Bir ziyarete gidişin neden olduğu çağrışımlar
Akşam 20.30’a doğru Parti’den çıktım. Üst geçitten karşıya geçerken, alışkanlıkla durağa yaklaşan otobüslere dikkat ettiğimde Bayrampaşa arabasını gördüm. Hemen Ramazan Başkan’ı aradım. “Başkan B.paşa arabası ile gelsem, Metroya göre pratik olur mu?”. “Daha pratik olur. B.paşa Devlet Hastanesi durağında inersin”, diyalogundan sonra, hızlanarak otobüse yetiştim ve bindim.
Yusuf (Ramazan Yoldaş’ın oğlu) parkta spor yaparken ayağını sakatlamış, onu ziyarete gidiyordum. Eşim Gülten ve kızım Fatma Berfin de oradaydılar. Birkaç durak sonra oturunca, kitabımı çıkarıp okumaya başladım. Okumaya dalmışım. Neredeyiz diye baktığımda, otobüs Sağmalcılar Metro İstasyonunun bulunduğu yola doğru dönüyordu. Ekrana baktığımda üçüncü durakta inmem gerekiyordu. Kitabımı çantaya koydum. Durağın anonsu yapıldığında kapıya yanaştım.
Kapı açıldı, indim ve yukarıya doğru yürümeye başladım ki, ne göreyim?
B.paşa (Sağmalcılar) Cezaevinin o büyük kapısı karşımda. Hem de ardına kadar açık. Şaşırdım ve heyecanlandım. Çağrışımlar beynimde uçuşurken, kapıya doğru ilerledim. Kapıdan içeri girdim. Binalar tamamen yıkılmıştı. Basından da okumuştum. Hafriyat çalışmaları sürüyordu. Kısa bir süre izledim. Dışarı çıktım, Ramazan Başkanlara doğru yürümeye başladım.
İlk aklıma gelen, nedense 2006 Mayısı’ndaki “konukluğum” değil de, 1984 Haziranı’ndaki “konukluğum” oldu. Daha doğrusu, 1984’deki buraya getirilişim ilk akıma gelen oldu. Sağmalcılar Özel Tip Cezaevinden getirilmiştim, tahliye işlemleri için. İki cezaevi de aynı alan üzerinde bulunmakla birlikte ayrı binaları vardı.
Kibrit’ten (Askeri cezaevi aracı) indirildiğimde, cezaevi idare binasının önündeydim. Ayağımda naylon terlik, elimde kelepçe, üzerimde pijama-eşofman bozması giysiler vardı. Oldukça da zayıftım. Görenlerin de dikkatini çekiyordu. Çünkü 12-13 gündür açlık grevindeydim.
Buraya getirilmezden önce, Eyüp Adliyesine götürülmüştüm, o dönemki prosedür gereği. Kamyonetten dönüştürülmüş dar, basık ve küçük pencereli olduğu için kibrit kutusu adını taktığımız aracın içinde doğal olarak ellerim kelepçeli, ayaklarım prangalı bekletiliyordum. Pencereden bakmaya çalıştım. Gördüğüm manzara: adliye binasının bir bölümü ve önündeki merdivenlerdi. Tek tük insan gözüme çarpmıştı. Bu manzara, o an benim için, uzun bir aradan sonra “dışarı” ile ilk temasımdı ve beni heyecanlandırmıştı. “Özgürlüğe” biraz daha yaklaştırmıştı sanki beni.
