gümrükleri Avrupa mallarına açınca, zaten besleme durumunda kalmasına sebep olduğu cılız yerli sanayimizi kurbanlık kuzu gibi boğazlatmayı, Varlık Vergisi “Günahı Kebir”inin kefareti [“Büyük Günah”ının diyeti] saydı. Fransa, İngiltere gibi Evren İmparatorluklarına sahip, yüksek teknik ve usullü üretim yapan Batı devletleri bile, kendi öne sürdükleri liberasyonu ciddiye almadılar. Amerikan sermayesi ile en son sistemde kurulan Alman sanayisinin rekabeti önünde tedbirli davrandılar. Biz otuz yıldan beri aralık tuttuğumuz gümrük kapılarımızı, ansızın ardına kadar dayamaya kalkıştık. Küçücük milli sanayimiz, sığır kadar iri Avrupa’nınki ile yarışa kalkan kurbağaya döndü. Yer yer çatlıyordu. Ticaret odaları toplantılarında, dış ticaret başkanı ile konuşulurken, Kodaman Acente Bezirgânlar bütün salonu doldurup saatlerce kendilerini haklı çıkarırlarken, yerli sanayicilerimiz kıyıda, iğreti konmuş bir sıraya sıkışmış, titreşiyorlardı. Sığıntı hali ile söz hakkı almak için yalvarırken adeta paylanıyorlardı.
Basınla, vesaireyle halka yaydıkları haber şuydu: Avrupa firmaları için açık kapılı piyasa haline gelirsek, bol mal gelip kapımıza ucuzluk dayanacaktı.
“Liberasyon” kapısından memlekete ne girdi?
Hep biliyoruz, yabancı mallarının yerli tellalları olan büyük şehir bezirgânlarına gün doğdu. Türkiye Devletinin kasasından doları 280 kuruşa aldılar. Türkiye Halkına aynı doları 500, 750 hatta 1000 kuruşa sattılar. Bir zaman “Karaborsa” adını alan şey, güpegündüz ortalıkta dolaşan beyaz borsa oluverdi. Vurgunculuk elini kolunu sallayarak memleketin efendisi gibi dolaşmaya başladı. Peşin para, akreditif ile olamazsa “vesaik mukabili [belgeler karşılığı]”, o da olmazsa bir, iki, üç sene “uzun vadeli” kredi ile habire memlekete yabancı malları hücum ettirildi. Bu gidişe altın stoku değil, can dayanmazdı.
Halk ucuzluk hacısını beklerken, yabancı haçlı ticaret açığı her yıl on milyonlardan yüz milyonlara yükseldi. Dostlarımız Batılı devletlere milyarlarca borçlandık. Dünyada itibarımız iflasa gidiyor, memlekette ekonomimiz felce uğruyordu… DP faciayı iki yıl sonra kavradı. Doksan derecelik açı ile bir uçtan öbürüne geçmek zorunda kaldı. Yüzde yetmişten fazla “Serbest” bırakılan gümrük kapıları “Yeni rejim”lerle ansızın ve hemen, yüzde yüze yakın bir şiddetle kapatıldı. Geç olsun temiz olsun, denildi. Ne çare ki ekonomi mekanizmamız aynı bezirgânların etki ve nüfuzlarından kurtulmuş değildi.
Nitekim bu sefer iş tersine döndü. Dış ticaret savaş zenginlerini imrendirecek bir mutlak merkeziyetçi, fiili tekel düzenine vardı ve senelerce baltalanmış “paramızı koruma” tedbirleri sonunda gene kodaman bezirgânlara gün doğmuş oldu. Dışarıdan mal gelmeyince, içeriye vakti ile zaten pahalı soktukları ve istif ettikleri malların fiyatlarını, toptan ve adeta bir gecede şakuliliğine [dikeyliğine] minare boyu yükseltme fırsatını buldular.
Meşhur fıkradaki papaz efendi gibi bizim bezirgân efendilerimiz: Dışarıdan mal gelse de, gelmese de “kekâ” idiler. Onların insafsız tamahları [açgözlülükleri] yüzünden, hayat pahası halk için taşınmaz yük oldu. Bütçe açığı yüz milyonlarla artmaya başladı.
2- Taşra Hacıağalığı: Acem kılıcının ikinci yüzü oldu. Hatırlıyoruz. Gene daha CHP iktidarda iken, Amerika’nın “Kafa Tröstü”nden Mister Thornburg çağırılmıştı. Hiç bu memlekette düşünen kafa kalmamış gibi, dünyayı saran petrol kumpanyasının bu sayın ajanından fikir istenmişti. Onun verdiği raporun ekonomik prensibi şuydu: Siz Türkler tarımcısınız, tarımcı kalınız; sanayi mallarının ufak tefeğini yapabilirsiniz amma büyüğünü biz size satarız… Bu teklif otuz yıl evvel, Amerikan Mandasını reddederek bağımsızlığını kazanmış ve kapitülasyonları kaldırmış bir millete; “Sen memleketin çeri çobanlığını yap, kâr kaymağını biz çekeriz”, demekten farksızdı. Amma rapor “Hür Basınımız” tarafından bir mucize gibi alkışlandı. Özellikle; “Türkiye’de temiz abdesthanelere ve hamamlara sahip şehir ve köylere tesadüf edilmez”, diyen rapor; “Mühim bir iktisadi talih”, başlığı altında yayımlandı.
