Olmayan bir makama hakaret mi olur?
Av. Tacettin Çolak
Geçtiğimiz günlerde (29 Kasım 2018 günü) HKP Genel Başkanı Sayın Nurullah Ankut’a “Kaçak Saraylı Caligula Din Devletine Giderken” adlı kitabında, “Cumhurbaşkanına Hakaret” edildiği gerekçesiyle 1 yıl 9 ay hapis cezası verildi.
Baştan sona siyasal eleştiri içeren kitapta Tayyip Erdoğan’ın kişiliğine en küçük bir hakaret olmamasına karşın, İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesince; cezanın bir yıl olan alt sınırından ayrılanarak “takdiren ve teşdiden” verilen 1 yıl 6 ay verilen hapis cezası; “eylemin alenen gerçekleştirildiği”nden bahisle 1/6 oranında artırılıp 1 yıl 9 ay hapse çevrildi.
Mahkemece, TCK 51/1 a ve b madde uyarınca; “sanığın iyi hali”ne, yaşına ve üç aydan fazla mahkûmiyetinin olmaması gerekçesiyle ceza ertelenmesine karşın, aynı gerekçelerle TCK 62. maddede düzenlenen 1/6 oranındaki iyi hal indirimi yapılmayarak açıkça çelişkili davranılmıştır.
Yani yargılamanın bir tarafı Tayyip Erdoğan olunca mahkeme, takdir hakkını objektiflikten uzaklaşarak, keyfi bir biçimde kullanmıştır.
Bu kararın hiçbir hukuki dayanağı olmadığı gibi, yasal dayanağı da yoktur. Çünkü TCK 299’uncu madde; bağımsız, tarafsız bir Cumhurbaşkanlığı makamını korumak için düzenlenmiştir. Oysa günümüzde yasanın tanımladığı partilerüstü ve tarafsız bir Cumhurbaşkanı yoktur. AKP’li bir devlet başkanı vardır.
Eleştiriyi kaleme alan da bir Siyasi Parti Genel Başkanıdır.
AKP Genel Başkanı’nı yasa ile koruyup HKP Genel Başkanı’na ceza yağdırılması ancak bizdeki “ileri demokrasi”de oluyor, anlayacağınız…
Bildiğimiz gibi, son yıllarda TCK’nin 299’uncu maddesinde düzenlenen “Cumhurbaşkanına Hakaret” suçu nedeniyle binlerce insan yargılanmakta, tutuklanmakta ve hüküm giymekte.
Bu maddenin düzenlendiği dönemde, yasa koyucunun partiler üstü, tarafsız bir Cumhurbaşkanlığı makamını korumayı amaçladığı açıktır.
Böyle olsa bile, TCK 125’inci maddedeki “Hakaret suçu”nun yürürlükte olduğu bir sistemde, ayrıca devlet yöneticilerini (hem de bir ile dört yıl arasında daha ağır bir ceza öngörerek) koruyan bir kuralın varlığı son derece antidemokratiktir.
Bakın AKP’giller, içeride kendilerini koruyan bu yasaların arkasına sığınır ve tüm yargı mekanizmasını da kendi bürolarına çevirirken, Avrupalılara şirin görünmek için nelerin altına imza atıyorlar…
Biliyorsunuz, Batılı Emperyalistler Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne almazken, Avrupa Konseyine kabul ettiler.
Dışişleri Bakanlığı’nın resmi internet sitesinde Avrupa Konseyi’nin amacı şöyle tanımlanmaktadır:
“Avrupa Konseyi (AK)’nin amaçları, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve çoğulcu demokrasi ilkelerini korumak ve güçlendirmek; azınlıklar, ırkçılık, hoşgörüsüzlük ve yabancı düşmanlığı, sosyal dışlanma, uyuşturucu madde ve çevre konularındaki sorunlara çözüm aramak; Avrupa kültürel benliğinin oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunmak olarak özetlenebilir.”
Avrupa Konseyi’nin sitesinde ise aynı amaç: “Avrupa Konseyi ifade özgürlüğünü ve medya özgürlüğünü, toplanma özgürlüğünü, eşitliği ve azınlıkların korunmasını savunur.” şeklinde özetlenmiştir.
Yani yukarıdaki her iki tanım birlikte değerlendirildiğinde, Dışişleri Bakanlığı; “ifade özgürlüğünden, medya özgürlüğünden ve toplanma özgürlüğünden” hiç bahsetmemekte.