B.paşa cezaevine sevk yolculuğumun başına dönecek olursam:
12 Eylül Faşizminin devrimci onuru ve kişiliği yok etmenin bir aracı olarak dayattığı meşhur “Tek Tip Elbise”ye karşı mücadelenin, direnişlerin 1983 Temmuz’undan (Tek Tip Elbiseye karşı açlık grevleri başlatılmıştı tüm devrimci tutsaklar tarafından Sultanahmet ve Metris Cezaevlerinde) beri devam ettiği dönemdi. Sultanahmet Cezaevinden 1984 Şubat-Mart aylarında sevk edilmiştik Sağmalcılar Özel Tip Cezaevine. 1983 Temmuz Açlık Grevi’nden sonra, Tek Tip Elbise operasyonlarına karşı fiili direnişlerle karşılık vermiştik. 12 Eylül Faşizminin zindanlarında Devrimci Tutsaklar olarak, artan baskılara karşı tüm öfkemizle, kararlı ve inançlı bir şekilde direniyorduk. Dışarı ile irtibatımız kesilmişti. Her şey yasaklanmıştı. Havalandırmaya çıkartmıyorlardı. Görüşler yaptırılmıyordu. Duruşmalara da çıkartmıyorlardı. “Laci”leri (Tek Tip Elbise) giyersen her şey serbestti. Mektupları engelliyorlardı. Elbiselerimize ve eşyalarımıza el koymuşlardı. Ve özel olarak hazırladıkları Jandarma Komando birlikleri ile saldırıyorlardı operasyonlar sırasında. Tek Tip Elbise operasyonu öncesi (koğuşların siyasetlere göre düzenlenmesi idareye kabul ettirilmişti) aynı koğuşta kalan kişiler operasyon sonrası farklı koğuşlara verilmişti. Tüm bunlara karşın, coşkuyla; kavgaya selam direnişe devam, diyorduk. Tek Tip Elbise operasyonunda yedi kişi, altından lağım sularının aktığı bodrumdaki hücrelere kapatılmıştı. O yedi kişiden biri ben olmuştum…
Yazı uzamasın diye iki cezaevindeki, “çağrışımlar film şeridinin” bazı bölümlerini atlatıyorum.
Sultanahmet’teki durum, Sağmalcılar Özel Tip Cezaevinde de aynen devam ediyordu. Baskılara ve dayatmalara karşı, Açlık Grevi ve Ölüm Orucu tartışmaları yapılıyordu.
Yanlış hatırlamıyorsam 1984 Mayısı’nın başlarında, o dönemki adıyla Dev-Sol ve TİKB Ölüm Orucu’na başladılar, belirli sayıdaki arkadaşlarıyla. Ayrıca dönüşümlü olarak da Süresiz Açlık Grevi başladı cezaevi genelinde. Cezaevine geldiğimiz ilk günlerde tek kaldığım 6 kişilik koğuşta, fiili direnişi savunmakla beraber destek amaçlı açlık grevine katılanlar arasında yer aldım.
İşte bu dönemin ikinci haftasının dolduğu günlerde, koridordan adımı seslendi gardiyanlar. Mazgalı açtılar. İnfaz memuru gelmişti. Daha önce tahliyemle ilgili bir iki kez dilekçe vermiştim. Alakadar olmuş, gelip bilgi vermişti. Saygılı ve nazikti. Askeri cezaevlerinde infaz savcılığı olmadığı için B.paşa’ ya sevk edilecektim. Önce Eyüp Savcılığına, oradan da B.paşa’ya götürülecektim. Kısa sürede tahliye edilecektim. Ama ne kadar süreceği belli değildi. Hemen hazırlanmam gerekiyordu.
Gardiyanla görüşmemiz biter bitmez, ranzanın ikici katına çıkarak, havalandırmaya bakan pencereye tırmandım. Havalandırmaya bakan iki katta bulunan koğuşlardaki arkadaşlara kısa ve duygusal bir konuşma yaptım. Ve havalandırma sloganlarla inlemeye başladı. Koğuştan çıkarken sloganlar ve marşlar devam ediyordu. Bu bir geleneğimizdi. Tahliye olan arkadaşları sloganlarla uğurlardık.