DP, Memleket nüfusumuzun yüzde seksenin tarımla meşgul olduğu gerçeğini düşündü ve herhalde büyük bir iyi niyetle, bu gerçeği çok tarafları ile ele almak ve derinleştirmek lüzumunu duymaksızın işe tarımdan başlamayı daha pratik buldu. Hükümetine program yaptı, lakin bu program hangi toplumsal ve ekonomik mekanizma ile uygulanacaktı?
Asırdide [çağ yaşamış] Ortaçağ artığı zümreler, bulundukları gölgede heyecanla ellerini ovuşturdular. Çünkü fırsat bıyık altından gülümsüyordu. Fırsat adeta gökten zembille inmiş bir gömlekti. Gömlek onların alıştıkları gibi hazırcı Avrupa’dan hem de besbedava imiş gibi geliyordu. Boy poslarına tastamam gelen gömleği giydiler. Kolları, paçaları sıvadılar. Bir yılda memlekete doksan çeşit Batılı traktör ve eklerinin on binlercesi girdi.[1]
Büyük bezirgânlar ve acente şirketler memnundular: “Ziraat Bankası” dört beş yıl vade ile satılan yabancı mallarının değerini kendilerine derhal peşin ödüyordu. Hacıağalar memnundular: Yüzde birkaçını peşin ödedikleri tarım makinelerini yoktan ele geçiriyorlar, beş altı yıllık taksitlerle ileride ödeyeceklerden güzel faiz alacak[lısı] oluyorlardı.
DP memlekette “Tarımsal Kalkınma” gibi en olumlu harekete girişiyordu. Lakin bu iş bezirgân ve tefeci mekanizması ile uygulanınca nereye varıyordu?
Memlekete, alâ-rivayetin [söylentiye göre] 40 bin traktör girmiş. Doğru ise 40 bin köyümüz var, adeta her köye bir traktör. Bu muhteşem bir manzaradır. 40 bin traktör memleketimizi bir anda Asyalı Ortaçağ’dan, Avrupalı son çağına geçirmeye yeter.[2]
Lakin bu muhteşem traktör hamlesine memleketçe ayrılan güç ve dikkat kâfi [yeterli] midir?
Biz sonuçlara bakalım. Türkiye öteden beri -tıpkı fakir köylümüz gibi- zahiresi ile kendisini güç besleyen bir memleketti. Dünyaya buğday ihraç eden beşinci veya altıncı ülke oldu. (Not: Traktörlerden önce de buğday ihracatçısı olmuştuk. Traktörler geldikten sonra da buğday ithal etmeye başladık ya. Belki bir arızadır diyelim.)
Buğday ihracatçılığımız nasıl oldu?
Bildiğimiz gibi ihracat demek, dünya pazarında rekabet demektir. Buğdayımızı yabancı memleket hatırımız için almaz; herkesten ucuz verirsek alır. Buğdayımızı herkesten ucuza satabilmek için, herkesten ucuza mal etmemiz gerektir. Traktörle üretimin ucuza mal olması için birçok şartlar yerine gelmelidir. Evvela traktör ve öteki makineler ucuza gelmelidir. Dünyada hayat seviyesi bizimki kadar düşük az memleket varken, dünyada bizim kadar pahalı traktör ve makine alan başka bir memleket var mı, bilmiyoruz. Traktörü altınla tartıp memleketimize soktuktan sonra bakımlı ve tutumluca kullanmak lazımdır. Bunun için de memleket ölçüsünde sistemli örgüt, bilinçli personel ister. Traktör bezirgânlarına yüklenen tamirhane mecburiyeti lafta kaldı. Köylerimiz, basında çıkan haberlere göre “Traktör mezarlığı” haline girmeye başladı. Bu savaşsız telefat, sürekli tamir masrafları ister. Dünyanın yetmiş yedi buçuk milletinin binbir çeşit aletini sırf ticari kâr bakımından memlekete sokunca, yedek parça anarşisi, en doğal ihtiyaçları bile üç beş misli arttırdı. Ve binnetice [sonuç olarak] masraflar vurgun fiyatlarını icap ettirdi.
Hele Avrupa Birliği tuzağı ile tutturduğumuz serbest ticaret, Liberasyon felaketi, dış ticaret borcumuzu birkaç milyara çıkarıp döviz açığımızı iflas derecesine vardırınca, her şey gibi binbir çeşit yedek parça ithalatını da kıstık.
Böylece traktörle iş görmek, cidden her babayiğidin göze alamayacağı lüks haline girmedi mi?
