Site rengi

Tasarım

Semiha ve Perihan Yoldaşlar Ölümsüzdür!

28.02.2017
846
A+
A-

Semiha ve Perihan Yoldaşlar Ölümsüzdür!

Bedence aramızdan ayrılan Semiha ve Perihan Yoldaşlar için Halkın Kurtuluş Partisi Kartal İlçe binamızda anma etkinliği düzenledik.

Anmamıza; Genel Başkan’ımız Nurullah Ankut, Genel Başkan Yardımcımız Mustafa Şahbaz ve Genel Sekreter’imiz Av. Ali Serdar Çıngı da katıldı.

17 Ocak 2003’de ayrılmıştı Semiha Yoldaş’ımız aramızdan. Liseli gencecik yavrumuz, kalp kapakçığındaki problemden dolayı, çok sevdiği okulunda geçirdiği rahatsızlıkla kayıvermişti ellerimizden.

Annesi, Yoldaşımız Perihan Güldemir’in bedeni evlat acısına dayanamayıp kanser illetine yakalandı. 26 Mart 2015’te de bu illete yenik düşüp, ayrıldı bedence aramızdan. Yoldaşların önerisiyle de birleştirdik Ana ve kuzusunun anmasını.

Perihan ve Semiha Yoldaşların nezdinde tüm devrim şehitleri için saygı duruşuyla başlayan anmamız, yoldaşlarımızın yaşamlarını ve mücadelelerini anlatan sinevizyon gösterisiyle devam etti.

Ardından Nihat Yoldaş’ın eşine, Perihan Yoldaş’a yazdığı şiiri, 12 yaşındaki küçük yoldaşımızın piyanoyla babasına eşlik ettiği güzel dinletiyle devam etti.

Sonra Sancaktepe İlçemizden Sibel Kalkan Yoldaş’a söz verildi sunumu için.

Sibel Yoldaş önce Semiha Yoldaş’ı anlattı. Yüreği insan sevgisiyle dolu, fedakâr, alçakgönüllü, disiplinli, çalışkan, sorumluluk sahibi, yüreğinde mücadele azmiyle yeşeren bir çiçek olduğunu, henüz 16 yaşında olmasına rağmen insanlığın çekmiş olduğu acıları yüreğinde hissettiğini ve sosyalizm mücadelesinde yerini aldığını söyledi.

Sonra Perihan Yoldaş’ı anlattı. Perihan Yoldaş’ın da yüreği insan, doğa ve hayvan sevgisiyle dopdolu olduğunu, narin, zarif, düşünceli, fedakâr, güler yüzlü olduğunu, aynı zamanda kendisini insanlığın kurtuluş davasına adamış yiğit, cesur, kararlı, bilinçli bir devrimci olduğunu vurguladı. Bir gün bile geri adım atmamış, her türlü zorluğu göğüs germiş, sadece Semiha ve Devrim Yoldaş’ın annesi değil, kendinden küçük bütün yoldaşların annesi, ablası olduğunu anlattı. 2010 Referandumu döneminde, Kartal Meydanı’na gelen RTE’ye protesto eylemine katıldığını, onun yüzüne karşı “hırsız” diye bağırdığı için yargılandığını, bundan da onur duyduğunu söyledi.

Her iki yoldaşımızı da emperyalist düzenin çürümüş sağlık sisteminden kaynaklı erken yaşta kaybettiğimizi, emperyalizmin sağlık yönünden de halkımızı sömürdüğünü, bilimsel laik eğitimle yetişmiş bilim insanlarının olmadığını söyleyerek ülke gündemini de anlattı kısaca.

Ülkemizin 1950’lerden bu yana ABD’nin çıkarlarına hizmet eden iktidarlar tarafından yönetildiğini, son 14 yıldır ABD’ye uşaklıkta sınır tanımayan,  anayasa ve hukuku çiğneyen çıkar amaçlı suç örgütü olan AKP’giller tarafından yönetildiğini, 15 Temmuz’un da Ortaçağcı iki çetenin; Fettullah ve AKP’giller çetesinin ganimet paylaşım savaşı olduğunu, Meclisteki dört partinin de Amerikancı, BOP’un siyasi plandaki enstrümanları olduğunu belirterek, bu karanlık günlerden kurtulmanın tek yolunun HKP saflarında örgütlenmek olduğunu söyleyerek sözlerini bitirdi.

Daha sonra Genel Başkan’ımız Nurullah Ankut söz aldı.

Arkasından söz alan Genel Başkan Yardımcımız Mustafa Şahbaz da insan onurunun ayaklar altına alındığı bu düzende insan onurunu en yükseklere taşımak için devrim mücadelesinde bir nefer olduklarını, ömürlerinin yettiği kadar mücadele edip tüm devrimcilerin belleğinde isimleri tek tek zikredilmese de mutlaka yaşayacaklarını söyleyerek sözlerini bitirdi.

Başta Semiha ve Perihan Yoldaş olmak üzere, bedence aramızda olmayan tüm yoldaşların mücadelesinin mutlaka zafere ulaştıracağımız sözü verilerek anma etkinliği sona erdi.

 

Kartal’dan Kurtuluş Partililer

Nurullah Ankut Yoldaş: Daha önce de birkaç kez söylemiştim yoldaşlar, benim için hayatta görmeye dayanamayacağım en acı şey, bir annenin çocuğunun tabutuna sarılıp ağlaması ya da mezarını kucaklaması, demiştim.

