Site rengi

Tasarım

HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut: Belki de o günleri yaşamaktan daha çok, o günler için savaşmak güzeldir

02.06.2016
982
A+
A-

 

 

 Av. Sait Kıran: Üçüncü Olağan Genel Kurulumuzu açıyoruz. Gerekli sayı nisabı sağlanmıştır. Genel Başkan’ımıza değerlendirmesini yapmak üzere söz veriyorum:

(Alkışlar…)

 

Nurullah Ankut Yoldaş: Aramızda Arif, Özler gibi öğretmenlik sürecimize öğrenci olarak tanık olan yoldaşlarımız var. Ayakta konuşmamla ilgili mazeretimi anlatmak için buna değiniyorum. O zaman da, arkadaşlarımızın hatırlarındadır, hiç oturmazdım ders anlatırken. Ancak ders bittikten sonra üç dakika kalır, beş dakika kalır; bazen de rica ederlerdi çok önemli sınavları olurmuş o gün; “Hoca’m bu saat ders yapmasak da çok önemli bir sınavımız var ona hazırlansak” diye, öyle izin verdiğimiz ender durumlarda otururdum kürsüye. Çünkü anlayışımıza göre, öğretmenliğin gerçek anlamda hakkını verebilmek için öğretmenin sürekli ayakta olması gerekir. Öğretmen yoldaşlarımızın da, eğitim emekçisi yoldaşlarımızın da takdir edebilecekleri gibi öğretmenin dolaşması gerekir sıraların arasında. Tabiî oturduğunuz zaman sadece elinizi, kolunuzu, yüzünüzü hareket ettirirsiniz ama ayaktayken tüm bedeninizi de ifadelendirerek sözlerinize eklersiniz. O ifadeyi, anlamlandırmanız daha da güçlenir, pekişir.

Bildiğimiz gibi insanların sadece sözleri değildir karşısındakine mesaj veren; psikoloji eğitimi alan arkadaşlarımız da bilirler yani kılıkları, kıyafetleri, giyinişleri, oturuşları, yürüyüşleri, bakışları, gülüşleri, saçlarını tarama stili hepsi aslında bir mesaj verir topluma, çevresine. O bakımdan ben de anlatacaklarımı daha da iyi ifade edebilmek için ayakta konuşurken daha rahat hissediyorum kendimi.

 

ABD, her zaman en korkakları en hainleri destekler

 

Yoldaşlar,

Bu kongreyi farklı bir ortamda yapıyoruz, diğer kongrelerimizden farklı olarak.

En önemli farkımız ne?

Artık Türkiye’de, özellikle düşman (her boydan ve her soydan kesimiyle) artık bizi tanıyor. Yani siyasileri tanıyor, medyadaki yazarçizerleri tanıyor, akademisyen maskeli burjuva Amerikancı bilim adamları tanıyor, hepsi tanıyor. Ve aydın gençliğimiz tanıyor bizi. Halkımızınsa ne yazık ki çok az bir bölümü tanıyor. Yani bilinmez olmaktan bir ölçüde, halkımızı ayrı tutarsak, kurtulmuş durumdayız.

Ama Parababalarının elbette, bu susuş suikastı dediğimiz ablukası bize karşı bütün katılığıyla sürmeye devam ediyor bildiğimiz gibi.

Bizim AKP’giller’le, onların savaş suçlularıyla ilgili davamız bitti. İşin özüne gelirsek; bizim onları yargılamamız ve mahkûm edişimiz bitti. Onlar da ellerinin altındaki mahkemeleriyle bize ceza verdirdiler.

Medyada ne kadar yer bulduk, arkadaşlar?..

Hepimizin gözüne çarpmıştır bu, sosyal medyayı bir kenara bırakırsak…

Ama işte Amerika’nın, Avrupa Birliği’nin, Joe Biden’ın, Amerikan Dışişlerinin sözde kahramanları yani Can Dündar, Erdem Gül ki bunlar CIA’nın yürüttüğü “Ergenekon Davası” adlı operasyonunun destekçilerindendi.

Erdem Gül Yasemin Çongar’lı Ahmet Altan’lı, Emre Uslu’lu Taraf Gazetesi’nin bir çalışanıydı.

Öbürü ise meşrebine uygun olarak, ikili oynayarak, sinsi bir şekilde destek veriyordu. “Eskiden darbeciler bunları içeriye tıkarlardı. Şimdi bunlar darbecileri içeriye tıktılar.”, diyordu.

Yani bunların ikisi de Silivri’de mahkûm edilen, tutsak edilen yurtseverleri suçluyorlardı ve onlara saldırıyorlardı.

Dünyanın dört bir tarafından ses geldi değil mi bu Amerikan uşaklarının mahkûmiyeti üzerine?

Tabiî bize öyle bir destek gelseydi, biz durumumuzu gözden geçirirdik, Amerika’dan, Avrupa Birliğinden bir onay gelseydi…

Ne yaptık biz, bu işimizin neresinde yanlış yaptık, Halka zararlı bir şey yaptık ki düşman bizi sahipleniyor, bizi övüyor diye gözden geçirirdik durumumuzu.

Yani o da işin doğasına uygun olarak yürüyor. AB-D Emperyalistleri hizmetkârlarını sahipleniyorlar; yurtseverleri, antiemperyalistleri ve devrimcileri düşman olarak görüyorlar ve düşman ilan ediyorlar. Tabiî ki öyle yapacaklar.

 

Ve Parababalarının tüm hizmetkârlarının tavşan kadar yürek taşımadığını söylüyoruz bir de değil mi, arkadaşlar?

İşte bunlardan en önde gelen kişinin; Cumhuriyet’i de Taraf, Özgür Gündem, Radikal İki’nin sentezi haline getiren Can Dündar’ın, ne menem bir yürek taşıdığını hepimiz üzülerek gördük. İnanın ben çok üzüldüm. İnsanın o kadar korkak olması üzüyor beni.

Biz üç defa üzerimize kurşun yağdığını biliyoruz, hatırlıyoruz. Biri 1 Mayıs’taydı işte geçenlerde sözünü ettik açıklamamızda. İnanın soğukkanlılığımdan hiçbir şey kaybetmedim ve asla kaçmaya tenezzül etmedim. Yani öleceksek öleceğiz ya… En utanç verici ölüm, insanın kaçarken sırtından vurulup ölmesidir. Ama göğsünden, alnından, yiğitçe, çarpışarak ölmek bizim özlediğimiz bir şey. Yatakta ölmeyi tercih etmeyiz biz. Anlayışımız bu. Önderimizin anlayışı da buydu. İlkel Komünal Toplum şefi atalarımızın anlayışı da buydu. O bakımdan o dünyanın insanları bize anlaşılmaz geliyor ve acıklı geliyor.

Yine iktidarın tepesindeki AKP’giller’in önde gelenlerine baktığımız zaman aynı yüreksizliğe sahip olduğunu görürüz. İşte Ankara’da, İstanbul’da bir yerden bir yere gidecekleri zaman yollar trafiğe kapatılıyor saatler öncesinden. 1500, 2000, 3000 kişilik koruma ordularının içinde dolaşıyorlar. Bugün harcanan Davutoğlu, geçen bayramdaydı değil mi; Diyarbakır’a gitti. Bayram namazını Diyarbakır’da meşhur Ulu Cami’de kıldı. Yani korkusundan gideceğini haber veremiyor medyaya ve çelik yelek giymedim diye de övünüyor o kadar koruma ordusunun içinde. Yahu sen bir yere gizli gidiyorsun hırsız misali, bunu da sadece çelik yelek giymedim diye övünme vesilesi yapacak kadar durumunu algılamaktan, değerlendirmekten uzaksın. Bunlar anlayışça, seviyece düşük insanlar. Tepedeki de öyle. Daha önce de konu etmiştik: Nuh Mete Yüksel TCK 159’dan sorguluyor bunu DGM’de. Rize’de meydanı boş bulmuş Laik Cumhuriyete hakaretlerle bindirmiş. Nuh Mete Yüksel çağırıyor; sen küfür etmişsin Cumhuriyet’e, diye. Okuyor söylediklerini, konuşma metnini, dediği aynen şu: “Bunları söylemesi için insanın deli olması lazım.” diyor. Ve dizleri titriyordu diyor Nuh Mete Yüksel. Oysa yargılandığı 159’dan Orhan Yoldaş ne kadar alır?

Av. Orhan Özer Yoldaş: Bir yıl.

Nurullah Ankut Yoldaş: Bir yıl alacağı ceza.

Av. Tacettin Çolak Yoldaş: İyi halden 10 ay ancak.

Nurullah Ankut Yoldaş: Müeyyidesi de iyi halden 10 aya düşer ama bunlar bu işte, yoldaşlar. Yani Amerika böylelerini kullanır.

Daha önce de söylemiştim, babam hep hatırlatırdı; oğlum cesur adamdan korkma, derdi. Düşmanınsa da korkma, dostunsa zaten o senin çok önemli bir desteğindir. Düşmanınsa da korkma çünkü düşmanlığını sana açıktan belli eder, sen onun ne yapacağını bilirsin. O söyler, gizlemez planını. Sen de ona göre tedbirini alırsın, derdi. Ama korkak düşmandan kork, ona karşı çok tedbirli ol, derdi. Çünkü o sinsidir, kalleştir, kaypaktır; yüzüne güler, senin en savunmasız anında sırtından seni vurur, derdi.

Yani o bakımdan işte Amerika böylelerini kullanıyor. Hiçbir ahlâki, insani değer taşımayan insanları özellikle seçiyor; onları destekleyerek getiriyor iktidara. Defalarca söylemiştik AKP’giller’in normal, sıradan bir siyasi parti olmadığını. Bunların arasında dostluğun, güvenin, sevginin, saygının (içtenlikli saygının tabiî) zerresinin bulunmadığını; bunların çıkar amaçlı bir suç örgütü olduğunu söylemiştik. İşte en son ayrışma bunu bir kez daha belgelemiş oldu, pekiştirmiş oldu, ortaya sermiş oldu.

Dikkat edelim, konuşmayanlar hep durumu gözlüyor. Ağırlıklı olan, daha doğrusu kazanacak kimse onun safında yer almak istiyor. O bakımdan şu anda renk vermiyorlar. Bakalım kim kazanacak, ona göre pozisyonlarını belirleyecekler. Davutoğlu’nun da konuşmasında hiç kimse bir ses çıkarmıyor. 40 dakika mı Mustafa Yoldaş? 40 dakika mı konuşuyor?

Mustafa Şahbaz Yoldaş: Evet.

Nurullah Ankut Yoldaş: Konuşmasını yapmış. Bir tek kişi, işlerin bu noktaya gelmesine üzüldüm, diyor. Onun dışında hiç kimse ses çıkarmıyor. Yani onların derdi koltuk, çıkarları. Yoksa tepede kimin kazandığı, kimin kaybettiği değil. Kim güçlüyse ondan yana oynayacaklar ki mevcut konumlarını koruyabilsinler. Onların derdi o. İşte ne yazık ki 1950’den bu yana Türkiye böyle insanlar tarafından yönetiliyor.

