Durduramayacaklar halkın coşkun akan selini
Prof. Dr. Özler Çakır
Bu satırların yazıldığı sırada 2020’nin son günlerindeyiz. İnsan doğal olarak bir durum değerlendirmesi yapıyor. Bir yıl boyunca yaşanılanlar, olaylar, canlanıveriyor belleğimde. Beni en çok sevindirenler, eğlendirip-güldürenler, gururlandırıp-onurlandıranlar… Ama ilk anımsadıklarım, hele de şu salgın günlerinde, illa ki en çok içimi yakanlar-acıtanlar, öfkelendirip-hırslandıranlar. Şairimiz Atilla İlhan’ın usta söylemiyle “mıh gibi aklımda tuttuklarım”, hep insanın yüreğini delip geçenler. İşte yalnızca birkaçı:
Türkiye’de, ilk Kovid-19 vakasının görülmesinin üzerinden neredeyse iki ay geçmiş. Bir Parababaları cenneti olan ülkemizde, bu iki ay bile işçi-emekçi yoksul halkımızın içinde yaşadığı cehennem ateşini harlamaya yetmiş; kasıp kavurmuş nice hayatları, ocakları…
4 Mayıs akşamı haber izliyorum. Ekranda, Ankara İŞKUR önünde, işsizliğe mahkûm edilen insanlarımızın oluşturduğu uzun kuyruğun görüntüleri var. Birden, tertemiz sakal tıraşı olduğu, taktığı maskenin yüzünü açıkta bıraktığı kısmından belli olan, alın kısmından hayli dökülmüş saçlarını düzgünce taramış, takım elbisesi içinde oldukça zayıf, 40-45 yaşlarında bir erkek görüntüsü yansıyor ekrana. Adı Yusuf Derin’miş. Garson. Salgın nedeniyle o da işsiz kalmış. Hiçbir sosyal güvencesi olmadığı için açlığa mahkûm edilen ve her gün iş umudu ile İŞKUR’un kapısını aşındıran binlerce insandan biri. En kalabalık yer olduğu düşüncesi ile o gün, İŞKUR önünde evde demleyip termosa koyduğu çayı satmaya çalışırken görüntüye giriyor. Kameraya bakarak konuşmaya başlıyor, izliyorum: “İki aydır boşum, evde bir ekmek parası yok. Evde iki kızım var. En son kızım dedi, baba evde ekmek yok. Evde termosum vardı, çayı demledim…” bitiremiyor sözlerini, yutkunuyor, yutkunuyor. Artık o dakikadan sonra gözleri konuşuyor. Evine bir kuru ekmek olsun götüremediği için kıvranıp duran nice babanın, nice ananın çaresizliği domur domur oluyor göz pınarlarında ve sonra da yanaklardan süzülen isyanı… Benim gözlerim mi? Yusuf’un gözlerine çakılıp kalmışlar. Ellerimi yanaklarıma götürüyorum, ılık ılık bir şeyler akıyor.
Aralık ayının ilk günlerinde bir erkek, kim bilir kaç zamandır hiç bıkmadan usanmadan haykırdığı “iş-aş” sözlerini avucunun içine yazarak kendinden sonraya bırakıyor. İşsizliği, aşsızlığı onun yokluğunun mirası oluyor.
Bu olayın hemen ardından bu kez Malatya’dan geliyor görüntüler. 8 katlı Büyükşehir Belediye binasının bloklarını birbirine bağlayan köprünün üzerinden aşağıya atlamasına ramak kalmış bir belediye işçisinin sömürü düzenine öfkesini öfkemiz, isyanını isyanımız yapan sesi yükseliyor. İnsanlık onurunun tahammül edemediklerine hançeresini yırtarcasına haykırıyor: “Biz işçiyiz hayvan değiliz. Hakkımı helal etmiyorum… Benden sonrakiler de helal etmesin. Bizi sömürdüğün yeter. Hayvan değiliz, yeter, yeter!”
Aynı günlerde, halkımıza bu azabı yaşatan bu insanlık dışı sömürü düzeninin Meclisteki temsilcileri, halkın muhtaç duruma geldiği kuru ekmeğe bile göz diktiklerini, tepiştikleri Meclis ahırının kürsülerinde utanmadan arlanmadan dile getiriyorlar. İnsanlarımızın kursaklarına giren kuru ekmeği tokluk saymayı en ufak bir hicap duymadan dile getiren bu vicdansız yaratıkların, halkımızın sofrasından çaldıklarıyla sürdükleri saltanatlarının güncel görüntüleri düşüyor sosyal medyaya! Görüntüleri izlerken, yaptıkları her şeyle “halka karşı” olan bu rezillikler sürüsünün, Kaçak Saray’ın harami sofralarında, çalgılar eşliğinde zevk-ü sefa âlemini, yemek yiyişlerini, çatal-bıçakların tabaktaki etlere dalışlarını, kesilen parçaların ağızlara götürülüşlerini, Tevfik Fikret’in “Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!” dizeleriyle betimliyor belleğim. Yaşam hep olduğu gibi diyalektik işlemeye devam ediyor. Daha Tevfik Fikret’in dizeleri zihnimde sonlanır sonlanmaz, Nazım Hikmet “Açlık Ordusu”nu tüm görkemiyle yürütmeye başlayıveriyor:
Açlık Ordusu Yürüyor
Açlık ordusu yürüyor
yürüyor ekmeğe doymak için
ete doymak için
kitaba doymak için
hürriyete doymak için.
Yürüyor köprüler geçerek kıldan ince kılıçtan keskin
yürüyor demir kapıları yırtıp kale duvarlarını yıkarak
yürüyor ayakları kan içinde.
Açlık ordusu yürüyor
adımları gök gürültüsü
türküleri ateşten
bayrağında umut
umutların umudu bayrağında.
Açlık ordusu yürüyor
şehirleri omuzlarında taşıyıp
daracık sokakları karanlık evleriyle şehirleri
fabrika bacalarını
paydostan sonralarının tükenmez yorgunluğunu taşıyarak.
Açlık ordusu yürüyor
ayı ini köyleri ardınca çekip götürüp
ve topraksızlıktan ölenleri bu koskoca toprakta.
Açlık ordusu yürüyor
yürüyor ekmeksizleri ekmeğe doyurmak için
hürriyetsizleri hürriyete doyurmak için açlık ordusu yürüyor
yürüyor ayakları kan içinde.
Evet, hiç şüphem yok. Eninde sonunda, AB-D uşağı Parababalarının satılmışlar cephesine karşı İşçi Sınıfımız, çalışan-ezilen tüm halkımız, sivil-asker gençliğimiz, bilim insanlarımız, Kürt kardeşlerimiz örgütlenecek; el-ele, omuz omuza yürüyecek.
Ve ben 2020’yi beni en çok umutlandıranlar ile onları Bertolt Brecht’in dile getirişiyle uğurluyorum: “Durduramayacaklar halkın coşkun akan selini”.
Celalettin Alp Yoldaşı’mızın anısına saygıyla…
- 12. 2020