Öğrencilik yıllarımda şehit olan yoldaşımızın annesinin tabutu kucaklayıp ağıt yaktığını izlemiştim fakültede, Hergele Meydanı’nda. Aynen bugün olduğu gibi gözyaşlarımı tutamayıp salonun arkasına çıkmıştım. “Ben onu, yetimdi, hasır dokuyarak büyüttüm”, demişti Hüseyin Aslantaş Yoldaş’ımızın annesi. Bizim fakültenin militanlarındandı. Gencecik Semiha Yoldaş gibi, Perihan Yoldaş gibi sessiz, yoldaşlarına saygılı ama görev olduğu anda hemen elleri dizlerinin üzerinde yay gibi fırlardı. O ekiple birlikte Savunma Komitesi’nin Başkanı’ydım. 30 gün içinde gericilerin en yoğun olduğu Edebiyat Fakültesini temizlemiştik gericilerin tamamından. Bir daha da gelemez olmuşlardı. Tâ ki faşistlerin 12 Mart Faşizminin hemen arifesinde, şafak vakti (polisle birlikte bir sabah) gelip fakültemizi işgal etmesi toplum polisleriyle birlikte, gericilerin, şeriatçıların (o zaman beraberlerdi) gelip yerleşmesiyle birlikte kaybettik okulumuzu. Yurtlarımızı da öyle kaybettik.

Daha önce de söyledim, ailem de beş kardeşimi önlenebilir hastalıklardan dolayı kaybetmişlerdi; bir anlamda onlar kaybedildiği için ben şehre gelip okuma imkânı yakalayabildim. Yoksa köyümüzde okul falan yoktu. Babam; kıran artığı şu çocuğu hiç değilse şehre gidip okutayım, dedi. Bütün düzenini; çiftini, çubuğunu bıraktı hiç tanımadığı, bilmediği şehre geldi. Kardeşlerimin öldükleri anda bedenine sarıldığını görürdüm anamın, bir türlü vermek istemezdi cesedi. Belleğime öyle kazındı ki o sahneler, hiç gözümün önünden gitmedi. Bir ananın bir evlat acısına dayanamayacağı kanısına vardım.

Geçen yıllarda Deniz’in annesi Mukaddes Ana’yı kaybettik biliyorsunuz. Uzun yıllar yaşadı. O anda aklıma geldi, Deniz’ini kaybettikten sonra nasıl bu kadar uzun yaşayabildi diye, o törende de devamlı düşündüm bunu. Yusuf Aslan’ın annesini de kaybettik. O da uzun yıllar yaşayabildi. Ama bunlar çok ender durumlar.

Semiha Yoldaş’ı kaybettiğimiz gün, Nihat Yoldaş’a söyledim; bu çok acı ama bu acıyı biraz olsun hafifletmenin yolu, Devrim’e bir kardeş yapmaktan geçer Usta, dedim. Usta da hatırlayacaktır sanıyorum

Nihat Güldemir Yoldaş: Evet.

Nurullah Ankut Yoldaş: Belki öyle bir şey yapılsaydı, Perihan Yoldaş bu illete, bu toplum kanserine, bu doğa kanserine yakalanmayabilirdi, bir teselli bulurdu. Ondan sonra da şu ana kadar hiç konu etmedim. Tabiî özel meselelere girmek bizim işimiz değil. Ama bence Semiha Yoldaş, annesinin yazgısını da tümüyle belirlemiş oldu. İşte 12 yıl dayanabildi Perihan Yoldaş. Az çok tıbba ait okuduklarıma göre, oradan edindiğim bilgiye göre, bu kanserin de en önemli tetikleyicilerinden, hazırlayıcılarından birinin stres olduğunu düşünüyorum. Çünkü vücudun doğal savunma sistemini bloke ediyor, yıkıyor. Öyle olunca, vücut da çoğu zaman oluşan bu kontrol mekanizmasının dışına çıkmış bu kanser hücresine karşı kendisini savunamıyor. Yani sağlıklı insanlarda da kanser hücreleri değişik bölgelerde üretilir, oluşur ama savunma mekanizmasıyla vücut, kendini savunur ve yok eder. Yerleşerek orada bir tümör oluşmasını engeller, izin vermez buna. İşte stres vücudun savunma mekanizmasını yıkıyor. O mekanizma yıkılınca; düşman saldırılarına karşı silahsızlaştırılmış, savunmasız, ordusuzlaştırılmış bir halka, bir topluma dönüyor vücut, organizma. Kanser hücrelerinin de hızla yayılıp kolonileşmesiyle tümörler oluşuyor ve vücudun belli organlarını çalışamaz hale getiriyorlar.

Şöyle ya da böyle, insan ömrü sınırlı, arkadaşlar bildiğiniz gibi. Türkiye’de şu an 70’li yaşlarda ortalama yaşam süresi aklımda kaldığı kadar, pek de takip etmiyorum son günlerde.

Bir dinleyici: 75 civarında.

Nurullah Ankut Yoldaş: 75’e mi çıktı?