Başka ekonomik, toplumsal ve siyasi sebepleri bir yana bırakalım; yalnız bu teknik sebepler bile buğdayı modern aletlerle üretmemizin maliyetini adam akıllı yükseltmeye yetti. Köylüler, DP Liderlerine, köyde 50 kuruşa mal edilen buğdayı CHP hükümetinin 30 kuruşa satın aldığından şikâyet etmişlerdi. İş döndü dolaştı traktör yolu ile aynı kapıyı çaldı. Köyde yüksek maliyetle pahalıya üretilen buğday, Ofis kanalından ucuza alındı. Fakat köyün maliyetine nispetle ucuz olan bu fiyat dahi dünya buğday piyasaları için pahalı çıktı. İngiltere, müttefiki Türklerden buğday alacağına, rejim düşmanı Sovyetler’den aldı. Buna önce basınımız bile kızdı. Sonra Osmanlı Ağasının Tefeci-Bezirgân kafası ile evren pazarına kafa tutmasının gülünçlüğü anlaşıldı. Döndük, güya damping yaptık. Unutmayalım ki, sahici bir damping bile sağlıklı bir iktisat alameti [ekonomi belirtisi] değildir. Kendi memleketinde pahalılaştırdığın malı yabancıya ucuza satmak vatandaşın emeğinden, canından, etinden, kanından parça kesip yabancıya peşkeş çekmektir.
Özetçe:
1- Hariçten traktör satın almak: Birkaç bin hacıağayı modern arazi sahibi yaptı mı? Bilmiyoruz. Fakat memleketi (yabancılara) onlarca yılda güç ödenecek borç ve faizlerle bağladı.
2- Harice buğday satmak: Traktör sahiplerinden belki dört bin, belki dört yüz ağayı Karunlaştırdı amma yirmi milyon nüfusumuzun ekmeğini tehlikeye düşürdü ve pahalılaştırdı.
Yalnız burada artık hacıağalığın sınırı, kodaman bezirgânlığın sınırı ile karışıyor. Traktörlü hacıağalar köyünde başlayan yeni düzen, sırf köy ekonomisi bakımından hangi tecellilere varmaktadır? Asıl traktör ve buğday dampingi madalyasının ters tarafı burada görünür. Çorap söküğü haline girecek olan o binbir tecelliden şimdilik yalnız birkaçına kısaca işaret edelim.
A- Mantığın birinci haddi: Türkiye’mizin köyünde (1935 istatistiklerine göre) üretmen köylümüzün yüzde 97’si küçük fakir köylüdür. Bizim küçük köylümüzün çoğu, evvel ezel kendi tarlasında rızkını çıkaramadığı için, köy hacıağalarından veya kasaba tefeci ve bezirgânlarından buğday satın alarak geçinir. Onun için buğdayın iç pazarda pahalanması yalnız şehir halkını değil, bilhassa kuru ekmekle geçinen köylümüzün de yüz kişide 97 kişisini canevinden vurur. Orta köylü dediğimiz yüzde 2,3 köylümüzün de borçlarını artırır.
B- Mantığın ikinci haddi: İş o kadarla kalmaz. Milli bir planla ve halk için, halk eli ile köye girmeyen traktör bugün tekmil kırlarımızda göze batan maddi bir faciaya kapı açar. Daha çok arazi sürmek zorunluluğu, köylülerin boş, verimli topraklarını ve otlaklarını da tarlalaştırır. Bir taraftan toprağın dinlenme ve nadas imkânı azaldıkça kuvveti düşer; diğer taraftan ekilmemiş yerlerde küçük ekincilerin az çok otlatabildikleri beş-on davarı, iki-üç ineği de aç kalır. Köylümüz şimdiden; “Bize paslı demirleri bıraktılar. Hayvanlarımız gitti”, diyor. Zaten nüfusumuza oranla az olan hayvan üretimimiz kıtlığa uğrar. Şehirlerimize bir kilo etin, beş liraya patlaması bir tesadüf değildir. Tek taraflı ve üstünkörü tarım politikamızın zehirli meyvesidir. Bu, şehir halkı için hayat pahasıdır. Amma fakir köylü için nefes borularının tıkanması demektir.[3]
C- Mantıki sonuç: Traktörlü büyük üretim, kara sabanlı ekinciliği rekabeti ile ezer. Sanayide olduğu gibi tarımda da büyük balık küçük balığı yutar. Hele küçük ekinci pahalı zahire ve tohum tedariki yüzünden ağır borca girer ve ekmeğine katık, sırtına ruba [elbise] veren malını, davarını kaybederse büsbütün daha kolay bir lokma haline girer. O zaman toprağını satmaktan veya bırakmaktan başka çare kalmaz. Bugün şahidi olduğumuz köylerden şehirlere işsiz insan akını artar. Bir kelimeyle; köyün binde üç kişisi lehine, binde 997 kişisi tedirgin olur ve eski tefeci hacıağalar sadece modern büyük arazi sahibi haline gelirler.
Kodaman şehir bezirgânlığı ile taşra hacıağalığının elbirliği ve açık menfaat birliği buraya kadar söylediklerimizden kolayca çıkarılabilir. Traktör ve tarımsal aletlerin tedarikinde ecnebi firmaların Türkiye’deki acentesi olan bezirgânlar bir temsilcilik, ithalatçılık ve satıcılık tekeli altında getirdikleri malları, Ziraat Bankasından aldıkları peşin para ile satarak sırça saraylar kurdular. Hacıağalar ceplerinden pek az bir para çıkarmakla, ucuzca ele geçirdikleri toprakları pahalı bir karşılık göstererek, en modern üretim cihazlarını ellerine geçirdiler. Köy ekonomisine eskisinden daha kuvvetle hâkim oldular.