Tabiî bu yönetim bir taşeron yönetimi, gerçek anlamda bir yönetim değil. Gerçek anlamda yönetici; Washington’da, Pentagon’da. Onlarca kitap yazıldı Tayyip Erdoğan’ın, AKP’giller’in nasıl keşfedilip, seçilip getirildiklerini, partileştirildiklerini anlatan. Biz de bunlardan referansla defalarca yazdık, anlattık.

O bakımdan işte Türkiye’de ne demokrasinin zerresi var, ne özgürlüğün zerresi var. Yani ne medya özgür, ne düşünce özgürlüğü var, ne bilim var. Her şey göstermelik, her şey sahte…

Şimdi görünüşe bakarsak yani kâğıt üstündeki pozisyonları dikkate alarak değerlendirme yaparsak, Ahmet Davutoğlu’nun liderliğindeki AKP’nin % 49,48 değil mi aldığı oy oranı? Bununla iktidara geldi. 317 milletvekili çıkardı ve o oyla, o partinin seçtirdiği bir Başbakan.

Şimdi ne oldu?

Kaçak Saraydakinin bir sözüyle bir anda işi bitti ve hiç kimse de onu sahiplenemiyor dikkat edelim. Bu nedir, bu nasıl demokrasi anlayışıdır, bu ne hukuksuzluktur diye yandaş medyadan, akademisyenler televizyonlara çıkıyorlar bu konuda tık çıkmıyor… Akşam yine vardı. Tahammül edemeyiz onların yüzlerini görünce. Prof. ünvanlı biri, Mustafa Yoldaş kanaldan kanala geçerken gördük, hepsi Kaçak Saraydakinin yanında şu anda. Yani bunların demokratlığı da bu kadar. Hukuktan anladıkları, hukuka, insanlığa saygıları da bu kadar bunların. Meclisteki diğerleri de öyle, bunlardan farklı değil.

Ne diyor aynı grup konuşmasında Davutoğlu?

Muhalefet de hakkını helal etsin diyor.

İlk atılan kim?

Partililer: Kılıçdaroğlu.

Nurullah Ankut Yoldaş: Kılıçdaroğlu. Evet, hakkımızı helal ediyoruz. Bizim de helalliğimizi aldın, diyor.

Oysa Aile ve Sosyal Politikalar Bakanının o içler acısı, utanç verici açıklaması üzerine girdikleri polemikte aynı Davutoğlu ne demişti bunun için? Hatırladınız mı?

Av. Tacettin Çolak Yoldaş: “Adam değilsin.”, demişti.

Nurullah Ankut Yoldaş: “Adam değilsin.”, dedi. Daha bir ay ancak geçti değil mi aradan? Ya, sıradan insani ilişkilerde, bir insan başka birine “adam değilsin” dediği anda orada kavga olmalı yani kavga olur. Bir daha yüz yüze bakılmaz. Ama işte bunun kalitesi de bu. Ve ben şunu da söylemiştim: Bunların halka bütün söyledikleri yalan ama birbirleri hakkında söyledikleri doğru. Tek doğruları birbirleri hakkında söyledikleri… İşte böylelerini görünce insan… Az da değil sayıları, arkadaşlar. İnsanın hayvanseverliği daha da pekişiyor, artıyor. Öyle mi Arif Yoldaş? Yani hayvanlarda hiç böyle örneklerle karşılaşmazsınız.

Bir Partili Yoldaş: Hoca’m, Özler de var burada.

Nurullah Ankut Yoldaş: Arif’le göz gözeydim de ondan.

(Gülüşmeler…)

Özler de iyi bir hayvansever.

Hayvanlar ihanet etmez, satmaz insanı. İşte örnekler var. İngiltere’de, İtalya’da, Japonya’da, söz ettik; sahibi ölen köpek Haçiko, 9 yıl her gün sahibinin gittiği tren istasyonuna gidiyor, döneceği saatte bekliyor, dönüyor. Ve Ölünceye kadar vazgeçmiyor beklemekten. Ve bildiğimiz gibi köpekler sahibini korumak için ölebiliyor, arkadaşlar. Yani hayvanların en çirkini, en yırtıcısı bile bunların yanında bin defa daha fazla kaliteye sahip.

Bunların daha işbaşına geldikleri anda, biz ne olduklarını, bütün sınıfsal temelleriyle birlikte, en açık şekilde ortaya koyduk değil mi?

Çünkü bizde şaşmaz bir pusula var, teori var: Marksizm-Leninizm ve onun Lenin sonrasındaki geliştiricisi, o hazinenin en güçlü yeni silah üreticisi Hikmet Kıvılcımlı’nın teorisi var. O, Türkiye orijinalitesinden hareketle tüm Doğu toplumlarıyla birlikte ve özellikle de ülkemizdeki sınıf ilişki ve çelişkilerini işleyerek teorileştirdi ve bilimin ışığını düşürerek bizim yolumuzu aydınlattı. Hep örnek veririz, 1969 yılında “Türkiye’de Sınıflar ve Politika” adlı eserinden Usta’mızın değil mi?

Bunların ne olduğunu, Usta’mız orada apaçık bir şekilde ortaya koyuyor. Bunların belirleyici özelliği; vurgunculukları, asalaklıkları ve alınteriyle geçim sağlayanlara karşı, özellikle onların haklarını savunan devrimcilere, sosyalistlere karşı sınırsız bir saldırganlıkla, bitmez tükenmez bir kinle mücadele etmeleridir. Onların en büyük düşmanı biziz, arkadaşlar. Çünkü halkımızın çıkarlarını gerçek anlamda savunan biricik hareket, gerçek devrimci harekettir.

Sağ ve Solun ayrımı da budur.

Sağ; sömürgen sınıfların yani sermaye sahibi sınıfların, elinde sermayenin gücüyle değer yaratan insanların yarattığı değeri, emeği gasp eden sınıfların yani Modern Parababalarının ve bu AKP’giller’in sınıf temeli olan Tefeci-Bezirgân Sermayenin çıkarlarını savunan, dünya görüşünü savunan siyasi hareket demektir.

Sol da; onların ezip, sömürdüğü, bir sermayesi olmayan, sadece sahip olduğu işgücünü ücret karşılığında bunlara satarak (günlük, aylık, yıllık) geçim sağlayan insanların hak ve menfaatlerini savunan harekettir. Başka hiçbir anlamı yok sağ’ın ve sol’un.

Solun da o mücadeleyi bilimin ışığında yürüten kesimi gerçek Sol’dur. Biz buna İşçi Sınıfı Hareketi, İşçi Sınıfı Sosyalizmi, diyoruz. Bilimsel Sosyalizm, diyoruz. İşte bu sebeple bilimin ışığında Usta’mız bunların ne olduğunu 1969’da koymuş.

Biz de, iktidara geldikleri anda, bunların kimliklerini ortaya koyduk. Bunlarda en ufak ne hukuk, ne hak, ne insan sevgisi, ne vicdan, ne ahlâki, ne insani hiçbir değerin bulunmadığını ortaya koyduk. “Tayyipgiller Kökeni ve Sınıf Yapısı I-II” adlı kitaplarımızda.

Üçüncü baskısını Gürdal Yoldaş, Mustafa Yoldaş, İlhami Yoldaş çalışıyorlar. Yeniden hazırlayacaklar bittiği, tükendiği için.

Ama bizim dışımızdaki hiçbir hareket, bunların gerçek sınıfsal kimliklerini ve siyasi programlarını anlayamadı. Ve o yüzden, şöyle ya da böyle onları desteklediler.

Biz bunların dünya görüşünün Muaviye-Yezid dininin Şeriat anlayışı olduğunu koyduk. Yoksa gerçek İslam’ın değil yani Kur’an’ın, Hz. Muhammed’in ve Dört Halife’nin savunduğu İslam’ın değil…

O İslam, bir yönüyle sosyalizmdir ve Hz. Muhammed’in gönlünden de geçen sosyalist düzendir.

Çünkü kendisi de bir yaşında sütanneye verilmiş. Bedevi yani Göçebe, İlkel Komünal Toplum düzeninde yaşayan bir Arap kabilesine verilmiş.

Sütannesinin adı da nedir Reycan?

Reycan Yoldaş: Halime.

Nurullah Ankut Yoldaş: Halime evet, arkadaşlar. Halime adı da oradan referansla kadınlarımızda sık sık görülen, kullanılan, taşınan bir addır.

Tabiî İlkel Komünal Toplum düzeninde olduğu için Arap Bedevi denilen göçerleri yani hayvancılıkla geçim sağlayan insanlar. Özel mülkiyet yok kabile arasında. Kabile içinde bir eşitlik var ve Askercil Demokrasi dediğimiz bir demokrasi var. Beş yaşına kadar orada yaşıyor ve o toplum değerlerini benimsiyor. Yani İlkel Komünal Toplum değerlerini benimsiyor ve o insanların, o kabile insanlarının nasıl içtenlikli olduklarını sevgiyle, hoşgörüyle, eşitlik anlayışıyla yüklü olduklarını görüyor.

Eğitim Psikolojisiyle ilgilenen yoldaşlarımız bilirler, insanların insani yönlerini yani bilinçlerini oluşturan değerler sistemi 3 ile 12 yaşa arasında yükleniyor çocuklara. Buna “kritik süreç”, “kritik eşik” deniyor, bu terimle adlandırılıyor bu süreç.

Yine bazı eğitim psikologlarının tezine göre; kritik süreçte “ya hiç ya hep” kanunu işler. Yani o süreç içinde bu değerleri çocuğa yüklediniz yüklediniz, yüklemediyseniz ondan sonra ya hiç yükleyemezsiniz ya da çok azını, çok zor bir şekilde yüklersiniz.

İşte AKP’giller, Meclisteki diğer Amerikancı partilerin mensupları da bu kritik süreci (yöneticileri bazında söz ediyoruz) heba etmiş insanlardan oluşuyor. İnsani, ahlâki değerler yüklenmemiş o süreçte. Ondan sonra da bir şey anlatamazsınız o insanlara. Onları yeniden ahlâklı yapamazsınız. O yüzdendir bunların ayar tutmamaları, oradan oraya oynamaları, bir uçtan öbür uca zıplamaları, savrulmaları.

İşte Hz. Muhammed o dönemde o değerleri edindiği için ruhunun derinliklerinde o değerler hep kalıyor. Ve Mekke’deki Tefeci-Bezirgân düzenine bakıyor, bu değerlerin pek çoğu yok. Çok az insanda var. İşte o yüzden o düzene tepkiyle ortaya çıkıyor İslamiyet. Bir tepki olarak doğuyor o düzene.

Ve zenginler, vurguncular hep yerilir Kur’an’da. Onlarca ayetle yerilir. Hep bu sebepten… Ama daha fazlasına gücü yetmediği için tümden vurgunu, sömürüyü yasaklayamıyor. O da bir insan ve ne zorluklar çektiğini ancak gerçek İslam tarihini okuduğunuz zaman görürsünüz, nasıl büyük zorluklarla mücadele ettiğini. O kadarını başarabiliyor.

