Site rengi

Tasarım

Tayyipgiller Hangi Osmanlı’yı düşlüyor?

04.02.2015
946
A+
A-

 

Geçtiğimiz günlerin en yoğun tartışılan konularından biri, Tayyipgiller’in Balıkesir Milletvekili Tülay Babuşçu’nun sosyal medyada paylaştığı ve Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun “reklam arası” olarak nitelendiren mesajıydı. Twitter ve Facebook’ta paylaştığı mesajında aynen şu ifadeleri kullandı Babuşçu:

“Bu resim okunması gereken bir resim. Filistin’i vermediği bahanesiyle yıkılan Osmanlı İmparatorluğu ve Filistin Devlet Başkanı’yla Cumhurbaşkanı’mızın arka plan görüntüsü. Muhteşem bir zekâ. Tabiî ki Sn. Cumhurbaşkanı’mızın zekâsı. 600 yıllık İmparatorluğun 90 yıllık reklam arası sona erdi.”

  1. Babuşçu’nun bahsettiği o resmi çoğumuz basında görmüşüzdür. Bahsedilen resim, “KaçAk Saray”dan alınmış bir kare. Resim, KaçAk Saray’ın gayrimeşru hükümdarı Tayyip’in Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ı kabul ettiği sırada çekilmiş. Hepimizin malumu olduğu gibi KaçAk Saray’ın merdivenlerinde de tarihte kurulmuş 16 Türk Devletini temsil eden askerler var.
  2. Babuşçu’nun ifadesiyle “Sn. Cumhurbaşkanımızın muhteşem zekâsı” sayesinde ortaya çıkan bu manzaranın kamuoyunda, iç ve dış basında nasıl yorumlandığıyla ilgili tartışmaları bir kenara bırakıp bu resmi konu edinen sosyal medya mesajına geri dönelim.
  3. Babuşçu resme ilişkin paylaştığı mesajında Tayyipgiller’in ne denli azılı bir Cumhuriyet düşmanı olduklarını bir kez daha ortaya koyuyor. “600 yıllık imparatorluğun 90 yıllık reklam arası sona erdi” derken kastedilen şey son derece açık: Tayyipgiller’e göre Mustafa Kemal önderliğinde Batılı Emperyalistlere ve yerli işbirlikçilere karşı yürütülen kora kor mücadelenin zafere ulaştırılmasıyla kurulan Cumhuriyet artık “sona erdi”.

Tayyipgiller’in Ortaçağcı ideolojisini net biçimde yansıtan bu mesajlardan sonra kamuoyunda çeşitli tepkiler yükseldi, bildiğimiz gibi. Bu tepkiler üzerine Babuşçu yine sosyal medya kanalıyla bir mesaj daha yayımladı. İkinci mesajında da aynen şunları söylüyordu:

“Arkadaşlar reklam arası bitti, film başladı ve isteseniz de istemeseniz de 2023’te vizyona girecek.”

Bildiğimiz gibi son zamanlarda bir “Osmanlı” tartışmasıdır sürüp gidiyor. Tayyipgiller bu tartışmayı Osmanlıcanın çeşitli düzeylerdeki okullarda zorunlu ders olarak okutulacağını söyleyerek iyice körükledi.

“Osmanlı” tartışmasının bu süreçte Tayyipgiller tarafından gündeme getirilmesi tesadüfî değildir. Halkın alınterini gasp ederek yapılan KaçAk Sarayının şatafatına kapılan Tayyip kendisini hükümdar, topyekûn Türkiye Halklarını ise kulları olarak görüyor. Gittiği yerlerde şakşakçıları tarafından “Hoş geldin Padişahımız” pankartlarıyla karşılanıyor. Sarayların olmazsa olmazı olan soytarılar, şaklabanlar ise Tayyip’in bu hülyasına gazete köşelerinde, televizyon programlarında alkış tutuyor. Tabiî bunun karşılığını da ziyadesiyle alıyorlar, on binlerce dolarlık maaşlarla, ünle, şöhretle, koltukla.

Peki Tayyipgiller’in düşlediği, özlemini duyduğu Osmanlı nasıl bir Osmanlı’dır?

Tayyipgiller’in kastettiği “reklam arası” yani Cumhuriyet “sona er”dikten sonra Tülay Babuşçu’nun bahsettiği, 2023 yılında vizyona girecek olan film nasıl bir filmdir?

Hep söylediğimiz gibi Tayipgiller, halkımızın temiz duygularla bağlandığı İslamiyet’i hırsızlıklarına, yolsuzluklarına bir kalkan olarak kullanıyor. 17-25 Aralık geriz patlamalarında “Selamünaleyküm”le başlayan, “Allah’a emanet ol” ile biten telefon görüşmelerinde, siyasi parti süsü verilmiş “çıkar amaçlı suç örgütü”nün nasıl rüşvetçilik yaptığının, kamu mallarına nasıl el koyduğunun, milletin anasına nasıl küfredildiğinin ibretlik hikâyesine hepimiz tanık olduk.