Bu işin birinci aşamasıydı. Burada anarşik ve pahalı bir ithalat çokluğu, dış ticaret dengemizi bozuyor, döviz açığımızı arttırıyor ve paramızın kıymetini düşürüyordu. Köy ekonomisinde plansız makineleşmek, insan yerine aletleri geçirince köyler ıssızlaşıyor, şehre akın edenler işsizler ordumuzu kabartıyor, bu işsizlerin iş bulma rekabeti yüzünden şehirde çalışanların ücretleri düşüyor, hayat şartları ağırlaşıyordu. Demek şehirde ve köyde nüfusumuzun en çok binde beşi kadar bir yekûn tutan büyük bezirgân ve hacıağalar dışında herkes, köylüler, esnaflar, işçiler, aydınlar tarımın makineleşmesi yüzünden bir tehlikeye girmiş bulunuyorlardı.
Lakin her şeye rağmen memleketin Asyalı geri tarımı, modern ekonomi sistemine girdiği için, tarımın makineleşmesini hatta bahsettiğimiz bilinçsiz şekilde de olsa, hiç kimse reddedemezdi. Traktöre düşman olmak, makineye düşman olmak, ilerlemeye düşman olmaktı. Geriliğimizi ebedileştirmek gibi mürteci [gerici] bir kötülüktü. Onun için memlekette herkes, köy ekonomimizin modernleşmesi uğruna ve bu modernleşmenin ileride milli gelişimimize vereceği hız uğruna (başka türlüsü yapılamadığına, boş hayal beklenemeyeceğine göre) bu bilinçsiz ve plansızlıktan çok pahalıya mal olan traktör siyasetini kabul edecekti.
Normal bir Batı ülkesinde bu gelişme (hiç değilse sonucu bakımından) olumlu tarafı olumsuz tarafına galip bir hamle olabilirdi. Hâlbuki bizde kodaman bezirgân ve hacıağa nüfuzu, bu en olumlu görünen “tarımın makineleşmesi” olayını bile inanılmayacak olumsuz sonuçlara kardırdı.
Nasıl?
Dikkat edelim.
Tarımın makineleşmesi niçin olur?
Tarımsal ürünlerin çoğalması için.
Tarımsal ürünlerin çoğalması neden istenir?
Türk Milletinin daha bol ve rahat geçinmesi için… Yani hedef, milli refah ve halkın hayat seviyesini yükseltmek olmalıdır.
Bizde tarımı makineleştirmenin tarımla milli gelirimizi ne derece yükselttiğini sonradan öğreneceğiz.
Tarımsal ürünlerimiz çoğaldı mı?
Öyle görünüyor. Yabancı ülkelere yüz binlerce ton zahire ihraç ediyoruz. Amma hafızalarımız bize Marşalcı[4] traktörler akını köylerimize girmeden evvelki -savaş sonu- yıllarında dahi, memleketimizin harice gene yüz binlerce ton buğday ve zahire ihraç etmiş bulunduğunu hatırlatıyor. O halde sadece dış ülkelere buğday ihraç etmek, (bezirgân-hacıağa) traktör alışverişinin kerametinden ileri gelmeyebilir demek…
Doğrusu buğday ihracatı imkânı, buğdayın tüccarca istihsal edilmiş [ele geçirilmiş] bulunduğundan başka bir şeyi ispat etmez. O zaman bu ticari tarımın kimlere yaradığı ve kimleri taradığı meselesi kendiliğinden ortaya çıkar. Ancak o zaman tarım politikasının gerçek yüzü gözümüz önünde aydınlanır. Gene bir örnek verelim:
200 bin ton buğdayımız ihraç edilecek. Üç büyük yabancı firma: (Dreyfüs, Continental, ve Bunger); karşımıza Türkiye’deki üç yerli ajanlarını: (Dümeks, Birtaş ve Genel İhracat) şirketlerini çıkarıyorlar. Şirketler bu malı Ofisten tonu 94 ve 96 dolara alıp, İspanya’ya 90 buçuk dolara satıyorlar… Yanlış söylemiyoruz: Şirketler 90’a alıp, 96’ya satamamışlardır. Tamamı ile tersine: 96’ya alıp, 90’a satmışlardır! Dostlar alışverişte görsün diye mi? Çünkü 900 bin dolar zarar; bizim resmi para ile 2,5 milyon lira zarar etmişlerdir.
Eyvah battı bezirgânlar mı diyeceksiniz?
Merak etmeyin. Bir esnaf, bir küçük tüccar veya sanayici yahut köylü ve benzeri zarar etti mi, herkes şayet alay etmezse, uzaktan seyirci kalır. Hele devlet baba, hemen iflas masasına oturup, kaybedenlerin terekesini dağıtmaya bakar. Amma o küçük balıklar için öyledir. Hesap milyonları geçti mi iş değişir. Nitekim burada hükümet baba hemen gayrete geldi. Üç yabancı kodaman şirketle, üç yerli acentesinin zararlarını kapatmak için kendilerine dört milyon 700 bin dolarlık dış ticaret imtiyazı bağışladı.