Çağı içinde buna Önderimiz ne diyor?

Bir “Tarihsel Devrim” diyor, çok doğru olarak. Çok net bir şekilde görüyor. Ama bizim dışımızda bunu da gören yok.

Bu gerçek İslam’la hiç ilgisi olmayan Muaviye-Yezid İslamı var. Yani İslam’ın sadece biçimini, belli kalıplarını, ritüeller denen, yani dini ibadet şekillerini kılığını, kıyafetini, saçını, sakalını, cübbesini, sarığını alıp; ruhunu tümüyle reddeden Muaviye-Yezid İslamı’nın temsilcisidir bunlar dedik, AKP’giller için. Ve bunların önderi Molla Necmettin’in liderliğindeki diğer öncül partileri için.

 

Laikliği kararlıca savunduğu dönemde öteki “Sol” ne yapıyordu?

Bunların onulmaz bir şekilde Laiklik düşmanı olduklarını koyduk. Ve Laikliğin bir toplum için ne denli büyük önem taşıdığını savunduk.

Bizim dışımızda Laikliğin önemini savunan bir Sol Hareket var mı?

Yok arkadaşlar.

Bir Partili Yoldaş: Yeni yeni, altı aydır falan…

Nurullah Ankut Yoldaş: Şu anda… Artık bunu yaşayarak gördüler.

Ama bilimin, teorinin önemi ne? Görevi ne?

Önceden görmek. Net görmek, önceden görmek…

Yaşadıktan sonra herkes görür, yaşıyorsun çünkü bilime gerek yok ki o zaman. Danıştay üyesi Mustafa Yücel Özbilgin katledildiğinde, bizim cenaze töreninde attığımız sloganı ve açtığımız pankartı hepimiz biliyoruz değil mi? Televizyon ekranlarında da saatler boyu dalgalandı.

Av. Tacettin Çolak Yoldaş: Kocatepe’de.

Nurullah Ankut Yoldaş: Evet. Zaten ondan sonra AKP’giller cenaze törenlerinde pankart taşınmasını yasakladı. Sadece bizim o pankartımız üzerine.

Ne diyorduk?

“Şeriat Ortaçağdır.” Ortaçağ düzenidir, arkadaşlar.

Av. Sait Kıran Yoldaş: Hoca’m, Ahmet Necdet Sezer de Cumhurbaşkanlığı makam aracını durdurdu bize selam verip öyle geçti.

Nurullah Ankut Yoldaş: Bize selam verip geçti değil mi?

Evet. O da böylesine dürüst… Küçükburjuva dünya görüşüne sahip yani burjuva anlamda demokrat bir insan ama sosyalist anlamda demokrat değil tabiî.

Burjuva demokratizmiyle sosyalist demokratlık, demokratizm tümüyle farklı birbirinden. O zaman bize karşı çıktılar bu Sevrci Soytarı Sahte Sol dediğimiz Sol.

O zaman ne yapıyordu bunlar okullarda, Beyazıt Meydanı’nda tüm Ortaçağcılarla beraber, bunların örgütleriyle beraber?

Tayyip Erdoğan’la, Abdurrahman Dilipak’la beraber türban eylemleri yapıyorlardı, değil mi bunlar?

Aynı ortak bildirilere imza atıyorlardı, HÖC’ün Grup Yorum’u gelip konserler veriyordu değil mi Beyazıt Meydanı’nda bunlara?

Evet.

Yine üniversitelerde, aktardık, Boğaziçi Üniversitesinde bizim hatırladığımız mesela, bütün bu gruplar tüm Ortaçağcılarla beraber türban eylemi yapıyorlardı.

Biz hep neyi söyledik, arkadaşlar?

Türban kadının özgürlüğü değil esaretinin simgesi!

Tabiî biz insanların tercihlerine asla karışmayız. Ama onu bir siyasi hareketin enstrümanı olarak, bir aracı olarak kullanıyorlardı, kullandılar. Ve biz ona karşı çıktık. Kur’an’da da başörtüsüyle, örtünmeyle ilgili ilk ayet, İslamiyet’in ilanından 10 yıl sonra geliyor.

Yani bu, bu kadar zorunlu, kadınlar için acil bir şey olsa ilk anda açıklanması, ortaya konulması gerekir değil mi?

Biz hep, her şeyi diyalektik mantığımız ve metodumuzla değerlendiririz. Sonrasındaki ayetler de 13 yıl sonra geliyor. Ve başta Hz. Ömer olmak üzere, diğer Sahabilerin zorlamasıyla, başka sebeplerden dolayı geliyor. Yoksa Hz. Muhammed’in gönlünden böyle bir şey geçmiş değil. Yahut da isteyerek yaptığı bir şey de değil.

Kadının cinsel çağrışım yaratmaktan en uzak organı, parçası nedir?

Saçı değil mi?

Bir kadın saçıyla erkek saçını yan yana koyduğumuz zaman, çıplak gözle kimse ayırt edemez.

Bu yasak kılınır da yüzü, gözü, ağzı, burnu niye yasak kılınmaz? Niye örtülmez?

Yani burada bile bu işin İslam’ın özüyle ilgili olmadığı apaçık meydanda. Tabiî bu, anlattık, metinlerimizde var, tâ Sümerler’den gelen bir gelenek, kadınların başlarını örtmeleri. Sümer’den Babiller’e geçiyor, oradan Tevrat’a geçiyor, oradan Hıristiyanlığa İncil’e geçiyor. Rahibe kıyafetleri de bildiğimiz gibi aynı. Oradan da işte bazı Sahabilerin zorlamasıyla Kur’an’a ve İslam’a geçiyor. Pek çok şey, mesela eski gelenekler, İslam’a geçiyor.

Mesela en açığı Kâbe’de tavaf değil mi?

Kadınlarla erkekler orada yan yanalar, yüzleri açık yan yanalar, birlikteler, hiç ayrım yok. Çünkü İslam öncesi aynı ritüel var. Kâbe etrafında şarkılar söyleyerek, el ele tutuşarak, halay çeker gibi yedi defa Kâbe’nin etrafını dolaşıyor, tavaf ediyor kadınlar ve erkekler. Tümüyle oradan geçiyor yani. Hacer-ül Esved denilen kara taş yine tümüyle İslam öncesi bir nesne, bir sembol, arkadaşlar. Gök taşı bildiğimiz gibi başka hiçbir özelliği yok. Kâbe’nin köşe duvarında o da neyin simgesi arkadaşlar?

Av. Doğan Erkan Yoldaş: Şamanizm değil mi Hoca’m?

Nurullah Ankut Yoldaş: Hayır.

Neyin simgesi? Kara taş neyin simgesi?

Av. Sait Kıran Yoldaş: Cennetten geldiği, beyaz taş olduğu söyleniyor sonradan insanların günahları…

Nurullah Ankut Yoldaş: Şimdi arkadaşlar burada, bağışlayın, bir serzenişte bulunayım, çok dikkatli okumuyorsunuz literatürümüzü. Daha yakında çıkan “Kadın” kitabımızda bunun Ana Tanrıçanın-Kibele’nin simgesi olduğunu yazdık. Kibele’nin Semit ve Akad kürtürlerindeki karşılıkları ise Astarte ve İştar’dır. Yazılı şekilde var değil mi Mustafa Yoldaş?

Ali Özçelik Yoldaş: Var, var.

Mustafa Şahbaz Yoldaş: Var

Nurullah Ankut Yoldaş: Var değil mi?

Evet.

Niye Kibele’nin simgesi?

Çünkü Ana Tanrıça en değerli varlık. İnsanlığın en değerli örneği Ana Tanrıça. Göktaşı da öyle binde bir bulunur yahut çok az bulunur. İşte bir Artemis Tapınağı’nda vardı, bir de Kâbe’de var. Gökten düştüğü için işte o yüzden Ana Tanrıçanın simgesi, Ana Tanrıçayı işaret ediyor yani göktaşı. Bu da aynen İslamiyet’e geçiyor değil mi Hacer-ül Esvet de oradan. Yoksa bir göktaşında ne kutsallık olabilir. Zaten Hz. Ömer de diyor ki bir Kâbe ziyaretinde:

“Çok iyi bilirim ki, sen zararı ve faydası olmayan bir taş parçasısın. Eğer Resulullah öpmemiş olsaydı seni asla öpmezdim.”

Yoksa onun dışında bir kutsallık olmadığını biliyor.

Bir taşta kutsallık olur mu?

Olmaz.

Yani bunun gibi pek çok ritüel tamamen İslam öncesinden gelmedir. Mesela namaz var, oruç var, kurban var İslamiyet öncesinde. Hatta Cuma namazı var, Cuma Hutbesi var. Bunları yazdık, kanıtlarıyla gösterdik, değil mi? Oradan geçiyor.

Yani başörtüsü de bu ritüellerden biri. İşte bunun eylemini yaptılar. Çünkü teori yok ki, bilim yok bu insanlarda. AKP’giller’in neden kadını bu işte kullandıklarını, öne sürdüklerini bilmiyorlar ki onlar. Sanıyorlar ki kadının özgürlüğü. Hayır, hiçbir ilgisi yok. Laikliğin de önemini kabul etmediler, değil mi yoldaşlar? Özellikle gençlik toplantılarımızda…

Bir Partili Yoldaş: Karşı çıktılar bildiriye onu koymaya.

Nurullah Ankut Yoldaş: Karşı çıktılar. Metinlerimize Laikliğin konmasına karşı çıktılar, savunulmasına karşı çıktılar. Bunlar Kemalistlerin işi, niye koyuyoruz, dediler.

Bilmiyorlar ki Laikliğin önemini. Laikliği çıkardığın anda toplum Ortaçağa gider; ne bilim kalır, ne demokrasi kalır…

O zaman insanlar din ve mezhep temelinde birbiriyle boğazlaşmaya girer. Bu kadar önemli bir ilkedir Laiklik.

Nitekim burjuva devrimlerinin ayrılmaz bir parçası, kilisenin devletten tümüyle ayrılması ve etkisizleştirilmesi, devletin hiçbir kurumuyla kilisenin bağının kalmaması. Yoksa gelişmez ki… Bilim gelişmez, demokrasi gelişmez Laiklik olmazsa.

Ne diyor bütün dinler, her üç kutsal din de?

Evrenin merkezi dünyadır. Güneş, ay ve yıldızlar dünyanın etrafında döner. Hadis kitaplarında var. O kadarını tabiî Hz. Muhammed nereden bilsin.

Soruyor bir Sahabiye, Ebu Zerr’e; “Güneş gece nereye gider?”, diyor?

Sahabi diyor ki; “Doğrusunu muhakkak ki Allah ve Resulü bilir.”

“Gece dünyanın altında Rabbine secde etmeye gider.”, diyor Hz. Muhammed, böyle yorumluyor.