Evet. Sağmalcılar Özel Tip Cezaevinden marşlar ve sloganlarla uğurlanmıştım. Ölüm Orucu ve Açlık Grevi’ndeki arkadaşları geride bırakarak…
İşte şimdi kibritten indirilmiştim. B.paşa Cezaevinin idare binasının önündeydim. Sağ yanıma bakınca, tüm ihtişamıyla cezaevinin kapalı duran kapısını gördüm. İdare binasına girince askerler beni görevli gardiyanlara teslim ettiler. Siyasi olduğumu ve geldiğim yeri söyleyince, gardiyanlar saygılı davranmaya başladılar. Devrimcilerin yürekleri ve bilekleri hakkına kazandıkları saygıdan dolayı tabiî ki… Arama dahi yapmadılar. Soyarak yapmaya kalksalar (cezaevlerine girişte böyle arıyorlardı), karşı koyup direneceğim. İşlemler bitti, Karantina Koğuşuna verildim. Cezaevine girerken ve çıkarken (tahliyede) önce karantina koğuşuna verilirdi tutuklular ya da mahkûmlar. Ben de, iki ya da üç gün, çoğunluğunu lümpenlerin oluşturduğu, çok kalabalık olan bu koğuşta kaldım. Her türden değişik insanlarla tanışma olanağım oldu. (Şeridi biraz daha hızlandıralım…)
Normal koğuşlara verileceğimiz gün, onlarca kişi Cezaevi Güvenlik Müdürünün odasına çıkarıldık. Rütbesi albay olan müdür masasında oturuyor ve önündeki listeden isimleri okuyordu. İsmi okunanı odada bulanan erlerden biri arkasından tutup iterek müdürün önüne doğru getiriyordu. Müdür o kişinin yüzüne verileceği koğuşu söyleyince koridora çıkarıyorlardı. Bana yapılmasına izin vermeyecektim. Cezaevi yaşantımda ikinci kez bir Albayla karşılaşıyordum ve muhatap olacaktım. Birincisi Sultanahmet’te, Tek Tip Elbise operasyonu sırasındaydı. Tavrım nedeni ile bodrumdaki hücreye atılmamı emretmişti askerlerine. Bakalım bu kez ne olacaktı?
Hazır beklemeye başladım, anında müdahale etmek için. Albay ismimi okurken ayağa kalktı. Sağlığımı ve bir sıkıntım olup olmadığını sordu. Teşekkür ettim. Karantinanın sağlıksızlığını ve insanlık onuruna yakışmayan bir yer olduğunu belirttim. Çünkü orada tanıştığımız Tophane’nin bitirimlerinden birine de söz vermiştim, karantinanın durumunu iletmek için. Müdürün cevabı da, “maalesef burası böyle” oldu. Koğuşumu söyledi dışarı çıktım. Bir sıkıntı olmamıştı.
Sivil gardiyanlar beni koğuşa götürdü. İçeri girdim. Bu koğuşa bir tek ben verilmiştim. Girişteki masaya oturdum. Hemen karşıma oturan biri:
-“Ne’den geldin?”, diye sordu. Yüzüne baktım. 40-45 yaşlarında biriydi. Ben de 25 yaşlarındaydım o zamanlar.
-“Ben siyasiyim”, dedim.
-“Dışarıda siyasi mi kaldı?” (Bunu biraz da tepkili söylemişti.)
Sert bir ifadeyle:
“-Ben Devrimciyim. Dışarısı da içerisi de devrimci dolu. Sen kimsin?”, diye cevap verince sustu. Sesini çıkaramadı.
Lavaboya gitmek için masadan kalktım, yürüyüp bakınırken birisi yanıma yaklaşarak konuşmak istedi. Kuytu bir kenara çekildik. “O adam yaramazın teki. Kafanı takma. Artık sana yanaşamaz. Siyasi arkadaşlar da var”, dedi. Gidip bir arkadaşı alıp getirdi. Tanıştık. Yaklaşık 2-3 hafta kalacağım “Koğuşumuz”un çoğunluğunu cinayet ve yaralamadan gelmişler oluşturuyordu. Ayrıca asker kaçakları da vardı. İlk karşılaştığım kişi yaralamadan gelmiş biri. Bana yardımcı olan ise cinayetten gelmiş, devrimcilere sempatisi olan bir arkadaştı, Cafer Ağabey. Sonradan samimiyetimiz hayli gelişmişti.
Devrimci olarak tanıştığım arkadaşların, ikisi “İlerlemeci”, biri Dev-Yolcu idi. Yanlarında iki demokrat arkadaşla birlikte komün oluşturmuşlardı. Beni de davet ettiler. Kabul ettim.
Yaklaşık en az 6 aydır güneş yüzü görmemiştim. Burada havalandırma sürekli açıktı. Sabahları spora başladım yeniden. Komündeki arkadaşlarla kısa sürede uyum sağlamıştık. Ortak spor yapmaya başladık. Güncel olayları değerlendirdiğimiz toplantılar da yapıyorduk. 35-40 kişilik koğuşta yüz küsur kişi kalıyordu. Burada da değişik insanlarla tanıştım. Farklı deneyimlerim oldu. (Film şeridini biraz daha atlatıyorum.)
