Körün gördüğünü göremeyen anlı şanlı generaller ve derin analizler yapan ünlü, çok bilgili, kallavi alimler, aydınlar…
Körün gördüğünü göremeyen anlı şanlı generaller ve derin analizler yapan ünlü, çok bilgili, kallavi alimler, aydınlar…
Bir yoldaşımın işyerinde; engelli kontenjanından işe alınmış, ilkokul mezunu temiz kalpli, temiz zihinli bir insanımız var. Görme yetisinin yüzde elliden fazlasını yitirmiş. Temizlik işleri yapar.
15 Temmuz kapışması sonrası yoldaşımızla ayak üstü konuşma ihtiyacı duyuyor. Üzgün, acılı, karamsar…
“Çok üzgünüm, … Hanım. Memleketi kana bulayan, onca insanın ölmesine yol açan Fethullah’la Tayyip’in birbirinden ne farkı var? Bunların hiçbir farkı yok birbirinden. Çok karanlık günlere gidiyoruz.”
Bizim günlerden bu yana yaptığımız değerlendirmelerin hepsini bu birkaç sözcük özetler içerikte. Bu nedenle hayran oldum alınteriyle ekmeğini kazanmaya çalışan o engelli kardeşimize.
Mevlana’nın ve Yunus’un ünlü tespiti geldi hemen aklımıza. Mealen şöyle der her ikisi de:
“Kalp gözünüz görmez ise, baş gözünüzle ne kadar görebilirsiniz ki… Baş gözü, yüzü, görünüşü; kalp gözüyse özü görür.”
Bu kardeşimizin kalp gözü açık. Yanıyor yüreği halkımız için, toprağa düşen bedenler için, vatanımız için, tehlikede olan geleceğimiz için. Yürek yanınca da gerçeklerin özünü kavramak istiyor ve görüp kavrıyor. Tayyipgiller’le Pensilvanyalı İmam’ın aynı toptan kesme olduğunu, aralarında zerrece bir farkın olmadığını netçe kavrıyor.
15 Temmuz sonrasında Pensilvanyalı İmam’ın güçlerinin uğradığı hezimet sonrası hemen derin analizlere girişen, pek çoğu Ergenekon Davası adlı CIA Operasyonu mağduru generaller ve siyasi konularda kalem oynatan “duayen” yazarlar çizerler hemen işe koyuldu. Her biri, olayı gördüğünü, herkesi de aydınlatmak istediğini düşünerek klavye başı etti.
Fakat, ne görelim?
Bunların ezici çoğunluğu sanki zaferi kendileri kazanmış havasındaydılar. Ortak tezleri şuydu:
Biz, Fethullah Cemaati’nin Orduda, Yargıda ve devletin diğer kurumlarında hızla kadrolaştığını defalarca yazdık, raporlarla ortaya koyduk; komutanlarımıza, amirlerimize, müdürlerimize de sunduk bu raporları. Fakat hiçbir işlem yapılmadı, hiçbir önlem alınmadı. İşte bu sebepten bu günlere gelindi.
Ortak yakınmalar bu çerçevedeydi. Fakat bunların tamamına yakını şu soruyu hiç sormuyordu:
“Yahu tamam, raporları sunduk da acaba neden hiç komutanlarımız, amirlerimiz, müdürlerimiz bunları ciddiye almadı ya da aldıysa bile hiçbir işlem yapmadı, görmezlikten, bilmezlikten geldi?”
Bu soruyu sorsalar gerçeğe ulaşacaklar. Ama bu alimler sebeplerin peşine düşmeyi öğrenmemişler. Oysa, bir olayı gerçeklikte nasılsa öylece görüp kavramak demek, olayın kökeni ve gelişim sürecini, sebep-sonuç ilişkileriyle birlikte netçe görmek, bilince çıkarmak demektir. Ancak o zaman olay aydınlanmış olur, bütün gerçekliğiyle.
Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş de katılıyor bu aydınlatmacı koroya:
“FETÖ dediğimiz yapılanmanın kadrolaşma şekli bağlantıları dikkate alındığında net şekilde şu gerçeği gösterdi: Bu olay 3 günlük ya da birkaç senelik bir olay değil. Ben kendi pratiğimden biliyorum. Bu iş 70’li yıllarda başladı. 2002’de devlet içindeki kadrolaşma Cemaat-AKP diyaloğu ile yükseldi. Üstelik sadece Gülen Cemaati de değil. TBMM’de ideolojik ve siyasi amaçlarla başka yapıların, şu tarikatın şu mensuplarına kadro verilmesi gibi bir arayış olduğunu gördük.
“Bu konu devletin her zaman gündemindeydi. Her zaman MGK’da konuşuldu, ilgili aktörlere bilgi verildi. Özellikle 2000’li yıllardan itibaren siyasal İslami gelişmelerin ortaya çıkması ve iç politikada siyasal İslam söyleminin kullanılması devlet kadrolaşmalarına da yansıdı. Yandaşlık haline dönüştü. İdeolojik beraberlik hep vardı. 2000 yılından önce tehlike bu kadar büyük değildi. Olaya irticai boyutlarla bakış vardı.” (ABC Gazetesi, 21 Temmuz 2016)
Hemen şu soruyu soralım vatandaşa:
Sen, devletin en önemli istihabarat kurumunun ikinci adamıymışsın. Peki bu irticai örgütlenmelere karşı ne yaptın? Bir mücadelen oldu mu?
Yok… Şimdi “bunu biliyorduk, bu hep vardı.”, demek kolay.
Ama sizin için esas tehlike komünistlerdi, değil mi? Yurtseverlerdi, Mustafa Kemal Gelenekli Antiemperyalist Güçlerdi. Devlet yönetimindeki herkes gibi siz de Ortaçağcıları, cemaatçıları, tarikatçıları dost kişiler, dost örgütler olarak gördünüz. Öyle ya; onların da birincil düşmanı bizdik, sizin de. Düşmanınız ortaktı, o yüzden elbirliğiyle bize karşı mücadele yürüttünüz on yıllar boyu.
Hem 12 Mart, 12 Eylül Faşizminin faşist diktatör paşaları, hem 1950’li yıllardan bu yana Türkiye’nin siyasileri yani Başbakanları, Bakanları bu Ortaçağcıları hep dost kuvvetler olarak gördünüz.
Hatta, 27 Mayıs Politik Devrimi’nin Lideri Cemal Gürsel, Fahri Korutürk ve Ahmet Necdet Sezer’i bir tarafa bırakırsak; geriye kalan Cumhurbaşkanları da bu Ortaçağcı şeriatçılarla hep el ele, kol kola oldular.
Yani, Cevdet Sunay’lar, Turgut Özal’lar, Süleyman Demirel’ler, Abdullah Gül’ler ve Tayyip Erdoğan’lar… Bunların tamamı F. Gülen Cemaati’nin de, diğer tüm tarikat ve cemaatlerin de dostu, koruyucusu, kollayıcısı olmuşlardır.
Çünkü, bu tarikat ve cemaatler, ABD’ninYeşil Kuşak Projesi gereği yeniden düzenlenmiş, organize edilmiş, önleri açılmış ve devlet içine hiçbir engelle karşılaşmadan yerleştirilmiştir. 1950 sonrası iktidara gelen tüm siyasi parti ve yukarıda adını andığımız kişiler de yine aynı ABD Emperyalistlerinin elleriyle iktidara getirilmiş siyasi kurumlar ve figürlerdir. Yani efendileri, sahipleri aynıdır. Bunlara diyor ki Büyük Patron, işbirliği halinde devleti ele geçirip kerte kerte aşındırıp çürütüp parçalayıp Mustafa Kemal ve Silah Arkadaşlarınca kurulan Laik Cumhuriyeti yıkacaksınız. Sonrasında da istediğiniz din devletini kuracaksınız. İşte bu sebepten 1950 sonrası iktidara gelen hemen her siyasi kişi ve parti hep bu Ortaçağın karanlık örgütleriyle el ele, kol kola olmuştur. Çünkü kendi ruhları da karanlıktır onların. Kendileri de bu milletin, bu halkın, bu vatanın düşmanları cephesindedir. Tıpkı Ortaçağcı tarikat örgütlenmeleri gibi. O yüzden de koklaşarak hemen anlaşmışlar ve 2013 yılına kadar büyük bir kardeşlik içinde hainane görevlerini yapmışlardır. Türkiye’yi bugünkü felaket ortamına sürüklemişlerdir.