İncil’de çok daha katı bu. Şimdi anlayış bu olunca, siz ne dünyanın yuvarlaklığını herhangi bir şekilde ortaya koyabilirsiniz, ne dünyanın döndüğünü, ne de dünyanın güneş etrafında döndüğünü, ne de milyarlarca gökcismi olduğunu, sonsuz sayıda gökcismi olduğunu…

Nitekim ilk bilim adamları ne oldu?

Engizisyon mahkemesinde idama mahkûm edildi; Giordano Bauer, Galileo Galilei. Bilim gelişmez. Çünkü genel geçer, dünyanın sonuna kadar geçerli olacak bütün genel doğrular kutsal kitapta konmuştur, dedin mi bilimi tümüyle reddetmiş olursun. Bütün dinler aynı şeyi, der. E, öyle olunca bilime, doğa bilimine gerek kalmaz ki. Değil mi?

Bilim dedin mi (ki ilim deniyor o zaman) yani şeyleri birbiriyle ilişkilendirmekten, bağ kurmaktan geliyor ilim kelimesi. O zaman ilim, dini yorumlamaktan ibaret kalır, başka bir bilim olmaz, gerek kalmaz. O zaman bilim de olmaz, özgür oüşünce de olmaz, demokrasi de olmaz.

İslam Tarihine dönersek; Hz. Muhammed sonrası toplum önderi kim olacak sorusu günün en önemli sorusudur. Hz. Muhammed sonrası yerine geçen Ebu Bekir, Ömer ve Osman halifelerdir, değil mi? Yani Hz. Muhammed’in temsilcisi, onun yerine geçen insanlar, halefleridir. Hz. Ali, bunu kabul etmiyor bildiğimiz gibi değil mi? Benim hakkım yendi, gasp edildi diyor. Ki İslamiyet’in ruhunu tümüyle gerçekçi bir gözle araştırdığımız zaman, Hz. Muhammed (tabiî demokrasiye inancından dolayı) o İlkel Komünal Toplum geleneğinden getirdiği inançtan dolayı, açıkça işaret etmiyor yerine geçecek olan insanın Hz. Ali olduğunu ama dolaylı yoldan hep Hz. Ali’yi işaret ediyor. Veda Haccı’nda da öyle;

“Ali ben demektir, ben de Ali.” diyor.

Ali Özçelik Yoldaş: Daha ne desin…

Nurullah Ankut Yoldaş: Daha ne desin. Ve ölüm döşeğinde. Tabiî sadece başta Ayşe olmak üzere, eşleri var yanında. Bana Ali’yi çağırın, diyor. Menenjitten ölüyor, yoldaşlar. O zaman yaygın, kurtuluşu da yok. Yani seferlerinden birinde kaptığı varsayılıyor değil mi Reycan?

Arif Çakır Yoldaş: Veya zehir verildiği, öyle de bir komplo teorisi var. Zehirlenmiş olabileceği söyleniyor.

Nurullah Ankut Yoldaş: Yok, değil, arkadaşlar. Tüm belirtiler, menenjit belirtileri.

Hz. Ömer’in kızı Hafsa var. O da eşlerinden biri, Hz. Muhammed’in yanı başında. “Ömer’i çağırsak olmaz mı ey Allah’ın Resulü?”, diye söylüyor. Ayşe hemen atılıyor; “Ebu Bekir’i çağıralım ya Resulullah.”, diyor. Ayşe de Ebu Bekir’in kızı bildiğimiz gibi. Bir tartışmaya giriyorlar yani. Ve sonunda Ebubekir geliyor, Ömer geliyor. Ali çağrılmıyor.

Ve yine son anda, bildiğimiz gibi; “Bir kâğıt kalem getirin size nasihatte bulunayım ki kıyamete kadar doğru yoldan sapmayasınız.”, diyor.

Hz. Ömer hemen atılıyor: “Bu adam sayıklıyor, diyor.” Aynen dediği bu. “Bu adam sayıklıyor”, diyor. “Doğru yoldan ayrılmamamız için Kur’an ve Sünnet yeter, daha başka şeye gerek yok.”, diyor. Kadınlarından bazıları, getirelim, diyorlar, bağrışmaya başlıyorlar Hz. Muhammed, tabiî hekim yoldaşımız Mustafa Yoldaş daha iyi bilir, yüksek sesler (ve ışık zaten kapalı) menenjit hastalarını çok rahatsız eder. Yani bu bağrışma o kadar rahatsız ediyor ki; “Kesin, çıkın.”, diyor, “Hiçbir şey istemiyorum”, diyor.

Yani bütün bunlar bize anlatıyor ki Hz. Muhammed’in gönlünde yatan Ali’nin geçmesidir. Sağlığı yerindeyken de açıktan açığa benden sonra Ali’ye biat edeceksiniz, demiyor. Dememesi de gerekirdi zaten; en doğrusunu yapıyor. Sadece işaret ediyor dolaylı olarak. Yani benim gönlümden geçen Ali ama bunu siz seçeceksiniz, demiş oluyor.

Ali de en halkçı Halife bildiğimiz gibi, değil mi arkadaşlar?

En halkçı olan… Mal mülk, para pul hiçbir şeyle ilgilenmeyen biri. Sadece seferden sefere koşan biri…

Alevi yoldaşlarımız düş kırıklığına uğramasınlar, Cem Evlerindeki Ali’yle hiç ilgisi yok suretinin de ha… O tamamen stilize edilmiş, uydurulmuş bir resim. Yoksa orta boylu yani aşağı yukarı biz boyda, kel kafalı, enli tabiî, çıkık göbekli ve kendi deyimiyle çöp bacaklı, ince bacaklı biri. Alnının ortasında da Hendek Savaşı’ndan kalma derin bir yara izi var. Çünkü Arapların yani putperest Arapların, Mekkelilerin ünlü kahramanıyla savaşıyor ya meydan okuduğunda Amr’la,  işte onun ilk kılıç darbesini kalkanıyla karşılıyor ama o denli güçlü ki o büyük savaşçı, o güne kadar karşısına çıkan herkesi parçalamış kılıcıyla, vurup ortadan ikiye ayırırmış, o denli güçlü. Onu anlatmıştık, arkadaşlar. Ali’nin kalkanını yarıyor, alnına değiyor ama kalkan büyük ölçüde o gücü emdiği için kafa tasını yarıp, öldürmesini engelliyor. Tam o boşluğu yakalayarak, Ali de düşmanın kılıcını karşıladığı anda, düşmanın kılıcı kafasına değdiği anda, elindeki kılıcı Amr’ın yani Mekkeli savaşçının omuzuna indiriyor ve deviriyor yere. Yani kontra bir saldırıyla işini bitiriyor.

Sporda da bu çok önemli biliyorsunuz. Güreşte olsun, boksta olsun… Zaten usta sporcular, aynı Ali’de olduğu gibi, hasım saldırdığı anda boş, açık verir. Anında, çok hızlı ve tam hedefe isabet ettirici saldırı yapamazsa o anda verdiği açığı, onu hemen savuşturup karşı sporcu kullandığı anda, devirir hasmını. Güreşte tuş eder, boksta indirir yere. Ali de aynı şeyi yapıyor. Ne yapar boksörlerin gardı? Hasmın yumruklarına karşı sporcuyu korur. Kalkan olur. Siz yumruğu uzattığınız anda ne olur? Çeneniz açıkta kalır, gardınızı açmış olursunuz. Yumruğunuzu isabet ettiremediğiniz anda karşı sporcu eğer iyi bir sporcuysa bu açığı değerlendirir. Kroşe tabir edilen yumruğu çenenize indirdiğinde, sizin hiç şansınız kalmaz. Yerdesinizdir. Ali de aynı şekilde indiriyor rakibini. Tabiî yumruğun yerine kılıcını kullanarak. O, rakibinin kılıcı tam kalkanını yarmış ve oraya sıkışmış durumdayken kılıcını sallıyor ve tek darbede deviriyor Amr’ı.

Neyse, biraz çağrışımlı gidiyoruz Sait Yoldaş…

Av. Sait Kıran Yoldaş: Daha var biraz zaman.

Nurullah Ankut Yoldaş: Var mı zamanımız biraz?..

 

Ortadoğu’daki mezhep savaşları Laiklikliğin ne kadar elzem olduğunu göstermektedir

Yani Laiklik olmadığı anda toplumlar Ortaçağa döner. Din ve mezhep savaşları alır başını gider. İşte ne yazık ki ABD-AB Emperyalistleri, İslam dünyasını Ortaçağa götürdüler. Mezhep savaşlarıyla çalkalanıyor İslam dünyası. Halklar birbirini boğazlıyor. Bunun sonu gelmez.

Bir Partili Yoldaş: Yeni yeni mezhep de türettiler.

Nurullah Ankut Yoldaş: Yeni mezhep de türer, eski mezhepler de birbirini kâfir ilan ediyor değil mi? Mesela yıllarca beraber işbirliği yaptıkları İŞID’in liderleri ne diyor Tayyip için?

Tagud diyor değil mi? Yani puta tapıcı.

Ramazan Kap Yoldaş: Aynı mezhebin tarikatları da birbirini kâfir ilan ediyor.

Nurullah Ankut Yoldaş: Birbirlerini kâfir ilan ediyor tabiî kendi içinde de hepsi. O zaman katliamların sonu gelmez ki. Sonu gelmez… İşte o yüzden İslam dünyası kan denizine döndü bugün.

Ama Laiklik; insanların dinini, inanışını tümüyle insanların özel hayatına indirgemektedir. Yani özel hayatında insan istediği şekilde (önderimiz de der ya, programımız da der) su içer, nefes alır gibi ibadetinde, inancında serbest olacak. Hiç kimse, kişi ya da devlet karışmasına uğramayacak. Ama devletin, toplumun tüm kurumları; başta hukuk ve eğitim olmak üzere, dini kurallarla değil; aklın, bilimin, insanlığın ortak değerlerinin kurallarıyla yönetilecek, işletilecek, oluşturulacak. Laiklik bu, arkadaşlar.

Yani kamusal hizmet alanı, dinden tümüyle ayrıştırılacak. Din, insanların sadece özel hayatına mahsus bir alan olacak. İnsan orada isterse günde yüz rekât kılar, ister bin rekât, ister hiç kılmaz. İster yılda 10 ay oruç tutar, ister hiç tutmaz. Hiç kimse ona karışmayacak. Ne devlet, ne toplum, ne insan, ne kişi…

Ama eğitim Laik olacak. Yani bilimsel eğitim verilecek. Doğanın bilinmezlerini, gerçeklerini ortaya çıkaran ve onları insanlığın çıkarı için, hayatı kolaylaştırmak için kullanan bir eğitim olacak. Yani matematik ve doğa bilimleri öğretecek, sosyal bilimlerde de insanlığın ortak kültürel değerlerini, varlıklarını öğretecek. Dilimizi öğretecek. Yani böyle bir bilim olacak eğitim bilimi.

Bunlar ne yaptılar, tümüyle imam hatipleştirdiler değil mi?