5-6 gün geçmişti. Bir yandan Ölüm Orucu ve Açlık Grevi’ni merak ediyordum. Özel Tip Cezaevinden haber alamıyordum. Üzülüyordum. Bir yandan da tahliyemden bir haber yoktu. Cezaevi İnfaz Savcılığına dilekçe yazdım. Üç-dört gün sonra dilekçeme yanıt geldi: Direnişimden ötürü İnfazım yanmış, dokuz ay daha yatmam gerekiyormuş. Hemen eve mektup yazıp eşya istedim. Battaniye, çarşaf, pijama, eşofman, iç çamaşır ve spor ayakkabısı.
Günler geçiyor. Gazetelere Ölüm Orucu ve Açlık Grevi ile ilgili haberler yansımıyordu. Devam ettiğine dair dolaylı haberler alıyordum ancak. Bir gün ranzamın üstünde kitap okurken ismimin çağrıldığını duydum. Emin olamadım. Baktım. Bana sesleniyorlardı. Koğuşun kapısına git, dediler. Gittim. Mazgal açık. Gardiyan, “Tahliyen geldi. Eşyalarını topla. Gidiyorsun”, dedi. Anında koğuşa yayıldı tahliyem. “İnfazın yanmış” cevabından 10-15 gün sonrasıydı. Hiç beklemiyordum. Gardiyana tamam dedim. Ranzama doğru gelirken, sevincimi ve şaşkınlığımı belli etmemeye dikkat ediyordum. Ne olur ne olmaz diye sakin olmaya çalışıyordum. Komünden arkadaşın birisi “hani infazın yanmıştı?”, diyecek oldu, anında susturdum. Komün arkadaşlarımla ve Cafer Ağabey’le vedalaştım. Koğuşla toplu vedalaştım, onlar da toplu alkış yaptı. Buranın da geleneği böyleymiş.
Karantina koğuşuna götürüldüm. 2-3 gün sonra önce karakola, ardından Askerlik Şubesine götürülerek oradan salıverildim. Bu zorunlu seyahatte Annem de bulundu. Sabahtan ziyaret etmek için memleketten gelmiş. Ona da sürpriz olmuştu. (Bu bölümde de “film şeridini” biraz atlattım.)
Akşam bir Arkadaşta kaldık annemle birlikte. Sabah uyanınca gazete aldırttım, Cumhuriyet’i. İlk sayfasında korktuğum haber vardı. Ölüm Orucunda dört Şehit… Fatih Mehmet Ökütülmüş (TİKB), Abdullah Meral, Hasan Telci ve Haydar Başbağ (Dev-Sol). Eylemi de sonlandırmıştı Devrimci Tutsaklar. Gazetenin tarihine baktım. 18 Haziran 1984. Düşünmeye başladım.
Abdullah Meral: Devrimci bir Kardeşliğimiz vardı. Hasdal’da aynı koğuşta kalmıştık.
Hasan Telci: Nam-ı diğer Kepçeci Hasan. Sultanahmet’te tanışmıştık.
Haydar Başbağ: Sultanahmet’ten şahsen tanırdım ama hiç konuşmuşluğumuz olmamıştı.
Fatih Mehmet Ökütülmüş: Sultanahmet’te koğuş komşusuyduk. Çok iyi bir ilişkimiz vardı. Toplu spor aksayınca birlikte spor yapardık.
Evet, “özgürlüğe uyandığım” ilk günün sabahında üzülmüştüm, moralim bozulmuştu.
Ramazan Başkanların sokağının başına geldiğimi fark ettiğimde, 15-20 dakikalık bir zaman dilimi geçmişti. Günün tarihini hatırlamaya çalıştım bir an: 18 Haziran 2014.Şaşırmam ve heyecanlanmam beni 30 yıl öncesine götürmüştü. Yoldaşlarımla da paylaşmak istedim. 01.08.2014
HKP MYK Üyesi
İstanbul İl Yöneticisi Halil Arabulan