Evet. İnsanın genetik programıyla bunun 150’ye, en az 120’ye, çıkabileceği bilim adamları tarafından öngörülüyor. Ama işte gerekli şartlar sağlanırsa ancak, insanlık o aşamaya varırsa, o yaşa çıkılacak. Kaldı ki o yaşa çıkılsa da hepimiz geldik, gidiyoruz, gideceğiz, arkadaşlar. Bu kaçınılmaz… Önemli olan bir haksızlığa uğramamak… Dünyaya her gelen, neyse ortalama ömür, aşağı yukarı ona yakın bir hayat sürsün ki, bir haksızlık oluşmasın, insanlar haksızlığa kurban gitmesin. Mesele burada işte. Acı olan tarafı da bu. Hani Yunus’un da dediği gibi:

 

Şu dünyada bir nesneye yanar içim, göynür özüm.

Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi.

 

En acı tarafı bu. Yoksa belli bir yaşa geldikten sonra ölümün hiç yadırganacak bir tarafı yok. Bu en temel kanun.

Ama Yunus’un dile getirdiği bu adaletsizliği engellemek lazım. Onu ortadan kaldırmak lazım. İnsan olarak o adaleti, o eşitliği sağlamamız lazım. O da tabiî sosyal düzendeki eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla oluşabilir. Onların ortadan kaldırılması için de, insana yakışan biricik yaşam biçimini hepimizin seçmesi lazım.

İlk Çağ’dan bu yana hep sormuştur düşünürler; en insancıl yaşama şekli, yaşam biçimi nedir? diye. İnsana yakışan yaşam biçimi nedir? diye.

Yaşama felsefesi denir buna, arkadaşlar.

 

İnsanlığımızın hakkını vermeliyiz

İşte bizim yaşama felsefemiz; tüm insanlığın bir anadan doğmuş kardeşler gibi eşitçe, mutlu bir hayat yaşaması, onun mücadelesi. İnsana yakışan en onurlu, en değerli mücadele bu. Yaşama biçimi de bu. Yoksa diğer her şey; mal mülk, unvan, makam hepsi anlamsız boş şeyler. Hepsi insana yakışmayan şeyler.

O zaman bu kavgaya girmek gerçekten insan olmak anlamına gelir, gerçek anlamda insan olmak anlamına gelir. Yoksa başka türlü insan olamaz, insan. Hayvandan bir farkımız kalmaz. O bakımdan bizim yaşamamız; gerçek anlamda insanlığımızın hakkını vererek yaşamaktır. İnsan olmak budur. Yoksa genetik olarak, soy olarak, tür olarak insan doğmuş olmak, insanı, insan yapmaz. Onun hakkını vermekle insan insan olabilir.

O yüzden insanı gerçek anlamda insanlaştıran biricik mücadele; sosyalizm mücadelesidir, devrim mücadelesidir, arkadaşlar.

Çünkü biz tüm eşitsizliklerin, tüm hayvancıl ilkelliklerin, toplumsal farklılıkların ortadan kaldırılmasını ve insanlığın bir anadan doğmuş kardeşler gibi eşitçe, mutlu şekilde yaşamasını istiyoruz ve onun mücadelesini veriyoruz. Yaşama hiçbir şey bu kadar güzel bir anlam, bu kadar büyük, güçlü bir anlam yükleyemez. Onun dışındakiler gerçek insana yakışmayan şeyler. Mal mülk hırsı, mevki makam hırsı, bunlar insana yakışmayan şeyler. İlkellik bunlar, arkadaşlar. O yüzden insanı gerçek anlamda insanlaştıran biricik dava sosyalizm davasıdır, bu amaca tüm insanlığın bir an önce ulaşması için kavgaya girmek, devrim kavgasına girmektir.

Bambaşka idealler için geldik İstanbul’a, fakülteye ama bu kavgaya, bu davaya girdikten sonra, hayatın bu yönünü gördükten sonra, her şeyin boş olduğunu anladım. Her şeyin, bunun dışındaki her şeyin, değersiz olduğunu anladık. İnsana yakışmadığını anladım.

Hayata gerçek anlamda insancıl bir anlam yükleyen biricik dava; bu davadır, sosyalizm davasıdır, arkadaşlar. İnsanlığın hakkını vermenin biricik yolu budur. Yoksa insanlığımızın hakkını vermiş olmayız. İnsan doğduk, belli kapasitemiz var, eğer bu kavgayı vermezsek, ömrümüzün esas odağına bu davayı almazsak, o yeteneklerimizin, kapasitelerimizin pek çoğunu kullanmamış oluruz, boşa götürmüş oluruz. Yani insanlığımızın hakkını vermemiş oluruz.

Hani gelişkin telefonlar var şimdi birkaç bin lira değerinde. Onları sadece eski alo diyen telefon gibi kullanırsak, oradaki özelliklerini, bilgisayar özelliklerini hiç kullanmamış oluruz değil mi? Bir anlamı olmaz cebimizde böyle bir telefon taşıyor olmamızın.

İşte biz de insanlığımızın hakkını vermezsek, sadece kendimizin ve dar aile çevrimizin daha iyi bir yaşam sürmesi için hayatımızı sınırlarsak, planlarsak eylemlerimizi, o zaman insanlığımızın hakkını vermemiş oluruz. Yani en gelişkin telefonu cebine koyuyorsun, sadece alo diyorsun, gibi bir durum olur bu.