O zaman da eğitim ne hallere düşürüldü…

İşte YGS’ye giriyor öğrenciler, sonuçlar yürekler acısı.

Üniversitelerimiz de öyle. Dünya çapında bilimsel bakımdan en iyi üniversiteler sıralamasında ilk 500’e giren kaç üniversitemiz var?

5 üniversite değil mi?

Onlar da Bilkent, ODTÜ, Boğaziçi, Sabancı ve Koç Üniversiteleridir.

Celal Şengör’ü referans alırsak, hiçbiri sayılmıyor. Hiçbirini saymıyor Celal Şengör. Özellikle doğa bilimleri açısından hiç birini saymıyor.

Onun ölçütü ne?

Oradaki bilim adamları dünya çapındaki bilimsel dergilerde kaç referans aldılar. Yani o bilim adamlarının yayınlarına kaç referans yapıldı uluslararası bilim dergilerinde, onu ölçüt alıyor. Doğru ölçüt bu diyor. Ona göre bir tek üniversitemiz yok, diyor. Ki bence de bu doğru. Doğa bilimleri açısından doğru. Sosyal bilimler açısından zaten, uluslararası üniversiteleri de, ulusal üniversiteleri de, önderimiz de, biz de bir felaket olarak değerlendiriyoruz. Hepsi Parababalarının hizmetkârı, arkadaşlar.

Dönemimizde Türkiye’nin en ünlü ve en Laik, bilimsel kapasitesi en yüksek diye bilinen İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünde okuduk, Marksizm semineri yaptıramadık hiçbir hocamıza. Yani oranın da Felsefede bile durumu bu…

Av. Ayhan Erkan Yoldaş: Hem de o yıllar…

Nurullah Ankut Yoldaş: Hem de o yıllar. Yani devrimci hareketin tüm dünyada hızla yükselişte olduğu yıllar. UNICEF’in araştırma sonucuna göre, Lenin’in dünyada en çok okunan yazar olarak kabul edildiği yıllar, arkadaşlar 1969 sanıyorum. Böyle bir zamanda bile İstanbul Üniversitesinin durumu buydu. Dönemin en demokrat felsefe tarihçisi Macit Gökberk Hoca’mızın (rahmetli oldu) Felsefe Tarihi var. Türkiye’de o zaman tekti Felsefe Tarihi olarak. Şimdi birkaç tane daha çıkmış da onları incelemedim.

Marks, hatırladığım kadarıyla, bir buçuk ya da iki sayfa anlatılır o kitapta, büyük boy 600 küsur sayfalık Felsefe Tarihi kitabında. Mesela bir Spinoza, sanıyorum on üç sayfa anlatılır yani durum buydu. Daha önce de söylemiştim, Nermi Uygur Hoca’mız vardı, pozitivist dünya görüşü açısından Bertrand Russell’cı. “Hoca’m bir Marks Semineri yapalım.”, dedim. İki kez arka arkaya, bir geçen sene, bir sonraki sene Bergson semineri koydu ki bir sömestr devam ediyor.

Bergson, benim papaz felsefesi olarak nitelediğim bir felsefeye sahip, sezgici bir filozof. O dönem, 20’nci Yüzyılın ilk yarısında moda Avrupa’da bu felsefe. Özellikle sosyetenin ve sosyete hanımlarının filan rağbet ettiği bir felsefe akımı bu sezgicilik. Yani bilginin kaynağı ne deneydir, ne akıldır; sezgilerdir. O zaman her insana göre farklı bilgiler var. Ne kadar insan varsa hepsinin sezgisi ayrı. Yani bunu savunan bir anlayış.

“Hoca’m, bu metafizik anlayışı iki defa koyuyorsunuz, bir de Marks Semineri yapalım. Dünyanın yarısı bu insanı biricik filozof diye tanıyor, dünyanın yarısı da bu adama düşman. Bize bunu anlatmadan okulu bitirteceksiniz.”, dedim.

“Sen Marks semineri mi yapmamızı istiyorsun?”, dedi.

“Evet.”, dedim.

“Ben de istersem yaparız.”, dedi. Yapmadı…

(Gülüşmeler…)

Son sene, onu daha önce de anlattım, baktım bir hangi seminerler yapılacak diye. Özler Yoldaş bilir, ilan edilir tabloda. Şimdi öyle mi Özler Yoldaş?

Panoda ilan edilir, bölümün panosunda; hangi hoca hangi seminerleri yapacak.

Özler Çakır Yoldaş: Şimdi artık öyle seminerler de olmuyor.

Nurullah Ankut Yoldaş: Bir sömestrlik seminerlerin hepsi ilan edilirdi. Evet. Baktım bu yok. Ben de gitmiyorum dedim. Artık bu zırvaları dinlemeye daha fazla tahammül edemem. Yani dördüncü sene bir tek derse girdim. Bir buçuk saat sürüyordu, iki ders arka arkaya yapılıyordu seminerler kesilmesin diye, bir buçuk saatlik bir derse girdim, bir baktım yine aynı zırvaları anlatıyorlar bir daha girmedim. İşte tek ortayı da o sene aldım. Arkadaşların notlarından baktım, sekiz gün çalıştım orta aldım. Ondan önce hepsi 100’dü notlarımızın tamamı.

O yüzden öğrencilere de derim, iyi devrimci; hem devrimcilikte iyidir hem okulda iyidir. Yani dersleri.

Daha önce de söyledim, polise düştük mü (sık sık düşerdik) işkenceci polisler sorarlardı işkence sonrası:

“Derslere niye çalışmıyorsun? Annen baban seni okusun diye gönderdi, niye bu işlerle uğraşıyorsun?”

“Benim derslerimin hepsi 100.”, derdim.

“Hadi be! Bizimle dalga mı geçiyorsun?”, derdi.

“Telefon aç, kaleme sor bakalım, bir tane 99 bulabilecek misin?”, derdim.

“Adama bak yahu, hem her gün komünist eylem yapıyor hem de dersleri 100’müş.”, diye birbirlerine anlatırlardı.

Yani demek istediğimiz, benim dersim var diye devrimci görevlerini aksatmayacak iyi bir devrimci. Ben devrimciyim diye de annesini babasını üzmeyecek. O sorumluluğu da yerine getirecek. İkisini de yapmak zor değil.

Evet, yine çağrışımlı oldu biraz, arkadaşlar.

Şimdi yoldaşlarımızın da söylediği gibi, bizim Soytarı Sol da artık Laikliğin önemini anladı, değil mi? Hatta Sahte KP Laiklik bildirileri filan yayımlıyor değil mi?

Av. Tacettin Çolak Yoldaş: Onlar kazanacakmış, Laikliği kazanacakmış.

Mustafa Şahbaz Yoldaş: Aydınlanmacılar.

Nurullah Ankut Yoldaş: Evet.

Mustafa Şahbaz: Yoldaş Laiklik ve Aydınlanmacılar.

Nurullah Ankut Yoldaş: Evet. Aydınlanmacılar.

Bir Partili Yoldaş: Gerçek Laikliği de savunmuyorlar Hoca’m, ikiyüzlüler.

Nurullah Ankut Yoldaş: Bilmezler tabiî.

Büyük bir çelişki içindeler bu KP’liler. Bir taraftan bizim Demokratik Devrim anlayışımıza karşı çıkıyorlar, Leninci İki Basamaklı Devrim anlayışımıza. Birincisi Demokratik Halk Devrimi, ikinci basamak oradan sıçranacak olan Sosyalist Devrim. Buna karşı çıkıyorlar, programınızda niye sosyalizm geçmiyor? falan diye, bize çömezlerini saldırtıyorlar. Diğer taraftansa bizim Demokratik halk Devrimi Programımızın sadece Laiklikle ilgili ilkesini savunuyorlar. Kaldı ki onu da sınıf temelinden kopuk olarak savunuyorlar. Muaviye-Yezid dinini siyasi ideoloji belleyen Ortaçağın Tefeci-Bezirgân sınıf temelinden kopuk olarak savunuyorlar. Savunmaya çalışıyorlar diyelim daha doğrusu… Çünkü dini gericiliği, siyasi ideoloji halini getirip sürekli ürettiği için bu Antika sınıfın (ki üretim dışıdır, asalak ve sömürgendir), toplumda kökleri kazınmadan dini gericilik yok olmaz. Laiklik egemen kılınmaz.

Bizim Soytarı Sahte KP’liler, bir yandan Sosyalist Devrim Programı derken, diğer yandan Demokratik Devrim programının bile üç vazgeçilmez prensibini, sınıf temelleriyle birlikte görüp savunamıyorlar.

E, hani sen Sosyalist Devrimciydin?..

Oysa bizim demokratik devrim anlayışımızın ilkeleri belli değil mi?

Bu Sosyalist Devrim Programı değil ki, Minima Program, diyoruz. Demokratik Halk Devrimi programı bizim şu anki programımız. Sosyalist program değil. Yani devrimimizin birinci basamağının programı.

Bunları üç ilkede özetledik biz, değil mi arkadaşlar?

Bir; Antiemperyalizm. Yani Kuzey Amerika-ABD Emperyalizmine, Avrupa Birliği Emperyalistlerine şiddetle karşı olacağız ve onların yerli ortaklarına, yerli işbirlikçilerine, Parababalarına… Çünkü ikisi birbirinden ayrılmaz. Birine vurmadan öbürüne vuramazsınız, birine dokunmadan öbürüne dokunamazsınız, bir bütün.

İki; Antifeodalizm. Yani tüm Ortaçağcı sınıf ve tabakalara ve onların dünya görüşlerine, Muaviye-Yezid dininin Şeriat anlayışına karşı olacağız. Ya da başka türlü ifadelendirirsek; Laikliği savunacağız.

Üç; Antişovenist olacağız.

 

Son gelişmeler ışığında ABD-AKP-PKK üçgeni ve Kürt Meselesi

Şovenist olmak ne demek? Biliriz değil mi?

Kendi ulusunun biyolojik, kalıtsal özelliklerinin diğer ulusları oluşturan milletlerden daha üstün, daha yüksek, daha değerli olduğunu öne süren anlayıştır şovenizm.

Biz; halkların kardeşliğine ve milletlerin eşitliğine inanıyoruz.

Tabiî ki Tarihimize sahip çıkıyoruz. Tarihimizdeki tüm devrimlere, tüm olumluluklara…

Ama bu, kalıtsal olarak milletimizin yani insanlarımızın, diğer milletlerin insanlarından daha üstün, daha değerli, daha asil bir kana sahip olduğu anlamına gelmez. Bunu savunursak, o zaman şovenist oluruz. Yani başka milletlerden kendi milletimiz daha üstündür, deriz.

Biz milletlerin eşitliğine inanıyoruz.

Türkiye özelinde de, Türkiye’nin en yakıcı sorunu olan Kürt Sorunu’nun eşitlik, özgürlük, kardeşlik temelinde çözümünden yanayız ve onu savunuyoruz.

Antişovenist olmanın yerel, özgül anlamı da budur, arkadaşlar. Ve bunu da hep tekrarlıyoruz.