Tayyipgiller’in bundan başka şekilde davranması beklenemez. Çünkü onlar, sürekli ifade ettiğimiz gibi, Hz. Muhammed İslamı’nın temsilcisi değillerdir. Hatta onlar “Benim huzuruma ne ile gelirseniz gelin affederim, ancak kul hakkı ile gelmeyin”, diyen Gerçek İslam’ın en büyük düşmanlarıdır. Kendi dünyevi çıkarları için Gerçek İslamiyet’in ilerici bütün yönlerine savaş açmış olan Muaviye ve Yezid gericiliğinin devamıdır onlar. Bu gerçekliği gün geçtikçe daha çok insanımız görmekte, din kisvesine bürünmüş bu suç örgütünün içyüzünü öğrenmektedir.

Tıpkı Gerçek İslamiyet’i istismar etmeleri gibi Osmanlı’yı da istismar etmektedir Tayyipgiller. Ağızlarından düşürmedikleri “Osmanlı”dan kastettikleri, derebeylik batağına saplanmış, kokuşmuş, çürümüş çökkün Osmanlı’dır.

Bu Osmanlı’da, tıpkı bugün olduğu gibi, insanlar arasındaki eşitsizlikler had safhaya ulaşmıştır. Halkın üzerindeki yük artık kaldırılmayacak düzeye erişmiştir. Padişahlar şatafatlı saraylarda gününü gün edip eğlenceler düzenlerken halk yoksulluk içinde boğulmaktadır.

Her meseleyi olduğu gibi Osmanlı Tarihini de Gerçek Bilimin ışığında tahlil eden Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’dan, bu çökkün Osmanlı’nın hainleşmiş yöneticilerinin ahlâki bakımdan ne kadar alçaldığını gösteren çarpıcı bir bölüm aktaralım:

“Osmanlı Ağa-Bey-Paşaları, İslam dininin haram ettiği faizciliği örtmek için yaptıkları ‘Hile-i Şer’iyye”ler gibi, tefecilikten birikmiş akçalarını en kârlı ‘işletme’ yeri olan ‘hamam işletmelerine’ yatırınca, ‘edep’ ve ‘hayâ’ duyguları kabarmış olacak. Halk onlara ‘Tüh! Koskoca Beyler, Paşalar, Ağalar, Eşraf, Ayan, Müteneffizan… şimdi de Hamamcılığa mı başladınız!’ tükrüğünü yapıştırmasın diye, yaptırdıkları ve işlettikleri (hem de hiç ağıza alınamayacak biçimlerde işlettikleri) HAMAM’lara- ‘ÜS değil SÜS, MEVZİ değil TESİS’ gibi – Hamam değil ‘SULU MUKABELEHANE’ adını vermişlerdi.” (Hikmet Kıvılcımlı, Deccal Kapımızı Nasıl Çalıyor?, Tarihsel Maddecilik Yayınları, 1975, s. 110-111)

“Sulu Mukabelehaneler” Osmanlı Devleti’nin gericileştiği, çöküşe doğru hızla yol aldığı, dolayısıyla da halk üzerindeki baskısını, sömürüsünü alabildiğine artırdığı bir dönemde yozlaşmanın boyutlarını gösteren sembollerden sadece biridir. Dönemin Osmanlı egemen sınıfları, İslamiyet’in kati surette yasakladığı bütün tatlı kâr faaliyetlerini yürütmektedirler. Bunu da elbette kitabına uydurarak yapmaktadırlar. Bugünkü Tayyipgiller’in, kara paralarını aklamak için Allah-Peygamber korkusu duymadan her türlü vurgunculuğu yapıp bunu da din kisvesine büründürmeleri gibi, o zamanın Tefeci-Bezirgânları da gariban halktan elde ettikleri faiz gelirlerini “Sulu Mukabelehaneler”e yatırmaktadırlar. Usta’mızın “hem de hiç ağza alınamayacak biçimlerde işlettikleri” ifadesinden bu “işletme”lerde hangi “faaliyet”lerin yürütüldüğünü tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu da göstermektedir ki ekonomik planda başlayan yozlaşma ve çürüme mantıksal sonucuna ulaşarak ahlâki boyuta da sirayet etmiştir.

Şu gerçekliği de vurgulamak gerekir: Osmanlı’daki bu çürüme devletin en tepesinden başlamaktadır. Bunun en somut kanıtı “Sulu Mukabelehane Şehidi” Sarı Selim’in (II. Selim) ibretlik ölüm hikâyesidir. Konumuzun kapsamı dışında olduğu için bu noktaya girmeyelim.