Bu tarikat ve cemaatler, bizzat devlet tarafından ortaya çıkarılmış, yetiştirilmiş, finanse edilmiş ve devletin Silahlı Kuvvetler dahil, Yargı, Polis ve Milli Eğitim dahil, Diyanet dahil tüm kurumlarına yerleştirilmiştir.
Cevat Öneş’in de belirttiği gibi, 2000 sonrasında Tayyipgiller İktidarıyla birlikte bu iş iyice zıvanadan çıkmış, alabildiğine kanser tümörü gibi devletin tüm yapısını kuşatmaya girişmiştir.
Tayyip Erdoğan’ın yetiştiricisi, önderi, hocası Molla Necmettin’in 1997’de bu tarikat ve cemaat önderlerine, sarık ve cübbeleriyle Başbakanlıkta verdiği iftar yemeği sanırız akıllardadır.
Tayyip Erdoğan’ınsa iktidara gelirken ve geldikten sonraki süreçte Gülen Tarikatı’yla iç içe geçtiği, tencere kapak gibi örtüştüğü apaçık bilinen bir gerçektir. Daha üç yıl önce “Cemaatçi kardeşlerimiz bizden ne istediler de vermedik ki?”, diyen Tayyip’in kendisidir. Fethullah’ın Pensilvanya’da gurbette bulunuşuna üzülen yine kendisidir. Tayyip, bakanları hep övgüler düzmüştür Pensilvanyalı “Hoca Efendi”lerine. Ona toz kondurtmamışlardır. Orduyu, Yargıyı ve devletin tümünü ele geçiriyor diyenler karşısında da hemen saldırıya geçmişler, onu savunmak için ellerinden geleni artlarına koymamışlardır. Buna yüzlerce, hatta binlerce somut, kesin örnek gösterilebilir.
Fakat hep söylediğimiz gibi; elbirliğiyle çökerttikleri Laik Cumhuriyet’ten kalan mirası paylaşıma gelince iş, orada işte çoğu mafya örgütünün yaşadığı durum ortaya çıkmıştır. Paylaşım kavgası, kanlı bir savaşa dönüşmüştür, ülkeyi de cehennemin içine sürüklemiştir. Yüzlerce vatan evladının kanının akmasına, ömrünün bitmesine yol açmıştır.
Türk Ordusu da onarılamayacak biçimde, çok ağır yara almıştır bu paylaşım savaşında.
Gelinen aşamada ülkede ne yargı bırakmışlardır, ne hukuk, ne laik eğitim, ne ordu, ne polis… Yani devlet paylaşılmıştır Ortaçağcı siyasi iktidarla cemaatler arasında. Artık kanunlar sadece kağıt üzerindedir. Kaldı ki onlar da hukukla hiç bağdaşmayacak biçimde Tayyipgiller’in istekleri doğrultusunda yazılıp çizilen metinlerden ibarettir. Onlar kendi çıkarlarını, taleplerini kanun metinleri biçiminde Meclisten geçirip onları da istedikleri şekilde kullanmaktadırlar.
Kendilerinin de defalarca dile getirdikleri gibi, Kurtuluş Savaşı’mız sonrasında kurulan Laik Cumhuriyet’in yerinde yeller esmektedir artık.
Aklı başında her namuslu aydın adı gibi bilmektedir ki; Tayyip Erdoğan’ın AKP’gilleri’yle Fethullah Gülen’in Cemaati arasında Ortaçağcı şeriatçılık, din devleti özlemciliği, azgın bir Mustafa Kemal ve laiklik düşmanlığı, kendilerinden olmayana karşı beslenen dizginlenemez bir kin ve nefret, kamu mallarının iç edilmesi-aşırılması konularında gram ya da milim fark yoktur. Tıpatıp aynıdır bunlar. Bu son kapışmada Fethullah hezimete uğramış, Tayyipgiller’se ezici bir zafer kazanmıştır.