Bilmezlikten geliyor Sevrci Soytarı Sahte Sol değil mi?

Zırvalarla bize saldırıyorlar, demagoji üretiyorlar yani Nazi yöntemiyle, Goebbels yöntemiyle bize saldırıyorlar. Biz de hep tekrarlıyoruz:

Edirne’den Doğu Türkistan da dâhil olmak üzere Çin sınırına kadar, Türk-Kürt Halk Cumhuriyeti diyoruz.

Kürt Sorunu’nu çözüm anlayışımız bu bizim. Bunu Önderimiz o günkü şartlara uygun olarak 1933’de koydu, biz bugünkü şartlara uygun olarak bu şekilde formüle ediyoruz.

Ortadoğu’da bir Kürt Sorunu var, yoldaşlar değil mi?

Bu millet dört parçaya bölünmüş durumda. En ağırlıklı parçası da şu anda Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde. Bu azınlık sorunu değil. Hep öyle karıştırıyorlar bazıları. Hayır, azınlık sorunu değil bu; milli sorun, millet sorunu. Yoksa her milletin içinde azınlıklar olur, saf millet dünyada yok. Ama bu azınlık sorunundan apayrı bir millet sorunu. Yani Türkiye’nin Kürdistan denen bir bölgesi var değil mi, Türkiye’de bir bölgesi var. Ve diğer komşu üç ülkede de Kürdistan’ın diğer parçaları var.

Bu sorunu biz devrimci bir tarzda çözmezsek biraz önce dediğimiz formüle uygun olarak, Amerika çözüyor değil mi?

Çözüyor.

O nasıl çözüyor?

O elbette kendi çıkarlarına uygun bir şekilde çözüyor. Biz Türk-Kürt Halk Cumhuriyetini kurunca bu, emperyalizme karşı aşılmaz bir kale oluşturacak; hem ülkemizde, hem Ortadoğu’da, hem Asya’da. Emperyalizmi bölgemizden, Ortadoğu’dan ve Asya’dan kovacak.

Amerika’nın; PKK, HDP, PYD aracılığıyla gerçekleştirmek istediği çözüm amaçlıyor?

Bırakalım Amerika’yı kovmayı tam tersine Amerika’yı bölgeye patron olarak daha da güçlü bir şekilde yerleştirmeyi amaçlıyor. Amerika’ya bölgede ikinci bir petrol bekçisi devlet oluşturmayı amaçlıyor, ikinci bir İsrail oluşturmayı amaçlıyor.

Bu sorun mutlaka çözülecek artık. Ya devrimci bir tarzda ya Amerikancı bir tarzda. Artık bugüne kadar olduğu gibi kalmasına imkân yok. Şu an itibarıyla dünyanın içinde bulunduğu, bölgemizin içinde bulunduğu, ülkemizin içinde bulunduğu şartlarda bu sorun mutlaka acil bir şekilde çözülmeyi bekleyen bir sorundur ve çözülecek.

İşte Demirtaş bir hafta önce Amerika’ya gitti geldi değil mi?

Orada hem Obama’nın yardımcılarıyla görüştü hem de CIA’nın düşünce kuruluşlarıyla görüştü.

Ve Tayyip’in restini gördü, geldiği zaman yaptığı açıklamasında değil mi?

Demirtaş hiç bugüne kadar böyle bir açıklama yapmamıştı.

Ne dedi?

“Arkadaşlarımız tutuklanır vekilliklerinin düşürülmesine kadar gidilirse hiçbir seçenek bizim için tartışılmaz olmayacak. Halk isterse birden fazla parlamento kurar”

Bu nedir?

İki Meclis, iki ayrı devlet demektir, arkadaşlar.

Buna ne diyebildi AKP’giller?

Hiç, tık yok.

Çünkü Amerika olsun, Avrupa Birliği olsun artık bu meselenin arkasında, acilen ikinci İsrail’i, Müslüman İsrail’i oluşturmak istiyor. Ve on yıllardan bu yana söylediğimiz gibi, bu gerçekleşecek ne yazık ki. Devrimci çözümü bunun önüne geçirecek kitle gücüne sahip değiliz biz şu anda ne yazık ki. Amerikancı çözüm geçecek hayata, arkadaşlar. Bunu önleyebilecek bizim dışımızda başka hiçbir güç yok.

Şimdi bazıları ne diyor milliyetçi, ırkçı partilerin ve söylemlerin etkisiyle halkımızdan da sıradan bazı insanlar?

Ordu bölücü terörü ezecek, bitirecek, bu iş sonlanacak.

Hayır, öyle bir şey yok. Bir milleti öldürmekle tüketemezsiniz. O savaşan insanlar, o bölgede, oradaki halkın en az % 65’inin oyunu almış durumdalar ortalama olarak. O halk, o insanları destekliyor, o insanlara sahip çıkıyor. Ve şu kadarını öldürdük diye övünüyorlar. Aslında bu parçalanmanın, bu gidişinin belirtisi. Çünkü insanlar ağaç kovuklarından doğmuyorlar, mağaralardan doğup gelmiyorlar değil mi? Analar doğuruyor, babaları var, kardeşleri var, yeğenleri var, amcaları var, dayıları var.

Şimdi o insanı öldürdüğünüz zaman bütün (o en azından yakın çevresini oluşturan) insanlar size ne yapacak?

Sonsuz bir kin ve nefret besleyecek. O kinler arttıktan sonra artık parçalanma durdurulamaz.

Şimdi deniyor ki, Demirtaş’ın dediğini yaptırmayız, öyle mi? Hadi Diyarbakır’da kurdurmadın.

O zaman ne yapar?

Rojova’ya gider değil mi?

Kandil’e gider, Erbil’e gider orada Meclisini kurar.

Ve iş neye kalır?

Amerika’nın (aynen bilgisayarda bir sayfayı açmak için bir tık yaparsınız ya) bir tıka ihtiyaç var değil mi?

Amerika’nın bir sinyaline, bir tıkına ihtiyaç var. Birleşmiş Milletler o Meclisi tanıdığı anda, iş sonuçlanmıştır. İş oraya gidiyor.

Bir partili Yoldaş: Hoca’m kaldı ki zaten AKP’giller de bölünmenin bir parçası.

Nurullah Ankut Yoldaş: Bölünmenin bir enstrümanı, bunların hepsi onun parçası, buna da böldür, diyorlar. Böldürerek yol alınıyor, oraya doğru yol alınıyor. Tabiî bu arada parçalanacak, Amerikancı Kürt Devleti kurulacak.

Ama ondan sonra da bu iki halk birbirinden tümüyle kopmayacak. Biz devrimci anlayışımızı, devrimci inancımızı, devrimci duygularımızı, kardeşçe düşüncelerimizi ve ideolojimizi o insanlarla paylaşmaya, onlara aktarmaya devam edeceğiz. Ve bin yıldan bu yana bir arada yaşadığımız gibi, yeniden bir arada yaşamanın metot, biçim ve şartlarını, şeklini bulacağız. Ama bu daha uzun bir yol olacak… Ne yapalım 50, 100 seneler insanlığın, hele de doğanın tarihini göz önüne aldığımız zaman, bir göz kırpımı kadar kısa mesafelerdir.

 

Türk Sorunu

Aynı anda bir de Türk Sorunu var arkadaşlar dünyada. Altı parçaya bölünmüş bir de Türk Ulusu var. İşte Doğu Türkistan, Uygur-Sincan Özerk Bölgesi dâhil olmak üzere, beş tane de Türk Cumhuriyeti var Asya’da değil mi?

Onlar da Türk, arkadaşlar; tarihimiz bir, kültürümüz bir, dilimiz bir.

Bir Partili Yoldaş: Coğrafyamız bir.

Nurullah Ankut Yoldaş: Tabiî, tarihsel coğrafyamız bir ve ekonomik çıkarlarımız da aslında bir. O birlik de var.

Şimdi Özbeklerle konuştuğumuz zaman… Birbirimizi nasıl anlıyorsak…

Ben tanık oldum, bizzat Marmaray’da yaşadım. Özbek bir anne ve iki çocuğunun bütün konuşmalarını anladım. Yani aynen bizim Türkçemiz, biraz farklı ağızda konuşuyorlar.

Ben, “Türkmen misiniz?”, dedim anneye.

“Özbek.”, dedi.

“Buraya gelince hiçbir iletişim, anlaşma güçlüğü yaşadınız mı?”, dedim.

“Yo, yaşamadım.”, dedi.

“Orada da aynen böyle mi konuşuyordunuz?”

“Evet, aynı. Dilimiz bu bizim.”, dedi.

Azerbaycan’da aynı şekilde, arkadaşlar, anlaşılıyor.

Diğerleriyle de lehçe farkı var. Kırgızlarla, Kazaklarla, Türkmenlerle. Oralarda da birkaç ay içerisinde anlaşma sağlanır.

Reycan Yoldaş: Yazı dili anlaşılıyor. Ben Türkmenistan’a gitmiştim de. Konuşma anlaşılmıyor ama yazı dili anlaşılıyor.

Nurullah Ankut Yoldaş: Yazı dili anlaşılıyor. Aksandan dolayı konuşma anlaşılmıyor, yazı dili anlaşılıyor. Evet arkadaşlar.

Geçen, National Geographic’de bir belgesel izledim, yoldaşlara da anlattım. Bu, Çin sınırları içindeki Kırgızların hayatını konu alan ve hayvan sevgisini konu alan bir belgeseldi. Orada da cümle kuruluşları aynı. Bazı kelimeleri, eklemeleri anlıyorsunuz ama cümlenin tamamını bir anda anlayamıyorsunuz yani biraz farklılaşmış.

Fakat bir de şunu gördüm yoldaşlar. Mustafa Yoldaş, Serdar Yoldaş’la da paylaştık, 300 sene önce nasıl yaşıyorlarsa, şimdi de aynen o şartlarda yaşıyorlar, Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içinde olan Kırgızlar. Devletle bir temasları yok. Hayvancılık yapıyorlar. Coğrafya kıraç ve dağlık. Yani tarıma asla elverişli değil. Tarım yapılacak bir arazi yok. Onlar da köylerde hayvancılık yapıyorlar, küçükbaş hayvancılık. Atları var cılız, ufak. İri, görkemli atlar değil. O da tabiî tarımda kullanılmadığı için, binit olarak kullanılıyor. Binek hayvan olarak.

Hobileri de bakıyorsunuz (orada onu işliyor esas), Kartalları evcilleştiriyor bazıları. En saygı görenleri onlar oluyor. Gidip uçurumun kenarından, yavruyken, yuvadan yavru Kartalı alıyor, sağlıklısını, onu büyütüyor. Alıştırıyor, kolunun üstünde, atının üstünde dağa gidip onunla av yapıyor. Tavşan avlıyor. Onlar çok saygı görürmüş toplumda.