Hem de ne şekilde: “Hükümet bizim sattığımız fındık bedeli doları 280 kuruştan alıyor, bu üç firmaya ise aynı satıştan elde edecekleri doları on liraya satmak müsaadesini tanıyor.” (Cumhuriyet, 20.10.1953)
Yani şirketler, 13 milyona aldıkları parayı 47 milyona satıyorlar. Kambiyo denilen bu para oyunu ile 34 milyon Türk lirası kâr ediyorlar. İki buçuk milyon satış zararları çıkınca 32 milyon net kârı kasalarına indiriyorlar. Bir gazete yerli şirketlere soruyor, aldığı cevap: “23,5 milyon dolarlık ehemmiyetli bir muamelenin büyük bir kısmını finanse eden” üç yabancı bezirgân yalnız 800 bin lira, üç Türk ajanı da yalnız 200 bin liracık kâr etmişlerdir… Yani 32 milyon vuran bezirgânların defterlerine bir milyon bile kâr geçmiyor. Yani devlete yüzde 42 gelir vergisi verecek olan bezirgânlar, kazançlarını 32 defa saklıyorlar. 32 kerre kaçakçılık mı?
Başka Batı memleketlerinde olsa, bu manzaranın dehşeti ile yer yerinden oynar: kabine düşer, skandal kopar. Bizde meseleyi Büyük Millet Meclisi münakaşa bile etmedi.
Ortada bir anormallik yok mu?
O fahiş zararı kim öder?
Daha eski bir buğday ihracat hesabı var. O zaman hükümet, Buğday Ofisi eli ile buğdayı 18,48 kuruşa mal etmiş ve 16,34 ile 15 kuruş arasında bir fiyatla ecnebilere satmıştı. Tonda 21,35 lira zarar; 250 bin tonda 110 milyon; 500 bin tonda 220 milyon lira zarar![5] Hâlbuki Ofis kâr ediyor.
Nereden?
Yabancıya 15 kuruşa sattığımız buğdayın ununu halkımıza 70 kuruşa satmaktan; ekmeğini 40-50 kuruşa yedirmekten değil mi? Yoksa elbet olumsuz sahada unutulmaz kerametler gösterebilen ofis, 100 milyonları yoktan var etmek sihirbazlığını gösterememiştir.
Başka türlü soralım: Bu pahalıya alıp ucuza satmak Ali-Cengiz oyununda 100 milyonlar kimin kesesinden çıkıp, kimin kasasına giriyor?
Nüfusumuzun yüzde 99’dan fazlasını tutan şehir ve köy halkımızın cebinden çıkıyor; binde birkaç kişiyi zor tutan büyük arazi sahibi hacıağalarla bezirgânların kasalarına giriyor.
Milyonlarca ton buğdayın her kilosu [başına] 5-10 kuruş ceremeyi Türkiye Halkının cebinden vergi şeklinde alıp, üç-beş vurguncu şirketle birkaç bin hacıağanın kesesine (aşırı-kâr) şeklinde aktarmak kimin tarafından haklı gösterilebilir?
“Damping” denilecek; dampingi Birçok Batı memleketi yapar, biliyoruz. Fakat bizdeki, yukarıda söylediğimiz gibi “Güya damping”dir. Yani Avrupakârı [Avrupa benzeri] bir damping bile değildir. Damping her yerde kendi milletine pahalı satıp, yabancılara ucuz satmaktır. Amma normal bir Batı devletinde damping, bütün günahlarına karşılık, sanayiye dayandığı, modern üretimi kamçıladığı için bir dereceye kadar olsun iş hacmini genişletme ve yurttaşlarını işsizlikten kurtarma hedeflerini güder.
Bizim alaturka dampinglerin dış ticaret kumarı yüzünden yaptıkları iyilik, ürküttükleri kurbağaya hiç değmez.
İç ticaret bakımından: Dampingle kesesi dolan Tefeci-Bezirgân ve hacıağalar, kazançlarını sanayiye yatırmazlar. Hazır yiyici iratçılıkta kullanırlar. Ya han, hamam, apartman kurarlar ya yüksek faizcilikle geliştirirler. Milli gelir, beton duvarlar şeklinde taşlaşır veya ekonomi temellerimizi kemiren fareleri beslemeye yarar. Vatandaşa çalışma sahası, memlekete mükemmel alet, makine ve refah imkânı getirmez.
Dış ticaret bakımından: Durum daha az feci değildir. Dikkat ederseniz 3 yabancı, 3 yerli şirket doları on liraya satmakla 30 küsur milyon kazanmışlardı. Dolarları kullanmamışlar, başkalarına satmışlardı. O başkaları, beher doları on liradan babaları hayrına satın almamışlardır. Onlar da bu dolarlara karşılık memlekete mal getireceklerdir. Getirecekleri mallardan elbette ayrıca kâr edeceklerdir. O zaman bir dolarımız 15 Türk lirasına patlamış olacaktır. Yani herhangi bir Türk malı, yabancıya bir dolara satıldı mı memleketimize 280 kuruş getirecektir; amma biz yabancıdan bir dolarlık bir mal aldık mı; ona karşılık 1500 kuruş ödeyeceğizdir. Başka bir tabirle: Yabancı malı, bize beş mislinden daha fazla pahalıya gelecek yahut bizim malımız yabancıya 5 kere daha ucuza gidecektir.