Peki, bugün bu hezimet ve galibiyet sonrasında Türkiye Halkı ne kazanmıştır? Bir şey kazanmış mıdır?
Bizce hayır… Hiçbir şey kazanmamıştır. Çünkü kendisi için aynı oranda tehlike içeren iki halk düşmanından biri yenilmiş, öbürü kazanmıştır. Bunların birbirinden farkı yok ki… Bu kazanmış olsa ne değişir, öbürü kazanmış olsa ne değişir Halkımız için?.. Hiçbir şey.
Halkımız kaybetmiştir. Önce de söylediğimiz gibi; Türk Ordusu’nun onuru, özgüveni, saygınlığı, caydırıcılığı, savaşma kapasitesi büyük oranda hırpalanmış, darbelenmiş, darma duman edilmiştir.
Halk, dini temelde, mezhep temelinde parçalanmıştır. Ve birbirine karşı hasımlaştırılmıştır.
Tayyipgiller de, Gülen Cemaati de laik insanlarımızı düşman olarak görmektedirler. Hem de ortadan kaldırılması gereken bir düşman. Hatırlayan arkadaşlar vardır; AKP’giller’in yandaş ilahiyatçılarından Hayrettin Karaman aynen şöyle demiştir birkaç yıl önce:
“İslam’a inanmayanlar kendi inançlarını serbestçe uygulayabilirler; ama bu uygulama Müslümanların hayat, ahlak ve dindarlıklarını, nesillerin eğitimini olumsuz etkileyecekse -İslam toplumunda- “onların aykırı filleri için özel mekanlar ihdas edilmek gibi” tedbirlere başvurulur.” (Hayrettin Karaman, Tahammül mü hoş görmek mi?, Yeni Şafak, 07 Ağustos 2011)
Açıkça savunduğu; “Laikleri gettolara kapatalım”dır. Bizlerin arasında yaşarlarsa çocuklarımızın eğitimini olumsuz yönde etkilerler. Zarar verirler. O yüzden onları, oluşturacağımız gettolara, toplama kamplarına sürelim. Aramızda yaşamalarına izin vermeyelim.
Aslında hem Fethullah Gülen Tarikatı’nın hem Tayyipgiller’in samimi düşüncesidir o. İşte zaman zaman dile getiriyorlar.
Birkaç ay önce AKP’nin Meclis Başkanı İsmail Kahraman ne demişti?
“Cumhuriyeti kuranlar dinsizdi.”
Tayyip Erdoğan ne demişti Mustafa Kemal ve İsmet İnönü hakkında?
“İki ayyaş.”
İşte bu sebepten, Orman Çiftliği dahil Mustafa Kemal’in tüm mirasını ve Laik Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırma savaşındadır bunlar. İzi tozu kalmasın onun, demektedirler.
Fethullah Gülen ne demişti, Mustafa Kemal için, TV’lerde yayımlanan videolarında?
“Zalim.”
Şimdi durum böylesine apaçık meydandayken bunların biri yenildi, öbürü yendi diye sevinen Ergenekon tutsağı-mağduru generallere, aydınlara ne demeli?
Zavallılar, korkaklar…
Bu iki kelime, onların tutumunu anlatmaya yeter, sanıyoruz.
Bunlar, Tayyip Erdoğan’a şöyle mesajlar göndermektedirler:
“Yahu zafer kazandın, bu bizim için de iyi. Ama sen de artık bizleri de kucaklayacak şekilde davran. Bizlere bir zarar verme.”
Bunların bir kısmı Erdoğan’ın “kandırıldık” sözüne inanmaktadır. Bir kısmıysa Erdoğan’ı “hırslı, heyecanlı” ergen olarak satmaya çalışmaktadır. Yani masumlaştırarak benimsetmeye uğraşmaktadır.
Tabiî onlar, bunu samimiyetlerinden yapmıyorlar. Korkuyorlar, kendilerince Erdoğan’dan gelecek tehlikeyi savuşturmak düşüncesiyle yapıyorlar. Dolayısıyla da ahlâklı davranmıyorlar.
Tamam, korktun, anlaşılır bir şeydir korku. İnsani bir durumdur. Zaaftır diyelim ya da. Herkes cesur olamaz ki. Ama hiç değilse sus. Konuşma.