Doğayla o kadar uyumlu ki… Üç yaşına geldiğinde de Kartalı özgürleştiriyor. Yani hâlâ İlkel Komünal geleneklerin bir yansıması bu. Ve en son Kartalından ayrılacağı günkü konuşmalarını izletiyor belgeseli yapan, böyle loş bir odada, özel bir odası var Kartalın, orada duruyor. Büyük bir dal var onun üzerinde, kendisi de oturmuş böyle sedir gibi yapmış oraya;

“Sevgili Kartalım, ben sensiz nasıl yaşarım? Nasıl dayanacağım senin yokluğuna? Senin, evladımdan hiçbir farkın yoktu benim için. Ama sen özgür doğdun, özgür yaşamalısın ve özgür ölmelisin yine. Bunun için senden ayrılacağım.”, diyor.

Gözlerinden yaşlar böyle süzülüyor, arkadaşlar adamın…

Ve götürüyor Kartalı. Yine özel başlıkla… Başlığı çıkaramadığınız sürece hareket etmez, diyor. Avı gördüğü anda başlığını çıkarıyor, Kartal anında avı görüyor ve 300 km hızla avına uçuyor. Yaklaşıyor, diyor. Müthiş bir hız yani. Anında, pençeleri altına aldığı anda öldürüyor avını. Bu sefer götürüyor, başlığını çıkarıyor;

“Kartalım, hadi.”, diyor… Kartal uçuyor. Kendisi hızla geri dönüyor, kartal geri gelmesin diye. Yavrular yapacak ve doğada özgür yaşayacak, diyor. Yani ben bunu yakaladım, bu kadar eğittim, uğraştım, hep av yapayım bununla demiyor. Üç yıl diyor süresi.

Yani oradan hareketle… Oğlu okula gidiyormuş bir tek. Bir gün gelmiş, bizim gençler gibi yani, iki dizinin üzerinde oturmuş, saygıda kusur etmiyor; “Ben okula gitmeyeceğim, senin gibi çoban olacağım ve Kartalım olacak baba.”, diyor.

“Oğlum, bu hayat çok zor bir hayat. Ben senin bir büroda çalışarak yaşamını sağlamanı isterdim.”, diyor.

“Hayır, ben atalarım gibi ve senin gibi yaşamayı seçtim.”, diyor.

“Peki, öyleyse.”, diyor.

Demek istediğimiz arkadaşlar, sosyalizm ancak okula gitme imkânı sağlayabilmiş isteyen gençlere. Onu da zorunlu kılmıyor, öyle anlaşılıyor.

Ve günlük ekonomik hayat 100 yıl, 200 yıl, 300 yıl öncesi nasılsa öyle… Giyinişleri de öyle, davranışları da öyle, kültür de öyle, gelenekler de öyle, maddi hayatı kazanma biçimi de öyle. Ne acı ki, bu sosyalizm de tabiî bizim teorik olarak benimsediğimiz, Marksizmin-Leninizmin ortaya koyduğu bilimsel sosyalizm değil. Onu görüyoruz, arkadaşlar.

Bir Partili Yoldaş: Formel, Formel Sosyalizm.

Nurullah Ankut Yoldaş: Evet, evet. Formel, biçimsel sosyalizm yani.

Biçim olarak sosyalizm ama ruhu yok, özü yok.

 

“Ergenekon Davası”nın cezası sonucunda değil sürecindedir

Şimdi oradan hareketle 2007’den sonra “Ergenekon Davası” diye bir CIA operasyonu oldu, değil mi, arkadaşlar?

Ne zamana kadar sürdü?

2013’e kadar değil mi?

AKP’giller’in Fethullah’la ayrışmaları, miras kavgasına, paylaşım kavgasına girerek ayrışmaları, birbirlerini düşman ilan etmeleri 2013’tü.  2013’e kadar sürdü. Ve bu operasyonun, bu CIA operasyonunun ilk adımında biz olayı gördük, değil mi?

İşte büyük boy iki sayfa bildirimizde bunu ortaya koyduk. Bu bir CIA operasyonudur. Laik, yurtsever, antiemperyalist, Mustafa Kemalci ve Birinci Kuvayimilliye geleneğine sahip güçleri ezmeyi, sindirmeyi, bertaraf etmeyi amaçlıyor dedik. Ve o süreç içerisindeki yazılarımızda da, bu davanın cezası sonucunda değil sürecindedir dedik, değil mi? Bir başyazımızın başlığı bu Kurtuluş Yolu’nda. Çünkü o süreç içinde o güçler bertaraf edildi, ezildi, sindirildi, korkutuldu, tasfiye edildi. Şimdi bazı soytarılar diyorlar ki; ya işte Silivri zindanlarını yıktık, operasyonu boşa düşürdük. Yahu operasyon amacına ulaştı.

Operasyonun amacını AKP’giller’in en önde gelen temsilcilerinden Hüseyin Çelik nasıl açıklamıştı, arkadaşlar?

Ordunun görevi bir site güvenlikçisinin görevi gibi olmalıdır. Yani bekçilik görevi…

Şimdi aynen site güvenlikçisi durumuna düşürüldü mü ordu?

Düşürüldü, arkadaşlar.

Bir de o kadar Subayları, Komutanları içeriye alındı, gık diyen oldu mu?

Olmadı.

Bir de CIA, komuta kesiminin ruhunu boşaltmış. Bir tek yiğit, cesur, atak, hayatını fedaya hazır komutan bırakmamış. Bir tek komutan bıraksaydı, bu operasyon başarıya ulaşmazdı. Bırakmamış…

Yahu, bu kadar alçakça, namussuzca, vicdansızca, insan aklıyla alay eden bir operasyona insan nasıl boyun eğer?

Hiçbiri gık demedi.

O operasyon sürecinde en açık ve halkımızın deyişiyle en sert yazıları biz yazdık, değil mi?

Ama bize dokunmadılar dikkat ederseniz, dava açmadılar bize.

Niye?

Bizi Silivri’ye alsalardı, işte orada o davayı boşa düşürecektik. Nasıl AKP’giller’in tepesindeki dört savaş suçlusunu mahkemelerinde yargılayıp mahkûm etmişsek, orada da Pensilvanyalı İblis Fethullah’ın yargıçlarını, savcılarını mahkûm edip ve AKP’giller’in adaletini mahkûm edip, diğer subaylarımızı da peşimize takıp o davayı boş düşürecektik. Mecburen peşimize takılacaklardı, yoksa rezil olurlardı. İşte o yüzden bize dokunmadılar o süreçte. Bunun dışında da böyle bir karşı koyan olmadı. Duruşmaları izledik. Şimdi İlker Başbuğ’un kitapları çıkıyor “Atatürkçülük Nedir?” bilmem ne şudur, budur habire de yazıyor.

Yahu sen içerden çıktın, Amerika bu operasyonun içinde var mı? dediler.

Sen de; belge yok, dedin. Çıktıktan bir sene sonra, iki sene sonra belki de tam hatırlayamıyorum röportajını. Amerika yok, dedin. En sonunda yakın zamanda, birkaç ay önce, Mustafa Yoldaş hatırlarsın, sadece Bush diyor buna dâhil oldu.

Mustafa Şahbaz yoldaş: Evet, Evet.

Nurullah Ankut Yoldaş: Yani kişiyle sınırlıyor, kişiye indirgiyor. CIA yok, Pentagon yok, Washington da yok. Sadece Bush kişi olarak biraz dâhil olmuş.

Şimdi bu adam neyi görür, Mustafa Kemal’den zerre bir şey anlayabilir mi?

Anlayamaz, arkadaşlar.

Bir Partili Yoldaş: Hoca’m son tahlilde AKP’giller’i de aklıyor geçen haftaki söylemi.

Nurullah Ankut Yoldaş: Aklıyor, evet. Tabiî… AKP’giller’i de akladı. Cumhurbaşkanımız da gördü bizim suçsuzluğumuzu… Yani keriz yerine düşürüyor kendisini. Şimdi miras kavgasından birbirlerine girdiler.

Hâlbuki 2013’de baktılar ki Laik Cumhuriyetin işini bitirdik artık, o zaman devlet kimin olacak?

O kavgaya girdiler. Fethullah da sinsi tabiî.

Ne yaptı?

AKP’giller’in altını oymaya başladı.

Neyle?

Yargıyla, polis teşkilatıyla ve eğitimle; Milli Eğitimi ele geçirerek. Şimdi Tayyip bunu gördü tabiî. Artık belgeler hazırlamaya başladı Fethullahçılar. İşte 17-25 Aralık belgeleri yani AKP’giller’in bütün yolsuzluklarını, bütün vurgunlarını, bütün kanunsuzluklarını hep kamerayla belgeledi, görüntülü ve sesli kayıtlarla belgeledi, belge altına aldı. Bir de ilk vuruşunu MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a yaptı, onun ardından uzanacaktı yani kademeli olarak. Ve 17-25 Aralık’ı da patlatınca artık, tümüyle birbirlerini düşman ilan ettiler.

Ne diyordu beraberlerken, bu CIA operasyonunu yürütürlerken Tayyip:

“Bir kardeşimiz uzaklarda hasret çekiyor. Hasret acısı çok büyük bir acıdır. Biz bu acının, bu hasretin bir an önce bitmesini, o kardeşimizi de aramızda görmeyi çok arzu ediyoruz.”, diyordu değil mi Fethullah için?

Yine hep artık harcı âlemdir: “Cemaatçi kardeşlerimiz bugüne kadar bizden ne istediler de vermedik?”, diyordu.

Ama miras kavgasına girince, Pensilvanyalı bunların evlerine ateşler yağdırdı, bu da onlara haşhaşi dedi, darbeci dedi. Artık demediğini bırakmadı. Hep söylediğimiz gibi, bunların arasında, halkımızın arasındaki anlamıyla; dostluktan, sevgiden, bağlılıktan, vicdandan eser yoktur. Menfaat şebekesidir bunlar; miras kavgasına girince birbirlerinin düşmanı oldular.

Bu CIA operasyonu sürecinde Zekeriya’nın altına (Fethullah’ın savcısı) zırhlı arabasını veriyordu, değil mi?

Şimdi kırmızı bültenle arıyor. Çünkü içtenlikli bir insani duygu ve değer yok.

Bugüne geldiğimiz zaman Ahmet Davutoğlu kardeşi idi, danışmanıydı, yoldaşıydı, dava arkadaşıydı değil mi?

Şimdi ne diyor?

O makamlara nasıl geldiğimizi unutmamalıyız, herkes haddini bilmeli, diyor. Yani; ulan oraya seni ben çıkardım, diyor. Haddini bil. Halkımızın deyimiyle deyiş bu, arkadaşlar.

Şimdi nerede saygı, nerede sevgi? Zerresi var mı?

Yok.

Demokrasiye inancın zerresi var mı?

Yok.

Hukuka inancın zerresi var mı?

Yok.

Zaten hep diyoruz ya; bunların tamamı anayasa dışına düşmüş mücrimlerdir. Hukukun zerresi olsa, bağımsız yargının zerresi olsa bunların tamamı, her türlü suçtan, savaş suçu ve yüz kızartıcı suçların her türünden yüzlerce yıllık cezalara mahkûm olmuş, Silivri, Sincan zindanlarını doldurmuş olurlardı.