Belki, “insan hakları, hukukun üstünlüğü ve çoğulcu demokrasi ilkelerini korumak ve güçlendirmek” ifadelerinin AK’nin tanımlamasını da kapsadığı düşünülebilir. Ancak burada bile genel geçer ifadelerle temel hak ve özgürlükleri yoruma muhtaç hale getirdikleri açık.
Tipik bir Tefeci-Bezirgân taktiği anlaşılan…
İşte bu taktikle, 12 Şubat 2004 tarihinde yapılan Avrupa Konseyi’nin 872’nci Bakanlar Komitesi’nde kabul edilen “Medyada Siyasi Tartışma Özgürlüğü Bildirisi”nin altına imza attılar.
Bu bildirinin girişinde; “Siyasi şahsiyetler ve kamu görevlileri hakkındaki bilgi ve görüşlerin yayımlanması konusunda aşağıdaki ilkelere özellikle dikkat çeker” denilerek sekiz maddelik bir deklarasyon kabul edilmiştir.
Bunlardan özellikle 2’inci ve 3’üncü maddeler konumuz bakımından önemlidir.
“Devlet ve kamu kuruluşlarını eleştirme özgürlüğü”nü düzenleyen ikinci maddede; “Devlet, hükümet, genel olarak yürütme, yasama veya yargının herhangi bir organı medya kuruluşlarında eleştiri konusu yapılabilir. Güçlü konumlarına bağlı olarak bu kurumlar, ceza hukuku tarafından itibar zedeleyici veya hakaret niteliği taşıyan beyanlara karşı kurum olarak koruma altına alınmamalıdırlar. Söz konusu kurumların böyle bir korumadan yararlanabildikleri hallerde ise bu koruma çok sınırlı bir şekilde ve her halükarda eleştiri özgürlüğünü kısıtlamak amacıyla kullanılmasına mahal vermeden uygulanmalıdır. Bu kurumları temsil eden kimseler birey olarak zaten koruma altında bulunmaktadırlar.” denilerek, devletin (yargı dahil) tüm organlarının eleştirilebilineceği, bu kurumların güçlü konumları itibariyle “hakaret niteliği taşıyan beyanlara karşı” bile “kurum olarak koruma altına alınmaması” gerektiği kabul edilmiştir.
Dahası devlet kurumlarını koruyan düzenlemelerin bulunması halinde bile hiçbir şekilde “eleştiri özgürlüğünün kısıtlanamayacağı” öngörülmüştür.
Bildirgenin “Siyasi şahsiyetler hakkında kamuoyunda tartışma ve bunların kamuoyunca denetimi”ni öngören üçüncü maddesinde ise; “Siyasi şahsiyetler kamuoyundan güven talep etmişler, kamuoyu bünyesinde açık tartışma konusu olmayı, kamuoyunun titiz bir denetimine tabi tutulmayı, buna bağlı olarak da görevlerini yerine getiriş tarzları konusunda kendilerine gereğinde şiddetli eleştiriler yöneltilebileceğini peşinen kabul etmişlerdir.” denilmektedir.
Bu düzenlemeyle de siyasal kişiliklerin bu görevleri nedeniyle “kamuoyunun titiz bir denetimini” kabul ettiklerinden, gerektiğinde kendilerine yapılan “şiddetli eleştirileri de peşinen kabul ettikleri” öngörülmektedir.
Anayasanın 26’ncı maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10’uncu maddesindeki düzenlemeler bir yana, bizzat AKP iktidarının temsilcileri tarafından imzalanan bu Bildirgedeki sadece bu iki maddede öngörülen düzenlemelere göre bile TCK’nin “Cumhurbaşkanına Hakaret” suçunu düzenleyen 299’uncu maddesinin uygulanamaz bir suç tipi ya da ölü yasa maddesi olduğu çok açıktır.
Üstüne üstlük bir de Anayasa’nın 101. maddesinde öngörülen “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer.” hükmü yürürlükten kaldırılarak, 16 Nisan 2017 Referandumu ile birlikte, TCK madde 299’un koruduğu Cumhurbaşkanlığı makamından Devlet Başkanlığı sistemine geçilmiştir.
Artık Cumhurbaşkanlığı makamını bir siyasi partinin genel başkanı işgal etmektedir.