Yo, konuşacak bunlar. Alışmış ağızları konuşmaya çünkü. Kendilerini de bilgin olarak pazarlayacaklar bu şekilde. Yani, çifte kazanç elde etmiş olacaklar. Ayıp yahu. Yapmayın, yakışmıyor. Üzülüyoruz sizin adınıza…
Bunlar, bu tutumlarıyla Tayyipgiller’i meşrulaştırıyorlar, sevimlileştiriyorlar, böylece de bunların yaptığı bütün kötülükleri, bütün vurgun ve soygunları, kamu malı hırsızlıklarını, katliamlarını, döktükleri kanları, Gezi Şehitlerimizin canlarını alanlar olduklarını, Taksim’i 1 Mayıs’larda devrimcilere yasaklamak için İstanbul’un pek çok alanını ve meydanını biber gazlarına boğarak, devrimcileri, demokratları coplayarak ettikleri zulümleri, söyledikleri yalanları, yaptıkları hukuksuzlukları onaylamış ve unutturmuş oluyorlar.
Bildiğimiz gibi; Tayyipgiller, ABD’nin Ortadoğu’da yürüttüğü, Libya’dan Afganistan’a, Pakistan’a kadar ve ülkemiz de dahil olmak üzere pek çok İslam ülkesini ölüm tarlalarına çeviren saldırı ve işgallerini, sayısı 10 milyonu bulan Müslüman katliamının suç ortağı olduklarını unutturmak istiyorlar.
Komşumuz Suriye’de en kanlı ve vahşiyane bir şekilde süren ABD yapımı piyonların işledikleri cinayetlerin destekçileri olduklarını unutturuyorlar.
İşte bu Ortaçağcı-Cihatçı çetelerden biri (Nurettin Zengi Tugayları adını taşıyanı) daha birkaç gün önce 12 yaşında Filistinli bir çocuğun başını tekbir sesleri eşliğinde kesmiştir. Bu kan donduran caniliğin kaydettikleri görüntüsünü de internet ortamında paylaşmışlardır. Bu cellatlar ordularını ABD, İngiltere, Fransa ve Türkiye şu anda da en aktif bir şekilde desteklemektedir. IŞİD’den zerre farkı olmayan bu örgütler her gün insanlık suçu işlemektedirler, Suriye’de ve diğer İslam ülkelerinde.
Hatırlatalım; Tayyipgiller’in 15 temmuz sonrası sokağa döktükleri Ortaçağcı kalabalıklar da aynı tekbir sesleriyle askerlerin gırtlaklarını kesmişler, günler boyu caddelerde, meydanlarda terör estirmişlerdir.
Hep söylediğimiz gibi; IŞİD’inden, El Kaide’sinden, ÖSO’sundan Fethullah’ına, Tayyipgiller’e kadar bunların inançları, anlayışları, ruhiyatları aynıdır. Hepsi de Muaviye-Yezid dininin, CIA-Pentagon-Washington dininin inananlarıdır, savunucularıdır. Kur’an ve Hz. Muhammed İslamı’yla zerre miktarda olsun ilgileri yoktur bunların.
Bunlardan biri; “Yendiğimiz Fethullahçıların karılarını ganimet olarak alalım.”, diyor. (Trabzonspor Basketbol Takımı İkinci Başkanı Veysel Taşkın)
Bir diğeri; “Fethullah Gülen’in doğduğu evi umumi tuvalet yapalım.”, diyor. (Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Sekman)
Bir diğeri; “Bunların ölüleri için hainler mezarlığı kuracağız. Gelen geçen lanet okusun diye.”, diyor. (İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş)
Bir diğeri; “İdam cezasının geri getirilmesi talebi demokratik bir taleptir.”, diyor. (Tayyip Erdoğan)
Bütün bunlar, Muaviye-Yezid İslamı’nın kapsamı içine girer. Bugün de bunların müttefiki olan, yıllardan bu yana destekledikleri Ortaçağcı-Cihatçı örgütlerin anlayışı içine girer. Demek ki aralarında hiçbir fark yoktur.