En yüce mahkeme kim mevcut devlet sistemimizde?

Anayasa Mahkemesi.

Ne diyor?

“Ben bu mahkemenin kararına saygı da duymuyorum, tanımıyorum da.”, diyor. Ve yerel mahkemeye sen de tanıma, diyor. “AİHM’e gider, oradan da ne çıkacağı belli.”, diyor. Oradan da para cezası çıkar, o da çerez, diyor. Şimdi burada ne hukuk kalır, ne devlet kalır, ne kanun kalır, ne mahkeme kalır, hiçbir şey kalmaz…

Nihat Güldemir Yoldaş: Ne de kendisi kalır.

Nurullah Ankut Yoldaş: Ne de kendisi kalır. Çünkü o Anayasaya göre seçildin ve o Anayasaya bağlılığa yemin ettin. Sen ve diğer AKP yöneticileri o Anayasaya göre o Meclisi, o kurumları doldurdular. Sen onu reddettiğin anda artık aşiret ortaya çıkar, derebeyleşmiş bir aşiret kalır ortada modern devletten bir şey kalmaz geriye.

Ülkemiz nereye götürülüyor?

Ne yazık ki içler acısı durumumuz, böyle bir yönetimin elinde milletimizin 15 yıldan bu yana tutsak alınmış olması, tutulması…

Amerika’nın hedefi belli: Yeni Sevr. Çok açık.

İkiye değil üçe bölecek Türkiye’yi. Bir de Ermenistan bölümü var değil mi?

Onlar da açık, gizlemiyorlar hedeflerini, açıkça söylüyorlar. Biz bir yönetim boşluğu, güç zaafı oluşmasını bekliyoruz Anadolu’da, Türkiye’de, diyorlar. O zaman biz de Tarihi topraklarımızı, Batı Ermenistan’ı alacağız, diyorlar. Ve mevcut sınırlarımızı tanımıyorlar. Kars ve Moskova Antlaşması’yla belirlenen sınırları tanımıyoruz, diyorlar. Ermenistan Anayasa Mahkemesinin kararı bu. Şimdi bütün bunlar apaçık ortadayken, BOP haritasının ne olduğu da apaçık ortadayken… Çünkü Türkiye’nin de dâhil olduğu 22 ülkenin sınırlarını yanlış çizdik, diyorlar.

Kim diyor?

Av. Ali Serdar Çıngı Yoldaş: Biden, diyor en son.

Nurullah Ankut Yoldaş: Biden, diyor en son. Joe Biden diyor; yanlış çizmişiz bu sınırları, diyor. Bozacağız, yeniden çizeceğiz, diyor. Yani sağmal sürü yerine koyuyor Ortadoğu Müslüman halkını. Harita meydanda. O haritaya göre Türkiye de bölünüyor mu üçe?

Bölünüyor.

Şimdi bu Kaçak Saraydaki ne yapıyor?

Ben bu haritanın eş başkanıyım, diyor. Yani bebeleri bile zor kandırırsınız böyle bir işe. Ve iktidarda biraz daha kalabilmek uğruna onların bütün emirlerini yerine getirdi.

Arap dünyasında Türkiye’nin dostu olan, gerçek anlamda Türkiye’yi seven iki ülkeye saldırdı: Libya’ya ve Suriye’ye.

Kıbrıs Harekâtı sırasında Kaddafi’nin ve Libya’nın yardımlarını hepimiz biliyoruz, değil mi?

Dış ülkelerden bir tek Libya yardım etti ve her türlü yardımı yaptı. Onun lideri Kaddafi yaptı.

Kaddafi’ye yaptığı zalimliği hepimiz biliyoruz, değil mi?

Nasıl utanç verici bir şekilde katledildiğini o liderin hepimiz biliyoruz ve şimdi devlet diye bir şey yok artık. Aşiretler ülkesi Libya. Ve onun sonunda Türkiye işadamları on milyar dolarını kaybettiler. Alacakları olan, hak edilmiş olan on milyar dolar gitti. Devlet gitti çünkü ve tüm iş imkânlarını da kaybettiler. Libya petrolleri; Amerikan, Fransız ve İngiliz petrol şirketlerinin kasasına akmaya başladı.

Oradan Suriye’ye geldi. Bugün Suriye de üçe bölünmüş durumda, değil mi arkadaşlar?

Meşru Beşşar Esad yani Baas iktidarının egemen olduğu topraklar, IŞİD’in egemenliğinde olan topraklar ve PKK’nin, PYD’nin egemenliğinde olan topraklar… Üç parçaya bölünmüş durumda. Suriye’nin cehennem haline çevrilmesi için her türlü saldırıyı yaptı, ABD’ye her türlü hizmeti verdi.

Ondan sonra sıra Türkiye’ye geliyor. Sırayla gidiyor emperyalist haydut. Bunu görmek için eğitime falan gerek yok, arkadaşlar. Siyaset bilmeye, strateji bilmeye de gerek yok. Harita meydanda, sırayla geliyor.

Ve biz o zaman ne dedik?

“Yugoslavya, Irak, Libya, Suriye Sıra Sende Türkiye…”

Sıra Türkiye’ye geldi mi?

Daha o zaman bunlar PKK ile kankaydı, mutabakatlar yapıyorlardı, görüşmeler yapıyorlardı. AKP’nin bakanları Abdullah Öcalan’a methiyeler düzüyorlardı değil mi; Dünyayı okuyan adam, vizyon sahibi adam diye Beşir Atalay başta olmak üzere?..

Biz sıranın Türkiye’ye geldiğini söyledik. Nitekim 20 Temmuz 2015 sonrası bir anda Türkiye de Suriyeleşmeye başladı.

Kim başlattı bunu?

Amerika başlattı ve artık fiiliyatta Kürt illeri devletin egemen olduğu bölge olmaktan çıkmış durumda.

Sen zırhlı araçlarla girersin, bir sokağı bir mahalleyi ele geçirirsin ama çıktığın anda PKK birkaç gün içinde aynı şekilde yerleşir o bölgeye, nitekim yerleşiyor. Ve akan kan, yürüyen savaş sadece bu ayrışmayı, bu çatlağı genişletmekten öte hiçbir işe yaramaz, hiçbir sonuç doğurmaz.

Eğer aldıkları bu kararı hayata geçirirlerse bu süreç çok daha hızlanacak. Yani HDP milletvekillerini Meclis dışına püskürtmeyi başardıkları anda HDP de kendi meclisini Diyarbakır’da, olmadı Rojova’da, Erbil’de kuracak. Ve Birleşmiş Milletler’e tanınma başvurusunda bulunacak. Gerisi de artık Amerika’nın sadece sinyaline kalmış bir iş olacak.

Ne yazık ki bu gidiş vahim, halklarımız açısından acı verici bir gidiş ama bunun asıl hazırlayıcıları da tepedekiler. Hâlâ saray kavgası yapıyorlar, kongreler düzenliyorlar Davutoğlucuları atacaklarmış, il ilçe yönetimlerinden; yerlerine Tayyipçileri getireceklermiş.

Şimdi yüzde 80, yüzde 90 oy alarak oraya gelsen ne çıkar?..

Yolun sonuna gelmişsin. Bu ülke parçalandığı anda seni orada hiç kimse tutamaz. Hiç kimse tutamaz, hiçbir güç tutamaz… En yakınındaki en önemli düşmanın olur. Zaten sevgi diye bir şey yok söylediğimiz gibi.

 

Hiç teslim olmadık; yenilmedik

 

Sevgi ve Saygıdeğer Yoldaşlar,

Bilimin ışında hareket ettiğimiz için bütün bu süreçleri on yıllar öncesinden gördük, gösterdik, işaret ettik ve onun mücadelesini yaptık. Ve hiç kimse de bizi korkutup sindiremedi ve asla bunu da yapamayacaklar, başaramayacaklar. Çünkü biz gerçek anlamda devrimci kavgaya girerken bunun kelleyi koltuğa almakla mümkün olacağını ilk başta kabul etmişiz.

Hep söylediğimiz gibi, işte 12 Eylül yıllarında 146-1’den idamla yargılandık. Hiç umurumuzda olmadı. İşte “12 Eylül Nedir?” kitabı bizim savunmamız. Orada da o faşist cuntacıları mahkûm ettik. Nasıl Ankara Adliyesinde AKP’giller’i savaş suçlusu olarak mahkûm etmişsek…

Ölmemeye imkân var mı?

Geldik, öleceğiz.

Korkarak ölmek; ölümlerin en düşkünü, en düşüğüdür.

Biz hep yiğitçe, mücadele ederek ölmek isteriz, bir kavgada vurulup düşmek isteriz.

Önderimiz de böyleydi bildiğimiz gibi. İşkence odalarından işte bu yüzden başı dik çıktı. Biz de işkencecilere meydan okumayı öğrendik daha öğrenciliğimizde, gençlik yıllarımızda. O yüzden başkaları işkencede bizim yediğimiz sopanın belki onda birini, belki beşte birini yerlerdi. Biz çok daha ağırını yerdik ama asla işkencecilerin hakaretini sineye çekmezdik, küfürlerine küfürle, saldırılarına saldırıyla karşılık verirdik çünkü. Bıyıklarımızı ondan uzatıyoruz böyle; demetiyle yolarlardı çünkü işkenceciler, batardı onlara. O kadar adilerdi ki, baş edemedikleri için hırslarından tekmelerlerdi apış aramızı, erkekliğimize saldırırlardı. Onların işkencecileri böyle ama umurumuzda olmazdı bizim.

Hiç kimse namus bellediğimiz yoldan bizi caydırmayı, geri durdurmayı başaramaz.

(Alkışlar…)

İnsan doğduk, insan olarak, insanlığımızın hakkını vererek yaşadık ve son soluğumuzda da insan olarak yaşamaya devam edeceğiz ve öleceğiz, yoldaşlar.

İnsan olarak ölmek; insani değerlerin tümünü pervasızca, en atak şekilde savunarak yaşamak ve ölmek demektir.

Geçen, kaçkınların 1 Mayısı’nda, Bakırköy Pazar çukuruna kaçanları eleştirirken ne dedik?

Teslim olmadığınız sürece yenilmiş sayılmazsınız!

Sizleri daha fazla yormak istemiyorum. Devletin görevlileri de bir an önce işimizi bitirip gidelim, diyorlar.

Yine edebiyat röportajında sevdiğimiz ve hakkı teslim edilmemiş bir ozanımızdan söz etmiştik değil mi? Kimdi yoldaşlar?

Partili Yoldaşlar: Arif Damar.

Nurullah Ankut Yoldaş: Arif Damar evet.

Arif Damar;

 

İlle de görmek için mi beklenir güzel günler

Beklemek de güzel

diyor.

 

Biz de diyoruz ki;

Belki de o günleri yaşamaktan daha çok, o günler için savaşmak güzeldir, yoldaşlar.

 

(Alkışlar…)

 

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

 

(Alkışlar…)