İşte Tayyipgiller’in özlemini duyduğu Osmanlı, bu Osmanlı’dır. 2023’te vizyona sokmaya çalıştıkları film de böyle bir filmdir.

Peki Osmanlı sadece bu mudur?

Tabiî ki değildir. Bu, sadece Tayyipgiller’in kurmaya çalıştıkları ve ne yazık ki büyük ölçüde de yol aldıkları bir toplum düzenini barındıran Osmanlı’dır. Oysa Osmanlı, yüzyıllar boyunca adaletsizliğin var olmadığı bir toplumsal düzeni de yaşatmıştır.

Bunu nasıl başarmıştır?

Bu sorunun cevabını da Türkiye Devrimi’nin ölümsüz Önderinden öğrenelim:

“Çünkü Osmanlı dediğimiz Türkler, İlkel Komunadan geliyorlar. Yani sınıfsız toplumdan geliyor. 400 aslan dediğimiz… Hani: ‘Dört yüz aslandan bu vatan kaldı bize yadigâr’ şarkısını söylerdik biz çocukken. Doğrudur. 400 aslan kurdu. 400 kişilik, 400 ailelik bir oymak, bir Oğuz Oymağı geldi, Bilecik’te oturdu. Ondan sonra, koca Osmanlı İmparatorluğu…

“Bunu nasıl kurdu?

“Yani, bugün düşünürsek biz, mutlaka bir Marksist olarak bunun bir dişe dokunur ekonomik maddecil nedenlerini aramak, bulmak zorundayız. İşte bu nedenlerin başında: onun kişi mülkiyetini tanımamış, Orta Barbar dediğimiz bizim, göçebe oluşundan ileri geliyor.

Göçebe, sınıfsız bir toplumdur. Sınıfsız toplumda, göçebe insan, yalnız otlak arar. Otlak mı?.. Otlak da, hepimizin sürülerinin yayılacağı yerdir, der.

“İşte bu anlamda bir sosyal yapının kaçınılmaz sonucu olarak, Osmanlı: girdiği, zapt ettiği toprakların üzerinde, bildiğimiz şahsi mülkiyet düzeni kurmamış. “Mülk Allah’ındır” demiş bir kere, felsefe olarak. Ama uygulamada: “Bütün Müslümanların ortak malıdır” demiş: “Beytülmal-i Müslüminindir” demiş.” (Hikmet Kıvılcımlı, Durum Yargılaması, Derleniş Yayınları, Birinci Baskı, Ocak 1999, s. 31-32)

Osmanlı’nın ilk kurucuları, bir devleti devlet yapan (tabiî o dönemlerde söz konusu olan feodal devletlerdir) tüm kavramlara yabancıdır. Dolayısıyla sınıfsız bir toplum dışında başka bir toplum biçimi bilmemektedirler. Bunun bir kanıtı olarak, “Vergi” kavramını ilk kez duyan Osmanlı’nın kurucusu Osman Bey’in verdiği tepki görülmeye değerdir.

“(…) Germiyan vilâyetinden bir kişi Osman Gazi’ye gelip eytti: ‘Bu bazarın bacını bana satın.’ Osman Gazi eytti: ‘Baç ne olur?’ (öteki) eytti: ‘Bazara her kim getürse, andan akça alayın.’ Osman Gazi eytti: ‘Bire kişi bu bazara gelenlerde alımun mu var ki bunlardan akça alursun?’ O kişi eytdi: ‘Bu âdettür. Her vilâyette vardur ki, padişah içün her yükden akça alurlar.’ Osman eytdi: ‘Bu tanrı buyruğu ve peygamber kavli midür, yoksa bunu her ilün padişahı kendü mi ihdas eder?’ didi. Ol kişi eytdi: ‘Evvelden türei sultanidür.’ Osman Gazi gazaba gelüb eytdi: ‘Yörü, ayrık bu arada turma ki sana ziyanım tokunur! Bir kişi ki, malını kendü eliyle kesbitmiş ola, bana ne borcu var ki râygân akça vire?

Günümüz Türkçesiyle:

“Germiyan vilayetlerinden bir kişi Osman Gazi’ye gelip dedi ki: Bu pazarın vergisini bana satın.

“Osman Gazi dedi ki:

“Vergi nedir?

“(Öteki) söyledi:

“Pazara kim mal getirirse ondan akça alayım.

“Osman Gazi dedik ki:

“Bre kişi bu pazara gelenden alacağın mı var ki bunlardan para alırsın?

“O kişi dedi  ki:

“Bu adettir. Her vilayette vardır ki, padişah için her yükten para alırlar.

“Osman dedi ki:

“Bu Tanrı emri ve Peygamber sözü müdür, yoksa bunu her ilin padişahı kendisi mi oluşturur?

“O kişi cevap verdi:

“Eskiden beri sultan hukukudur.