Dolayısıyla partiler üstü ve tarafsız olan/olması gereken Cumhurbaşkanlığı makamı yoktur.
Kaldı ki, bu makamı işgal eden kişi de çeşitli zamanlarda ve yerlerde sarf ettiği;
“Gün tarafsız olma günü değildir. Şunu açık söylüyorum, bitaraf olan bertaraf olur.”
”Bana tarafsızlık diyorlar, hayır tarafsız olmayacağım dedim. Ben milletimin tarafında olacağım dedim. Biliyorsunuz biz mevcut anayasayı değiştirmek için hükümete geldiğimiz günden beri mücadele ediyoruz.”
“Hedefimiz dindar nesil.
“Cezayir gibi olmayız. Biz hazmettire hazmettire geliyoruz. Allahın izniyle.”
“Ben İstanbul’un imamıyım.”
“Elhamdülillah şeriatçıyım.”
“Ben “dindar bir nesil yetiştirmek hedefimiz” dedim. Bu sözlerimin arkasındayım”
“Bizim tek derdimiz var: İslam, İslam, İslam”
“Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor diye. Yahu millet istedikten sonra laiklik tabii elden gidecek,”
“Hem laik, hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın, ya laik. İkisi bir arada olunca ters mıknatıslanma yapar. Mümkün değil, ikisi bir arada olamaz”
“Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik istiyorum.”
“Artık parlamenter demokrasi yok!” vb. şeklindeki sözleriyle kendisinin tarafsız olmadığını, tam tersine belli bir projeyi topluma kabul ettirme görevini yürüttüğünü ifade etmektedir.
Aynı kişinin günlük politikada da “öfke bir hitabet sanatıdır” diyerek, ağır, sert, tepki çekici, öfkeli, hakaretamiz bir üslup sahibi olduğu da bilinen bir gerçektir.
Hal böyle olunca Cumhurbaşkanlığı makamından bağımsız olarak kendisine yapılan eleştirilere de katlanması gerekir.
Ama öyle olmuyor.
Kendisine yönelik en küçük bir eleştiri (HKP Genel Başkanı’nın kitabında olduğu gibi) hemen yargılama konusu yapılarak, TCK’nin 299’uncu maddesi toplumu sindirmenin bir aracı olarak kullanılıyor.
Maalesef yargı da aynı teslimiyetin içinde…
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2014/2-889 E., 2015/2011 K. Sayılı kararında ifade ettiği “başta yargı mercileri olmak üzere, birbiriyle çatışan temel hak ve özgürlüklere ilişkin bir uluslararası antlaşma hükmü ile bir kanun hükmünü önlerindeki olaya uygulamak durumunda olan uygulayıcıların, kanunu göz ardı ederek uluslararası antlaşmayı uygulama yükümlülükleri vardır” şeklindeki içtihadında geliştirdiği “kanunu göz ardı etme yükümlülüğü” bile yerel mahkemelerce onca uyarıya rağmen görmezden gelinmektedir.
Yargının içine düşürüldüğü bu durum nedeniyle, evrensel hukuk ilkeleri ve hatta iç hukuk kurallarına göre yaptığımız savunmalarımız mahkemelerce görmezden gelinmekte.
Uygulamada, Tayyip Erdoğan’ın avukatlarının kitabı bütünlüğünden koparıp cımbızla çektiği kelimelerden oluşturulan suç duyurusu dilekçeleri iddianameye, iddianame de gerekçeli karara dönüştürülüyor.
İşte bu nedenle, HKP Genel Başkanı Sayın Ankut da mahkemedeki savunmasına;
“Ben savunma yapmıyorum çünkü suçum yok. Kimseye hakaret edecek kadar küçülmem. Sadece siyasi literatür çerçevesinde eleştiri yaparım.
“Siz beni cezalandıracaksınız aksi ihtimal yok. Şu anda Kaçak Saraylı’nın şikâyetçi olduğu, beraat verilen tek bir dosya bile yok. Bütün mahkemeler onun emri altındadır. Tayyip ve avanesine oy verenlerin bile yargıya güveni yoktur. Siz yargılayıp ceza vermezseniz mesleğinizden olursunuz. Siz burada yargı sopasını kullanarak Kaçak Saraylı Caligula’nın savunmasını yapıyorsunuz.” diyerek başlamıştı.
Doğru söze ne denir…