Şu basit facianın hangi korkunç ekonomik, toplumsal ve siyasi akıbetlere doğru gelişeceğini burada uzun boylu saymayalım. Yalnız bütün felaketlerimizde bu insafsızca bezirgân ve tefeci oyununun aranabileceği meydandadır. Dış ticaret açığımız, paramızın kıymetinin düşmesi, memleketimizin sanayileşmemesi, işsizliğimizin müzmin hastalık haline gelmesi, hayat pahasının kanser gibi canevimize girmesi… Hatta demokrasimizin daima ölü doğması başka taraflarda aranmamalıdır.
Demokrasimize bundan ne mi?
Unutmayalım, CHP iktidarı zamanında yabancı sermayesinin telkinlerine uyulup, 7 Eylül kararları ile başlayan dağların kayması gene öyle bir buğday ihracat meselesini patlatmıştı. O zaman DP sözcüsü Adnan Menderes Mecliste şöyle konuşmuştu:
“Bütün memleket ihracatının bazı seneler 3-5 yüz bin ton civarında kaldığı düşünülecek olursa, buna tekabül eden miktarlarda hububat yekûnunun 400’den fazla talibi bulunduğu halde, 25 kişinin eline geçirilmesini intaç eden [doğuran] tutumun ve gidişin durdurulması lazım geldiğini takdir buyurursanız. Bu ne Atıf İnan meselesidir, ne parti meselesidir, memleket meselesidir.”
Bu sözler daha o zaman bile iki “ana” parti arasındaki bütün dövüşün, ticaret kârını paylaşma etrafında koptuğunu gösteriyordu. CHP: Kârı 25 kişi yesin diyordu. DP: 400 kişiye üleştirilsin, diyordu. Millete düşen adeta yine ölümlerden ölüm beğenmekti: 25 kişi mi yiyecek, 400 kişi mi?
Bereket milletimiz işin bu ince tarafına aldırmadı. Oyunu DP’ye verdi. Aynı Adnan Menderes Başvekil oldu. Bir de ne görüyoruz? İspanya’ya satılan 200 bin ton buğday 25 kişinin değil adeta 2,5 kişinin yani üç şirketin milyoner olmasına yarıyor… Ve mesele bu sefer muhalefete geçmiş CHP tarafından bile Meclise getirilip, millet önünde konuşulamıyor… Demokrasinin bu kadarına pes dememeli mi?
Neden geriledi gitti demokrasi?
Menderes’lerin şahsi talihsizliklerinden, DP’lilerin bir kör tesadüfe kurban gitmelerinden mi?
Hayır. “Bu ne Menderes meselesidir, ne parti meselesidir, memleket meselesidir!”
Memleket tarımının cihazlanmasında aslan payını yabancı firmalar vurdu. Birkaç yerli kodaman bezirgân şirket milyoner oldu. Birkaç bin traktörün sahibi on bin kadar hacıağa, köy ekonomisine modern silahlarla hâkim oldu. Aşırı kârlar, memlekette ilerleme, çalışma ve teknik getirecek modern üretime girmedi. Şehirlerin taşına, toprağına yatırıldı. Vatanda iş hacmi gerektiği kadar genişlemedi. Mesken [Konut] ve hayat pahası halk için taşınmaz yük oldu. DP’nin hayatı ucuzlatacağına dair verdiği sözü tutmak için başvurduğu her çare, hayat pahasını biraz daha ateş pahası yapmaktan öteye geçmedi.
Yabancı acentesi kodaman şehir bezirgânlığı ile borç traktörüne binmiş, apartmanlı hacıağalığın toplumsal hayatımızda geliştirdiği bütün mirasyedice israfları ve geri tepici ufunetleri [çürümeyi] teker teker saymak hiç kolay değildir. Vatanın bütün olarak yapısında ne gibi etkiler görüldü?
Dört senelik DP iktidarı ile vesayetsiz idarenin, memleketimiz için getirdiği iktisadi sonucu daha genel olarak bir cetvelde okuyabiliriz. Birleşmiş Milletlerin son aylık (1954 Ocak tarihli) “Monthly Bulletin Of Statistics”in “faaliyet branşına göre dâhili net mahsullerin menşei [ürünlerin kökeni, kaynağı]” kısmında Türkiye’mize dair, bizzat hükümetimizin verdiği rakamlara göre şu sonuçları buluyoruz.
Batı Medeniyeti’ni örnek tutuyoruz. Batı Medeniyeti’nde yükselmiş millet demek, sanayisi yükselmiş millet demektir. Bugün dünyada bir memleketin ne kadar geri olduğunu anlamak istedik mi, o memleketin ne kadar “tarımsal” olduğunu sorarız. Birleşmiş Milletler istatistiğinde 24 memleket var. Bunların içinde, dahili net ürün bakımından (Madenler ve inşaat dahil olmak üzere) tekmil sanayi istihsalinin yüzde oranı Türkiye’dekinden daha düşük hiçbir memleket yok!..