Daha üç sene önce kardeşti bunlar. Etle tırnak gibi kaynaşıktı. Her yerde yan yana, iç içeydiler, omuz omuzaydılar. Ama işte Muaviye-Yezid İslamı bu. O gerçek İslam değil de, çıkarlara giydirilen bir kılıf. Dünya menfaati elde etmenin bir aracı, bir kisvesi. Öyle olunca da bir çıkar çatışmasında, hele hele Laik Cumhuriyet’in mirasının paylaşılması gibi büyük bir miras kavgasında birbirlerine karşı yapmayacakları kötülük, zulüm ve hainlik yoktur.
İşte omuzu bol yıldızlı generaller de, derin alim geçinen yazarçizerler de Tayyipgiller’in bu niteliklerini görmezlikten, bilmezlikten geliyor; onlarla birlikte “darbenin savuşturulduğu”ndan, “demokrasinin kazandığı”ndan dem vuruyorlar. Utanç verici bir çarpıtma ve demagoji…
Trajedinin bir diğer önemli yanı var ki; onu da pek çoğu yok sayıyor. Olmamış sayıyor.
Onlara göre; “Darbede Amerika’nın rolü yok”muş. “CIA’nınsa hiç haberi yok”muş.
Buna bebeler bile inanmaz be!
Böyle bir zırva iddiaya Ortadoğu’nun bütün develeri kahkahayla güler be!
O Amerika ve CIA ki -ve sadece CIA da değil tabiî, arkasından gelen 15 casus örgütü daha vardır Amerika’nın (The United States Intelligence Community- Birleşik Devletler İstihbarat Topluluğu.)- dünyanın herhangi bir yerindeki bırakalım böylesi önem taşıyan bir bölgedeki, ülkedeki büyük bir altüstlüğü, çok daha önemsiz ülkelerdeki sosyal, siyasi olayları bile görür, anlar, merkezine bildirir.
Eğer CIA’nın ve diğerlerinin 15 Temmuz’dan haberi olmamış olsa, ABD Emperyalist haydut devleti, ajan sayısı on binleri, bütçeleriyse on milyarlarca dolarları bulan bu örgütlerin tamamını çayıra salar, otlasınlar diye. Böyle bir iddia, halkımızın deyişiyle “akla ziyan”dır.
Demirel’in demirbaş bir Dışişleri Bakanı vardı: İhsan Sabri Çağlayangil. 1975 yazında İsmail Cem’in Politika Gazetesi’ne bir röportaj verdi. Aynen şöyle koyar Çağlayangil orada, bu konuya ilişkin gerçeği, daha doğrusu itiraf eder:
“Bundan açık bir şey olmaz: CIA 12 Mart’ta vardır. Büyük ölçüde vardır. 12 Mart’ta haşhaş vardır. CIA, Papadopulos’da vardır. CIA, Gizikis’te vardır. (ABD’nin 1967’de Yunanistan’da yaptırdığı ‘Albaylar Cuntası’nın faşist darbesi kastediliyor. – Nurullah Ankut) CIA’nın nasıl hareket edeceği tahmin edilemez. Siz bir yazar olarak en az benim kadar bilirsiniz…
“(…) Şimdi nasıl yapıyor CIA? CIA yapar. (…)
“Benim istihbarat şefim, kendisi farkında bile olmadan CIA benim altımı oyar.
“Elinde imkân var (yabancı) adamın. Girmiş enfiltre benim içimde…
“Onun için hiç şaşmam, aramam da, bulamam ki. Nasıl yaptı, bulamam…” (Çağlayangil 12 Mart’ı Açıklıyor, Politika, 12 Mart 1976)
İhsan Sabri Çağlayangil 1975’te İsmail Cem’e; “Siz de bu anlattıklarımı bir yazar olarak bilirsiniz.”, diyor.
Doğalı da bu tabiî. Gelgelelim; işte aradan 40 yıl geçmiş olmasına rağmen bugünkü kallavi paşalarımız ve yazar çizerlerimiz bilmeyiz, diyorlar. Yok böyle bir şey, diyorlar. Evet, demek ki Türkiye geriye gitmiş, aydın namusu konusunda daha da.