İnsanız, toplumumuz başta olmak üzere çağımızdan sorumluyuz. O zaman tüm insanlığın bu yaşanılan acılardan, felaketlerden kurtarılması için mücadele etmemiz lazım. Ancak bu şekilde verebiliriz insanlığımızın hakkını. Yoksa en gelişkin cep telefonumuzla sadece alo demişiz gibi bir durum olur yani. Kalitemizi, kapasitemizi kullanmamış oluruz, hakkını vermemiş oluruz dolayısıyla insan olarak yaşamamış oluruz, arkadaşlar.

İşte o yüzden bu kavga, bu dava; insanı gerçek anlamda insanlaştıran biricik davadır. Hiçbir şey insanı, gerçek anlamda bu davaya girmiş olmak kadar insanlaştıramaz, insan yapamaz.

Ne mutlu yoldaşlarımıza ki; Semiha, Perihan Yoldaşlarımıza ki, ömürlerini bu kavgaya harcadılar, bu davaya adadılar. Bir sıra neferi olarak, üzerlerine düşen her görevi eksiksiz yerine getirdiler. Sessizce, sakince, kararlıca, disiplinlice mücadele ettiler. Ve yoldaşlarımın, hiçbir yoldaşımızı kırdığını, gücendirdiğini hatırlamıyorum, tahmin de etmiyorum asla, düşünemiyorum. Yani melek gibi yoldaşlarımızdı her iki yoldaşımız da. Disiplinli, çalışkan, içtenlikli, hiç kimseyi kırmayan, üzmeyen, sevgi dolu yürekleri olan arkadaşlarımızdı, yoldaşlarımızdı. Bu bakımdan örnek yoldaşlarımızdı. Hepimizin öyle olması gerekir. Arkadaşlarımızın o disiplinini, sabırlılığını, kararlılığını, sakinliğini, dostlarına sevgisini ve saygısını örnek almamız, benimsememiz gerekir. Öyle yoldaşlarımızdı.

Ne mutlu ki, kısa ve hatta çok kısa ömürlerini böylesine kutsal bir davaya adayarak geçirdiler. Yani insanlıklarının haklarını yüzde yüz, bir eksiksiz vermiş olarak yaşamlarını tamamladılar, sürdürdüler. O bakımdan ne mutlu yoldaşlarımıza. Böyle bir yaşam sürmek kolay değil. Herkesin de yapabildiği bir şey değil. Yoldaşlarımız yüreklerimizde, bilinçlerimizde hep yaşayacak diğer yoldaşlarımız gibi, şehitlerimiz gibi, davamızda hep var olacaklar, var olmaya devam edecekler, arkadaşlar.

Bu bir yönü, bir diğer yönü…

Arkadaşlarımız ne mutlu ki, biricik doğru devrimci kavgaya adadılar ömürlerini.

Sibel Yoldaş’ımız, Hareketimizin ana tezlerini ve şu son yaşadığımız yıllardaki hatta on yıldaki süreçte savunduğumuz tezlerimizi çok güzel özetledi. Çok anlaşılır şekilde özetledi. Kutlarım yoldaşımızı. Böylesine bir davaya adadılar ömürlerini yoldaşlarımız. Asla boşa gitmedi ömürleri. Heba etmediler ömürlerini. Yanlış yolda harcamadılar. En yüce davaya hizmet ederek, o davanın görev ve sorumluluklarını hep yüreklerinde taşıyarak harcadılar, vakfettiler hayatlarını.

Bazı hareketler var, oraya hasbelkader girmiş ama işte ahbap çavuş ilişkileriyle girmiş, kardeş abi ilişkileriyle girmiş, çevre ilişkileriyle girmiş; yanlış yollarda, çıkmaz yolda, samimi ama, ömrünü tüketmiş insanlar var. Heder etmiş insanlar var. Yani başka gruplarda da çok içtenlikli, samimi insanlar var ama ömürlerini boşa götürüyorlar.

İşte bunun en son ölçütlerinden biri Sibel Yoldaş’ımızın da güzel tanımladığı 15 Temmuz Pensilvanyalı İmam’la Kaçak Saraylı İmamın elbirliğiyle yıktıkları Laik Cumhuriyet’in mirasını paylaşma savaşı sonrasında bir kez daha ortaya çıktı, göründü, arkadaşlar.

Bizlerin dışında kim kaldı, arkadaşlar? Söz söyleyen kim kaldı? Tahlil yapan kim kaldı? Durumu değerlendiren kim kaldı? Olayı değerlendiren kim kaldı?

Apaçık meydanda…

Dün son çalışmamızı yaparken İlhami Yoldaş’la birlikte, İlhami Yoldaş (İzmir’de gerçek anlamda sosyal medyadaki çalışmalarını hayranlıkla ve takdirle izlediğimiz, kendisine de ilettik akşam bu takdirlerimizi ve hayranlığımızı, örnek alınması gereken bir mücadele yürütüyor Volkan Yoldaş), onun bir aktarımını okudu bize. Rica edelim bir İlhami Yoldaş’a, Sahte KP’lilerle bir görüşmesini aktardı.

İlhami Yoldaş: Bugün, KP’nin MYK’sinden birisiyle görüştüm. Diyor ki; “HKP sosyal medyada, son süreçte siyasi yapılar kımıldayamıyor. Devlet müdahale etmiyor HKP’ye, onun desteğiyle boşluğu dolduruyor. TKP toplarız kendini falan diye bir sürü şeyler zırvaladı. Birleşik Haziran ve KP acayip sosyal basında HKP’ye destek veriyorlar, saçmalıyorlar falan doğru yoldayız.” Mesajı aynen okudum Hoca’m.

Nurullah Ankut Yoldaş: Evet. Şimdi işte hep söylediğimiz gibi, diğer hareketler insanları çürütüyor, arkadaşlar. Siyasi ve insani anlamda var olan ahlâklarını da sıyırtıyor yani. Nihat Usta da bilir, yani bir cıvatadaki yiv sıyırması gibi, ahlâki değerlerini sıyırıyor insanlardaki.

KP’li yönetici ne diyor?

Diğer bütün hareketler kımıldamıyor, diyor.

Bu doğru. Hepsinin durumunu çok güzel tespit etmiş, özetlemiş.

İyi de size pranga vuran mı var elinize, dilinize kafanıza? Niye kımıldayamıyorsunuz da sadece HKP mücadele ediyor?

Halil Arabulan: Yazdınız da saldırdılar, yok mu ettiler?

Nurullah Ankut Yoldaş: Ama bu; tükenmişliklerinden, zavallılıklarından, küçükburjuva sınıf yapılarından kaynaklanıyor. Çünkü hepsi paniklediler 15 Temmuz sonrasında. Pensilvanyalı’yla Kaçak Sarayın İmamının savaşa girmesi bunların gözünü korkuttu bir anda. Kaçak Saraylının pervasızlaşması bunlarda paniğe yol açtı.

Ama bizde durum tam tersi, hep tanık olduğumuz gibi. Dünkü paylaşımda da söz ettik, arkadaşlar okumuştur, yani kavga kızıştıkça bizim hevesimiz, hırsımız, saldırganlığımız, mücadele azmimiz daha da artar, yoldaşlar.

Dikkat ederseniz 15 Temmuz öncesi bu kadar sık vuruşlar yapmıyorduk değil mi? Niye?

Ortam kızıştı biz daha çok saldırma ihtiyacı duyuyoruz. Yani o hevesi, o hırsı, o azmi hissediyoruz. Bütün hücrelerimizde yaşıyoruz bunu.

Ama öbürleri tam tersi duruma girdiler. Korkuya kapıldılar.

Belki okumuşsunuzdur arkadaşlar ABC’de… “Birleşik Haziran Hareketi” diyorlar ya, ad bile sahtekârlık yani. Oraya, Haziran İsyanı’mıza 15 milyona yakın insan katıldı. Sen hangi yetkiyle, hangi ahlâkla onu temsil edip, sahiplenip kendini “Birleşik Haziran Hareketi” diye adlandırıyorsun?

Bu bir sahtekârlık, ahlâksızlık. Sen oraya belki birkaç yüz kişiyle katılmış, belki birkaç bin kişiyle katılmış bir iki hareketsin yani. O hareketin tümünü temsil ediyorum iddiasıyla ortaya çıkmak ahlâksızlık. Siyasi ve insani ahlâk yoksunluğu, entelektüel ahlâk yoksunluğu.

Biz, mirası sömürüyor, demesinler diye Usta’mızın Vatan Partisi adını bile kullanmadık değil mi?

Başka gruplar da var hani. Sahiplenelim, oradan siyaset yapalım… buna girmedik arkadaşlar.

Usta’mızın tezlerinden hareketle; Halkın Kurtuluş Partisi dedik, değil mi?

Biz bu kadar hassas davranırken, bunlar böyle…

Ama bizim dışımızda siyasi ahlâka sahip bir hareket de yok, arkadaşlar. Öyle olunca çürütüyorlar insanları.

Yani biz ne yapıyormuşuz?

Devlet bize seslenmiyormuş öyle mi?.. Tayyipgiller öyle mi?..

Onu diyor. Ya bizim kadar vuran, saldıran UCM’ye kadar gidip bunlarla sonuna kadar mücadele eden, Mahkemede bunların bütün Avukatlarının yanında, Avukat ordusunun yanında bunları perişan eden biz değil miyiz ya?

Tamam, bize 15 Temmuz sonrası saldıramıyor ama saldırmaya cesaret edemiyor. Dersini aldı çünkü. Biliyor.

Saldırdı ne oldu? Başına ne geldi? Kim kimi yargıladı?

Biz onu yargıladık, değil mi arkadaşlar? Açık, net belgesi de ortada. Avukatları da perişan oldu. İçtenlikleri oranında ben etkilendiklerini de sanıyorum yani o genç Avukatların. Tabiî etkilendik diyemezler. O Kedi Davamızdaki, Birinci Kedi Davamızdaki genç, yeni mezun, o melek kalpli avukat kızımızın içtenliğini gösteremezler.

O Avukat kızımız ne demişti daha duruşma anında?

Yanı başımdaydı, amcam ben bilseydim böyle olduğunu, almazdım bu davayı, dedi. Hatta Hâkime Hanım uyardı konuşmayı dışarıda yapın, diye. Tabiî duruşmanın, sükûnunu, nizamını bozmuş oluyoruz.

Dışarı çıkınca, ben, siz kızlarımdan birini kucaklar gibi kucakladım, kucaklaştık yani. Amcacığım siz çok haklısınız, dedi. Ben de hayvanseverim, dedi. Sizlerle kucaklaşır gibi, kızımla kucaklaşır gibi kucaklaştık yeni tanıştığımız Avukat kızcağızla yani.

 

İşçi Sınıfı Sosyalizmini temsil eden biricik hareketiz

Şimdi onlar böyle davranamazlar. Tabiî cellâtlar var tepelerinde ama ben etkilendikleri kanısındayım bunların. Nihayetinde insandırlar ve gençtirler.

O yüzden, Tayyipgiller, saldırsak bu adamları ne korkutabiliriz, ne bir şey edebiliriz, diye düşünüyorlar. Zaten istedikleri de bu. Tersine ablukayı da yarmış olurlar, daha çok gündeme gelirler. Parababaları medyası da ister istemez vermeye mecbur kalır bir iki haberlerini. İyisi mi bırakalım var böyle gitsinler, diye düşünüyor. Ama bir yerden sonra, yeter artık bunlar da artık sınırı aştılar, çok tahammül edilmez duruma geldiler, diyebilir.

Ona da biz her zaman hazırız. İlk günden arkadaşlarımız, yoldaşlarımızla yaptık bu tespiti ve hazır olduğumuzu belirttik.

Onlar ne yapabilirler?

Her türlü zulmü yapabilirler, işkence edebilirler ama asla yargılayamazlar. Ne zaman yüz yüze gelirsek her zaman biz hep yazdıklarımızı, söylediklerimizi onların mahkemelerinde, onların Avukatları karşısında tekrar tekrar tokat gibi yüzlerine vururuz ve onları mahkûm ederiz.

Bunu bilmedikleri için böyle diyorlar ama tespit doğru. Yani kendileri kıpırdayamıyorlar. Onlar zor şartların insanı değiller ki, arkadaşlar. Onlar hep tatlı su insanı. O bakımdan Sibel Yoldaş’ımızın da belirttiği gibi, artık gerçek anlamda İşçi Sınıfı Sosyalizmini temsil eden biricik hareketiz. Bunu dost da, düşman da kabul etmiş durumda, arkadaşlar. Bizden söz etmiyorlar hâlâ. Diğer Sevrci Soytarı Grupların temsilcilerini Parababaları medyası ekranlarına çıkarıyor. Bizim adımızı bile anmazlar, anamazlar. Çünkü onlar öyle görevlendirildiler. Çünkü onların hepsi de bizi biliyorlar, arkadaşlar.

O bakımdan tek çıkış yolumuz sosyal medya. Bunu çok etkili kullanmamız gerekiyor. O konuda da gerçekten, dün kendisine de ilettiğimiz gibi, Volkan Yoldaş’la, Hüreyra Yoldaş’ı örnek almamız gerekiyor. İki yoldaş da gerçekten bence o alanda yani sosyal medya kavgasında ki o da bir savaş alanıdır, sorumluluklarının hakkını gerçek anlamda verebiliyorlar. Bizim Sultan, sabah bir paylaşım okudu Volkan Yoldaş’tan. Sultan derim eskiden beri. Bizde bir gelenektir. Biz de öyle şartlandık. Eşe adıyla hitap etmek biraz ayıp gelir… Öyle yetiştik. Eşlere adla pek hitap edilmez yani. Mutlaka bir lakap takılır. Ben de ona en uygun lakabı taktım. Hem gönlümün Sultan’ı hem de evimizin Sultan’ı. Hayatta da korktuğum iki kişiden biri.

(Gülüşmeler…)

Birincisi. İkincisi de; kızım Deniz.

Diyor ki, yoldaşlar okumuştur, çoğu yoldaş. 924 mü diyor?

İlhami Yoldaş: 984 Hoca’m.

Nurullah Ankut Yoldaş: 984 tane hayvansever dernek var. Evet İlhami rica edeyim…

İlhami Yoldaş: 984 dernek var. Bunun 483 tanesinden 247 tanesinin mail adresini tespit edip yazıyı gönderdik.

Nurullah Ankut Yoldaş: Evet, arkadaşlar.

Bakın sorumluluğu ve ufku görebiliyor musunuz, mücadele ufkunu?

Ben şahsen ne kadar hayvansever dernek olduğunu bilmiyorum. Herhâlde hiçbirimiz bilmiyorduk. Bakın hem arkadaş sayısını öğrenmiş, hem de mail adreslerini tespit etmiş ve dünkü paylaşımımızı göndermiş onlara. O sitelere yani. En azından oralarda bizim paylaşımımız duyulacak, görülecek yani. Şimdi işte bu ufukla bakmak lazım meselelere, arkadaşlar.

Yoldaşlarımızın, aramızdan genç yaşta ayrılmaları ne kadar üzücüyse, ömürlerini böylesi bir davaya; haklı ve insanlığın biricik davasına adamış olmaları da teselli kaynağımız, yoldaşlar.

Başta da söylediğimiz gibi, hepimiz, her canlının kaderine mahkûmuz. Yani var olacağız ve kısa ya da uzun yaşayacağız ve yok olacağız. Ve yeniden toprak olacağız, bitki olacağız. Bu en temel kanunu hayatın.

O zaman, işte söylediğim gibi, bu kısa ya da uzun hayata anlam veren en değerli yaşama biçimi nedir? Onu en anlamlı kılan, en yüce kılan yaşama biçimi nedir? sorusunu düşünürler İlk Çağ’dan bu yana hep sormuşlardır.

Hayatın anlamı nedir felsefede?

Bizce; hayatı gerçek anlamda insancıl anlamla dolduran biricik yaşama biçimi, biraz önce söylediğimiz gibi, insanların tümünün bir anadan doğmuş kardeşler gibi kardeşleşmesine götürecek bir dünyanın kurulması için mücadele etmek, her şeyi göze alarak mücadele etmek. İnsanı en yüce doruklarına çıkaran insanlığın yaşama biçimi budur. Onun dışındakiler insana yakışmayan yaşam biçimleridir.

Hayvanlar var. Onlarda bilinç yok. İçgüdüleriyle doğarlar, türlerini temsil ederler ve çoğaltırlar ve ondan sonra yok olurlar.

Ama bizim insan olmak gibi bir yüceliğimiz ve dolayısıyla sorumluluğumuz var. Hem insanlığın tümünü, en mutlu, sosyal eşitsizliklerin hiçbirinin olmadığı, kardeşleşmiş bir dünyada yaşayabilecek hale getirmek görevimiz var hem de aynı zamanda hayvanların sorumluluğu da bize ait. Onların nasıl yaşayacaklarını belirleme hakları yok. Özellikle evcil sokak hayvanlarının… Hadi doğadaki hayvanlar milyonlarca yıldan bu yana nasıl yaşıyorlarsa öyle devam ediyorlar ama onların da yaşama alanlarını gasp ediyor insanlar, yok ediyor, tüketiyor. Okyanuslara varıncaya kadar bu namussuz düzen mahvediyor. Yani saldırıyor onların yaşama alanlarına. İşte onları da korumamız gerekiyor. Tüm dünyada, hayvanların da varlığını ve doğal bir şekilde yaşamalarını sağlamalarını garantileyecek bir düzen için mücadele etmemiz gerekir. O bakımdan sosyalizm mücadelesi, çevre olarak adlandırılan hayvanları ve doğayı koruma, savunma mücadelesinden ayrı düşünülemez. Bir bütün hepsi… Nitekim İlkel Komünal Toplumlarda da böyledir, gerçek sosyalist toplumlarda, arkadaşlar. Dünkü paylaşımımız üzerine, kutlarım, bir Amerikan yerlisinin özdeyişini paylaşmış arkadaşlar yorumda, çok hoşuma gitti.

Ne diyor Amerikan yerlilerinin şefi? Ne diyordu arkadaşlar tam okursak?

İlhami Yoldaş: “Her şeyi aynı nefesten alır hayvanlar, insanlar, ağaçlar. Hayvanlar olmazsa insanlar ne yapar? Tüm hayvanlar gitse insanların ruhu büyük bir yalnızlığa boğulur. İnsanlar yalnızlıktan ölür.”

Nurullah Ankut Yoldaş: Ölür evet. Evet kutlarım.

Yani gerçekten benim de değer verdiğim özdeyişlerdendir bu. Çünkü Amerikan yerlilerinin de yaşamı İlkel Komünal Toplumdur. Bu kabile şefleri hep İlkel Komünal Toplum şefleridir, arkadaşlar. Onlardaki içtenlik, insan, doğa, hayvan sevgisi oradan kaynaklanır. O sosyal düzenin değerleri olduğu için ortaya koyar, savunur hep durup dinlenmeksizin. Colomb, sınıflı toplum insanları Amerika’yı keşfettiğinde, büyük çoğunluğu da Anacıl Düzende yaşamaktaydı.

Mustafa Şahbaz Yoldaş: Hoca’m geçen bir programda dile getirdiler de. Şu anda dünyadaki bütün böcekler yok edilse, 45 yıl sonra dünyada hayat bitiyor. Buna karşılık insanları kaldırsak hayat devam ediyor.

Nurullah Ankut Yoldaş: Devam ediyor tabiî. İnsan olmadan da milyonlarca yıl hayat vardı yani. Burada onu da aktarmıştım sanıyorum. Ferit Edgü’ydü bir kitap fuarının onur konuğu, röportajını okumuştum. Dünya için en büyük tehlike insan soyu, diyor. Gerçekten insanın yaptığı kötülüğü, hiç kimse hayvanlara ve doğaya yapamaz. Kim yapabilir? Bu iklimi, dünyanın iklimini kim bozabilir, hangi hayvan türü bozabilir? Hiç kimse bozamaz. Orada doğal bir denge var. İnsan yapabilir ancak bu kötülüğü.

Halil Arabulan Yoldaş: Sınıflı toplum insanı.

Nurullah Ankut Yoldaş: Sınıflı toplum insanı. Yani dünkü paylaşımda dediğimiz gibi, canlı türünün en yücesi de insan soyunun örnekleri arasından çıkar, en değersizi, en iğrenci, en olmaması gerekeni de insan soyu arasından çıkar.

Yoldaşlarımız böylesine değerli bir yaşama biçimini yaşadılar. Kısa ama çok onurlu ve değerli yaşadılar. Bundan sonra da hep yüreklerimizde, bilinçlerimizde tüm diğer yoldaşlarımız gibi yaşamaya devam edecekler.

 

 

Mustafa Şahbaz Yoldaş: Birkaç kısa şey de ben söyleyeyim.

Hoca’m sizin mahallede bir dizi çekiliyor ya. Biz hanımla da takılıyoruz sizin mahallede çekildiği için. “Rüzgârın Kalbi” diye, belki izleyen arkadaşlar vardır. Orada bir de senin favori artistin Ceren… Ne Ceren’di?