İleri modern Batı ülkelerinin tarımsal ve sınai üretimlerinin Milli ekonomilerinde tuttukları oranlar şöyledir:
Demek Amerika’da savaştan önce tarım sektörü %9 iken, 1951’de 6,5’a düşüyor. Tarım oranı düştü diye Amerika aç kaldı mı?
Hayır. Bilakis Avrupa’ya Asya’ya kadar yiyecek gönderiyor. Aynı Amerika’da ise sanayi %27 küsurdan, 29’a çıkmıştır. İtalya’da tarım, savaştan evvel %28’ken, 1951’de 25 küsura düşmüştür. Sanayi %28’den, 36’ya çıkmıştır.
Medeni memleketlerde ilerleme böyle oluyor: Genellikle sanayinin yüzde oranı artıyor, tarımınki azalıyor…
Bizde ne olmuştur?
Resmi rakamlarımıza göre, 24 memleketten sanayisi en geri memleketin Türkiye olması korkunç bir şeydir. Amerikan sömürgesi Filipin’de sanayi %18,5 iken, Türkiye’de Demokrat Parti iktidarından önce %15,5 idi: DP iktidarının üçüncü yılında %12,9’a düştü!
Bugün, küçük komşumuz Yunanistan’da bu oran %23,9’dur. Asya’nın zavallı sömürgesi Tayland’da %14,8’dir. Güney Amerika’nın, geriliği dünyaya alay konusu olan Bolivya’sında bile rakam 15,3’tür. Portoriko’da 16,2, Kolombiya’da 20, Meksika’da 24, Şili’de 31’dir!
Şimdi Büyük Millet Meclisinde Halk Partisi adına, Demokrat Parti’nin dört yılda yaptıklarını özetleyen bir CHP hatibi diyor ki:
“Mevcut altınlar tüketildi. Fatih’ten beri devam eden fütuhatın [fetihlerin] bütün ganimetleri Avrupa’ya uçtu. Hem de basma mukabilinde” [karşılığında] Tezgâhlarımız kapatıldı. Çare olarak dışarıdan istikraz [borç para] arandı. Mecit ve Aziz devrinde gelen bu altınlar açık kapı politikası neticesinde, geldikleri yerlere uçtular. Kalan borçları ancak Lozan’da ve ondan sonra ödeyebildik. Beyazıt’ta Harbiye nezareti [Milli Savunma Bakanlığı] karşısında, bu altınlar karşılığı çıkarılan kâğıt para topluca yakılmıştı.
“İşte DP memleketimizde tatbik edilmiş [uygulanmış] ve neticesi pahalıya mal olmuş bu ağır siyaseti necat [kurtuluş] yolu sanmıştır. O günkü neticeler bugün de aynıdır. Dış ticaret açığı milyarları aşmış, paramız kıymetini kaybetmiştir. Biz iktidarda iken liramız Suriye’de 145 kuruştu. Bugün 35-40 Suriye kuruşuna düşmüştür. On kişinin, yüz kişinin zenginliği hesabına bütün milleti fakr ü zarurete düşme yoluna götürmemeleri için ikaz ettik. Kulak asmadılar. “Paramızın kıymeti düştü. On bin liraya yapılan bir şey, yüz bin liraya olmaktadır. Bütçeyi iki milyara çıkardıklarını iftiharla söylüyorlar. Para bu kıymette giderse, bütçe 50 milyar olur. Tıpkı Yunanistan gibi.” (Meclis müzakereleri, Vatan 8-4-1951)
İyi amma Amerika’nın “20’nci Yüzyıl VAKIF”ını Türkiye ekonomi politikasına akıl hocası olarak ilk getirenler, bu eleştirileri bad-el harab-ül Basra [Basra harap olduktan sonra] yapanlar değil midirler?
Şimdi neden gocunuyorlar? Elleri ile ektiklerini biçiyorlar. Eser ve etki kendilerinin değil mi? Neden sahip çıkmıyorlar?
İnönü, iş işten geçtikten sonra mitinglerde; “Bırakmam yakalarını”, diye bağırıyor. Paşacığın yakasını millet bırakmalı mı?
Paşa bugün yabancı sermaye kanunu aleyhine ateş püskürüyor; “Pekâlâ bilirsiniz ki, ticari hayat Türkiye’de Cumhuriyetle beraber Türklerin eline geçmeye başlamıştı.”
Tamamıyla geçebilmiş midir?
“Yabancı sermaye kanunu ticaretimize de girmek yolunu bulmuş ve Cumhuriyetle başlayan bu inkişafın [gelişimin] karşısına dikilmiştir… Yabancı sermaye kanunu BMM Ticaret Komisyonunda da incelenmemiştir… Yabancı sermaye kanunu maliye komisyonunda da tetkik olunmamıştır… İktidar bir karma komisyon yaparak bir kanunu acele ile ortaya havale etmişti. Bu komisyonda muhalefetten kimse bulunmadı.”
“Mesela yakında Balıkesir’de uzak yakın yabancı komşularımızın çiftlikler yetiştirmesi, çiftlikler kurması mümkün olmuştur. Balıkesir’de bu iktidar yerinde kalırsa bunları göreceksiniz ve bu yabancı çiftliklerden kazanılan paranın 25 lirasına Merkez Bankası bir altın verirken, sizin kazançlarınızın ancak 50 lirasına bir altın alacaksınız” (Şimdi 70-100 liraya bir altın altın oldu. H. Kıvılcımlı)
Paşa bugün Petrol Kanunu aleyhine ateş püskürüyor. Bu kanun Türk Devletinin petrol işletmesi esası üzerine kurulmuştur.