“Osman Gazi öfkelenerek dedi ki:

“Yürü ayrık (çarpık) burada durma ki sana bir zararım dokunur! Bir kişi ki malını kendi eliyle çalışıp kazanmışsa bana ne borcu var ki bana karşılıksız para versin?” (M. Neşri’den aktaran: Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm, Derleniş Yayınları, İkinci Baskı, Ekim 2006, s. 246-247)

İşte Osmanlı’nın gerçek kuruluş kökleri ve felsefesi budur.

Ne var ki Osmanlı Devleti derebeyleşme batağına saplandığı ölçüde gericileşmiş, kastlaşmış, çürümüş ve yok olup gitmiştir. Özellikle Dirlik Düzeninden Kesim Düzenine geçiş bu çürümenin başta gelen nedenidir. Kapitalizmöncesi toplumlarda belirleyici üretim aracı olan Toprak, kamudan çalınıp Özel Mülkiyete ne oranda peşkeş çekilmişse, Osmanlı da aynı oranda çürümüştür. Kıvılcımlı Usta’nın, Orijinal Tarih Tezi’nin ışığında Osmanlı üzerine yaptığı çözümlemeleri kapsayan “Osmanlı Tarihinin Maddesi” eserlerinde bu trajik çürüyüşün ve yok oluşun dramatik hikâyesi didaktik bir dille anlatılır.

Tayyipgiller işte yukarıda kısaca değindiğimiz Osmanlı’nın ilerici, adaletli, kamu malı savunucusu, hakkaniyetli dönemlerini ağzına bile almazlar, görmek istemezler. Çünkü bugün Türkiye Halklarını soyan, alınterimizi gasp ederek milyar dolarları küpleyen Tayyipgiller, Osmanlı’nın ilk dönemlerinde yaşattığı adil toplum biçiminin tam anlamıyla antitezidir. Osmanlı’nın gerçek kuruluş felsefesinde Tayyipgiller’in hakkı kılıçtır. Adaletsizliğin olmadığı bir düzende bu vurgunculara asla yaşam hakkı tanınmaz. Onların tarihteki muadilleri, bir taraftan halkı soyup soğana çevirirken diğer taraftan da Batılı Emperyalistlere hizmette sınır tanımayan Vahdettin’lerdir, Damat Ferit’lerdir. Onların, “Beytülmal-i Müslimin”i namus belleyen İlkel Komünal gelenekli Osmanlı halk önderleriyle hiçbir benzerlikleri yoktur.

Sonuç olarak; T. Babuşçu’nun bahsettiği, Tayyipgiller’in de kirli hayal dünyasını süsleyen çökkün Osmanlı filmi, tarihsel olarak çoktan trajik bir sonla bitmiştir. O çökkün Osmanlı’nın yerini ise M. Kemal önderliğinde giriştiğimiz ve zafere ulaştırdığımız Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızla kurulan Cumhuriyet almıştır. Tarihin tekerlekleri asla geriye doğru dönmez.

Biz Gerçek Devrimcilerin görevi ise Tarihin ileriye doğru dönen tekerleklerini daha da ivmelendirmek ve Birinci Kuvayimilliyecilerin kurduğu Cumhuriyeti, Demokratik Halk İktidarıyla doğal seyrine oturtmaktır. Ve en sonunda da insanlığın gözbebeği Sosyalizmi bu ülke topraklarında ve tüm dünyada egemen kılmaktır.

Şunu da netçe vurgulamak gerekir ki Tayyipgiller’in hayalindeki filmin senaristi, yönetmeni AB-D Emperyalistleridir. Onlar, o filmin sadece aşağılık figüranlarıdır. Ama bu ihanet senaryosu asla gerçekleşmeyecektir. Eninde sonunda mazlum dünya halklarının kanları pahasına yazdığı senaryo hayata geçecek ve insanların eşit, adil, kardeşçe yaşadığı bir dünya mutlaka kurulacaktır.

Sözlerimizi, Usta’mızın “Türklerin Montesquieu’su” olarak nitelediği Koçi Bey’in IV. Murat’a sunduğu lâyihasındaki uyarıyla bitirelim. Böylece Türkiye’yi bir “Hırsızlar İmparatorluğu”na çeviren Tayyipgiller’in kurduğu bu zulüm ve rüşvet düzenini ve doğal olarak bu düzenin sahiplerini bekleyen sonu, bu kez de o çok sevdikleri Osmanlıca dilinden hatırlatmış olalım:

   “Zulm ve rüşvet her kangı Devlette ki peydâ ü âşikar oldu, ol Devlet harab ü yebab ve bergeşte-i rüzgâr oldu.” (Koçi Bey Risalesi, s. 73, Aktaran: Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, C. 1, Derleniş yayınları, 2. Baskı, Nisan 2010, s. 36)