Nurullah Ankut Yoldaş: Yeşim Ceren Bozoğlu.

Mustafa Şahbaz Yoldaş: Bu iki şey hatırına takılıyoruz yani. Dün çok önemli bir şey söyledi başroldeki olan. Biz Çerkezlerde dedi, Çerkez rolünde oluyor dizi gereği, Çerkezlerde bir söz vardır: “Canımı al onurum kalsın”. Bunu Çerkezce söyledi.

Yani düşünün; canımı al onurum kalsın. Can mesele değil.

Bu bize ne çağrıştırır?

“Ya istiklal ya ölüm!”ü. Yani işgal altında yaşamaktansa ölmek çok daha iyidir. Mustafa Kemal’in sözü.

Neyi hatırlatır?

“Ya özgür vatan ya ölüm!”

Che’lerin, Fidel’lerin Küba sloganını hatırlatır.

Bir de neyi hatırlatır?

“Onur yaşamdan önemlidir!” Kıymetlidir, değerlidir.

Bir diğeri Usta’mızın sözüdür:

“Vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense ölmek yeğdir.”

Bütün bunları arka arkaya niye saydım?

Her iki yoldaşımız da onurlarını hiçbir zaman çiğnetmeden, devrimci mücadelenin en ön saflarında, insan onurunun ayaklar altına alındığı bu düzende, insan onurunu en yükseklere taşımak için verdiler mücadeleyi ve bu uğurda, bu mücadelenin içindeyken öldüler.

Yani o bakımdan da… Şehit deniliyor kolayca ya. Bu bir şehitliktir. Mücadeleyi aktif bir biçimde verirken, bu mücadelenin içinde en canlı şekilde yer alırken ölmek. Ölümün biçimi elbette farklı… Belki halkımızın deyimiyle; ecel ölümü gibi görünse de, bunlar da gene bu düzenin yarattığı, ne bileyim, mesela şey düşünüyor insan: iyi bir sağlık sistemi olsaydı Semiha Yoldaş’ın hastalığı önceden tespit edilip önlem alınabilir miydi? Olabilirdi. Hoca’mızın uzun uzun anlattığı gibi, o stresleri yaşamasaydı bir anne, evlat acısını yaşamasaydı daha farklı bir yaşam olabilir miydi? O bakımdan hem düzenin katlidir bu, hem de Azrail dediğimiz, insanın ömrünün bir sınırı var, ama vakitsiz gelen bir Azrail. Bu katliamı işledi her iki yoldaşımıza karşı.

Hani diğer bir söz geliyor aklıma: “iyilik yap denize at balık bilmezse halik bilir”.

Anlamı şu ki; sen iyiliği yap denize at, balık belki anlamaz ama yaratan bilir bunu, yazar. Senin sevap hanene yazar. Öbür dünyaya gittiğinde sana Cennet’e yol açılır anlamına gelen bir laf.

Bunu bizim mücadelemize, yoldaşların mücadelesine uyarlarsak; devrim yolunda savaştılar, bu mücadeleye katkıda bulundular. Şimdilik devrim olmamış ise de devrim bunu hafızasına yazdı. Devrim için bir birikim. Hep diyoruz ya, önce birikim, sonra evrim, en sonunda nitel sıçramayla devrim. O devrimin olması için bu yoldaşlarımız da ömürlerinin yettiği, güçlerinin yettiği kadar mücadeleye, devrim mücadelesine katkıda bulundular.

Bunu şuna da benzetebiliriz; bir bal arısının nektar diye alıp getirip peteğe koyduğu şey sanıyorum, tahmin ediyorum hani gramın binde biri kadar, kilogramın binde birine gram denir, gramın da binde biri mili gramdır. Yani kilogramın milyonda biri bir miligramdır. Belki bir miligram bir şey taşıyor, ya bundan ne çıkar denilebilir. Ama ondan işte petekler dolusu bal çıkıyor.

Yoldaşlarımız da bu mücadelede aynen bir arı gibi, bir karınca gibi kendilerine düşen görevi bir nefercesine sonuna kadar yerine getirdiler. Dediğim gibi devrimin belleğine bunu koydular, orada birikiyor, doluyor. Eninde sonunda bu mücadeleleri, hepimizin mücadeleleri, yoldaşlarımızın mücadeleleri üst üste birikerek o devrim anı geldiğinde, o nitel sıçrama anı geldiğinde devrime dönüşecek.

Hani gene bir söz söyleriz ya; falan yoldaşların bugünkü olduğu gibi, Semiha ve Perihan Yoldaşların nezdinde tüm devrim şehitleri… Hepsini saymamız mümkün değildir ama biz biliriz ki onun içinde işte Spartaküs’le birlikte kılıç sallayan köleden tutun, günümüz devrimcilerine kadar yani adlı adsız bütün devrimcileri kapsar bu söylemimiz. Boş bir laf değildir bu. Bu devrimin dünya çapındaki evrensel belleğidir dile getirdiğimiz.

Elbette yoldaşlarımız da tüm devrimcilerin belleğinde, isimleri tek tek zikredilmese de, mutlaka yaşayacaklar. Ne mutlu bize ki, bizzat kendilerini tanıma şerefine nail olduk…