“Kanunda değişiklik yapılması için petrol hakkı sahiplerinin rızası olmasını şart koşar. Petrol kanunu da BMM’nde komisyonlara uğramaksızın bir karma komisyona havale edildi…”
“Petrol kanunu lâyihası [yasa tasarısı], yabancı sermaye ile petrol işletilen bütün devletlerdeki kanunlara nazaran en ağır ve feci şekilde hazırlanmış olanıdır. Bu kanundaki ‘Petrol hakkı sahiplerinin rızası olmadıkça değişiklik yapılamaz’ maddesi komisyondaki ve halk önündeki mücadelemiz neticesinde kaldırıldı. Amma bu fazla bir şey ifade etmez. Zira bu kanunun her maddesi kapitülasyon esası üzerine hazırlanmıştır. Nitekim bu değişikliğin, bu kanunun ruhuna en küçük bir ziyan getirmeyeceğini yabancı gazetelere bizzat başkan söylemiştir. İhtimal sizlere yer altından hazineler fışkıracağı masalını söyleyecekler. Hâlbuki bu kanunla yabancılara 5 sene, 10 sene hatta 12 sene arama hakkı verilmektedir. İnsaf ediniz efendiler, aranması 12 sene sürebilecek ve ancak ondan sonra işletmesi başlayacak bir maddeye ait kanun üç ay bekletilemez miydi? Aceleleri ne idi? Hesapları nedir?”
18-1-1948 günü Sayın İnönü Cumhurbaşkanı iken, DP kurucularından Kenan Öner gazetelere şu beyanatta bulunmuştu: “DP’nin kuruluşunda tüzüğün, programın hazırlanışında patronunuzla beraber bir Amerikalının da bu işlerdeki rolünü tespite çalışıyorum.”
Nihayet, Amerikan Hükümeti petrol eksperlerinden [uzmanlarından] Jeolojist Max Wall anlatıyor:
“Türkiye 20 sene zarfında petrolün araştırılması için 22 milyon dolar harcamıştır. Bu bize göre mühim bir meblağ olmayabilir. Fakat Türkiye gibi petrol işinde ihtisas kesp etmemiş memleketler için büyük bir meblağdır. Bu para ile iki petrol sahası teşkil edilmiş ve muhakkak ki verimli bir iş yapılmıştır.” (Washington, AP, 14-4-954 Hürriyet.)
22 milyon dolar, karaborsada 220 milyon Türk lirasıdır. Bu para ile iki sahayı hazırlamış, sonra petrol kumpanyalarına buyur etmişiz. Amerikalı bile dayanamayıp itiraf ediyor:
“Bu bir devrimci harekettir; zira bu harekete bundan başka bir isim verilemez. Bu hareket son senelerde dünyanın birçok yerlerinde muhtelif hükümetlerin yabancı sermayeye karşı ve bilhassa petrol kaynaklarını işleten yabancı sermayeye karşı takındıkları tahdidî [sınırlayıcı] hareketlerden sonra, Türkiye’nin bu hareketine devrimci damgasından başka bir şey vurulmaz.” (agy.)
Son notlar:
[1] Sonra öğreniyoruz. 1955 istatistiklerine göre memlekete giren traktörlerden hangi firmaya ait olduğu bilinmeyen 129’undan maadası [129’unun dışındakiler]: 86 çeşit firmalı imiş.
[2] 1948 istatistiklerine göre 34.148 köyümüz var; 1955 istatistiğine göre 37.832 traktörümüz var.
[3] Bu tahminimiz de yazık ki sonradan (1957 yılı Başvekâlet “Ziraî istatistik” No 373’teki rakamlara göre) doğru çıktı. 1950’den 1957’ye kadar ekilen topraklar 4688 bin hektar artmış. Fakat ürün getirmeyen topraklar oldukları gibi kalmış. (Yalnız 4 hektar eksilmiş!) Hâlbuki çayırlar ve meralar tam 8301 bin hektar azalmış… Demek çorak yeri imar etmemişiz; köylerin otlaklarını sürüp, tarlaya çevirmişiz. (Köylünün nefes borularını tıkamışız; şehirlinin et, yağ vb. kaynaklarını daraltıp, yiyecekleri pahalandırmışız!)
[4] Burada kastedilen Marshall Planı gereği Türkiye’nin aldığı yardımla getirilen traktörlerdir. “Marshall Planı, II. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konmuş ABD kaynaklı, antikomünist hedefleri olan bir ekonomik yardım paketidir. 16 ülke, bu plan uyarınca ABD’den ekonomik kalkınma yardımı almıştır.” (Vikipedi) (K. Y.)
[5] Burada bir baskı hatası yapılmış olsa gerek. Çünkü bir tonda 21,35 lira zarar demek; 250.000 tonda 5.337.500 lira zarar demektir. 500.000 tonda bu zarar 10.675.000 lira eder. (K. Y.)