CIA, 1975’ten çok önce, 1953’te İran’daki yurtsever, antiemperyalist, ilerici Başbakan Muhammed Musaddık’ı, onun petrol ve tarımı millileştirme girişimi ardından vahşi bir darbeyle deviriyor. Muhammed Musaddık CIA patentli Şah Rıza’nın zindanlarında hayatını kaybediyor.
Altüstlük sırasında ülke dışına kaçan Şah’ı alıp getirip yeniden İran’ın başına oturtuyor ve onun 1979’a kadar iktidarda kalıp halka kan kusturmasına nezaret ediyor.
Bundan bir yıl sonra, 1954’te Latin Amerika, Guatemala’da yine antiemperyalist, yurtsever, halksever Devlet Başkanı Jacobo Arbenz’i kanlı bir darbeyle deviriyor. Bazı arkadaşların hatırlayacağı gibi; Che de o anda Guatemala’dadır. Faşist darbe sonrasında trenle çıkıyor oradan, Meksika’ya geçiyor. Orada Raul’la, Fidel’le tanışıp Küba Devrimi’nin hazırlık çalışmalarına başlıyorlar.
Demek ki CIA, 1945 sonrası uluslararası emperyalizmin dünya jandarmalığını ABD’nin devralmasıyla birlikte dünyayı izlemeye, gözlemeye, nerede ne oluyorsa görüp ABD Emperyalist Devletinin merkezine bildirmeye başlıyor.
Ergenekon Operasyonu tutsağı subaylar içinde bizce en ayığı Tuğamiral Türker Ertürk’tür. Nitekim, 15 Temmuz sonrası da bize en yakın tahlili, değerlendirmeyi o yapmıştır. Bizim onun kavrayışı konusundaki olumlu kanaatimiz bu olay sonrası da oluşmuş değildir ayrıca. Bu sebepten T. Ertürk’ü eleştirimizin kapsamı dışında tutuyoruz.
ABD Emperyalistleri Türkiye gibi uydulaştırdıkları ülkelerle işte böyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynarlar. Çıkarlarının gerektirdiği anlarda, durumlarda onu şekilden şekle sokarlar, felaketten felakete sürüklerler. Emperyalistlerin dostu olmaz, müttefiki olmaz, işbirlikçisi olur, taşeronu olur, kuklası olur, piyonu olur, uydusu olur. Emperyalistler kendi dünya çapındaki tekelci şirketlerinin çıkarı, sömürüsü ve vurgunu dışında hiçbir şeyi düşünmezler ve hiçbir şeye değer vermezler.
İşte bu sebepten biz; “Katil Amerika, Ortadoğu’dan Defol!”, diyoruz.
Tabiî yerli işbirlikçi hainleriyle birlikte, piyonlarıyla birlikte. NATO gibi, Avrupa Birliği gibi örgütleriyle birlikte.
Hep söylediğimiz gibi AKP’giller’de, Pensilvanyalı İmam da, Meclisteki diğer üç Amerikancı hain, işbirlikçi parti de, PKK de, PYD de, YPG de, IŞİD de, El Kaide de, El Nusra da, ÖSO da Amerika’nın bölgedeki her boydan ve soydan farklı farklı enstrümanlarıdır, piyonlarıdır, kuklalarıdır.
Çıkarlarının gerektirdiği duruma göre değişik planlar, projeler, senaryolar, stratejiler yapar, bu piyonlarını oynatır o kanlı oyunlarında. Sonunda da amacına ulaşır.
İşte biz, insan soyunun başdüşmanı bu emperyalist haydut ABD Devletini, onun omuzdaşı Avrupa Birliği Emperyalistlerini, yerli işbirlikçi hain ortaklarıyla birlikte yeneceğiz, ülkemizden ve bölgemizden defedeceğiz. Ne yazık ki o güne kadar bu zalimler ve hainler ülkemiz halkının ve bölge kardeş ülkeler halklarının kanlarını dökmeye devam edeceklerdir.
Fakat, en sonunda Tarihteki her zalim gibi yenilecekler. Her hain gibi anlaşılıp tanınacaklar. Ve topu birden insan içine çıkamayacaklar. Ve hep lanetle anılacaklardır. Tarih de onları böyle yazacaktır. 24 Temmuz 2016
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!
Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı