Site rengi

Tasarım

Meğerse yıllar önce boşaltmışlar Türk Ordusu’nun ruhunu

14.11.2016
677
A+
A-

Meğerse yıllar önce boşaltmışlar Türk Ordusu’nun ruhunu

Şu faciaya bakar mısınız?

Dün, Asiye Güldoğan’ın yazısı yayımlanıyor, Odatv’de. Anlatılana bakın:

“KES LAN PAŞA!”

“Daha sonra Erdoğan Başbakan olunca, MGK toplantılarında hükümet üyeleriyle, askeri üyeler arasında sürtüşmeler yaşandığı, Erdoğan’ın paşalara haddini bildirdiği dile getiriyor, bu olaylar AKP’nin tabanında “bir efsane” şeklinde anlatılıyordu. Bunlardan en meşhuru da Başbakan Erdoğan’ın Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur’a “Kes lan paşa!” diye ayar vermesiydi.

“O zamandan beri anlatılanlara ve yazılanlara göre: Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur’un katıldığı son Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı’nda Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından Eruygur’a söz verildi. Herkes, Şener Eruygur’un selamlama ve veda konuşması yapacağını beklerken Şener Eruygur, cebinden çıkardığı kağıdı okumaya başladı.

“İktidarın, gericilere, yobazlara” nasıl iltimas geçtiği… Cemaatlere nasıl kol kanat gerdiği… İrticanın bu hükümet zamanında nasıl kök saldığı” gibi sözler dökülünce, Başbakan Erdoğan:

“Kes lan!” diye bağırdı öfkeyle. Yüzü kıpkırmızıydı.

“Kes lan!” sözü üzerine bir anda ortalık buz kesti ve toplantı sona erdi.

“Erdoğan’ın “askeri vesayete böyle meydan okuduğu” söylentileri hükümete yakın medyada, özellikle liberal yazarlar tarafından sıkça dile getiriliyordu.

“Her şey çok güzeldi, Türkiye çağ atlıyordu, ekonomik başarılar elde ediliyordu havası yaşanırken nedense ikide bir “Erdoğan ile askerlerin atıştığı, askerlerin Erdoğan’ı sevmediği, Erdoğan’ın da onlara haddini bildirdiği” hep gündeme geliyordu.

“Erdoğan 2006 yılında yine bir Paşa ile atışmıştı. Sonradan Cemaat’in yanında yer alacak Liberal yazarlara göre, 2006 yılı Yüksek Askeri Şûrâ toplantısında Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Cömert Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki irticai faaliyetler konusunu gündeme getirmişti. Başbakan Erdoğan dinlerken tek tek not alıyordu.

“ERDOĞAN O KOMUTANIN NE DİYECEĞİNİ BİLİYORDU

“Konuşma bitince, gergin bir havada, “Bunlar Hava Kuvvetleri’nin görevi değil” diye konuşmaya başladı. Buz gibi bir hava esti. “Ama aynı zamanda söyledikleriniz de doğru değil. Göreviniz olmamasına rağmen yine de tek tek cevap vereceğim” diyerek Cömert’in gündeme getirdiği iddialara karşılık verdi. Başbakan’ın bu çıkışı üzerine kimse söz alamadı.

“Şûrâ toplantısından sonra Faruk Cömert, aracına bindikten sonra, “Ben konuyu açacaktım, diğer komutanlar da dalacaktı. Ama hepsi beni sattı” diye hayıflandı. Sonradan anlaşıldı ki, satanların çoğu Cemaatçiydi. Erdoğan da, Cömert’in ne diyeceğini önceden biliyordu, ona göre hazırlanmıştı.” (http://odatv.com/yazar/asiyeguldogan/cemaatin-o-hamlelerini-kimse-anlamadi–1311161200.html)

Aynı faciayı yandaş yazarlardan, “Yol düşkünü” olduğu için kız kardeşinin bile ilişiğini kesip konuşmayı reddettiği, güya Alevi inancına sahip Abdülkadir Selvi, 2012 yılında Pensilvanyalı İmam’ın Cemaatiyle Kaçak Saraylı Reis’in birbirlerine ilk yoklamaları çektikleri yıllarda yazdığı, “Asker Prangası Nasıl Kırıldı” başlıklı köşe yazısından şu bölümü de okuyalım isterseniz:

“ŞÛRÂLARDA NELER YAŞANDI

“İlk şûrâ toplantısına Başbakan sıfatıyla Abdullah Gül katılmıştı. MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılıç, Başbakan”a dönerek, “Yerinde olsam karının örtüsünü çıkarırım” demiş, “Haddini bil” diye uyarılıp, azarı yemişti.

“Başbakan Erdoğan”ın katılacağı YAŞ toplantısı öncesinde Genelkurmay”da hazırlık toplantısı yapılıyordu.

“Hava Kuvvetleri Komutanı, İbrahim Fırtına, “Parlamento Cumhurbaşkanı tarafından feshedilmelidir. Yeniden anayasa yapılmalı ve bu anayasaya kendini koruyacak her türlü imkan konulmalıdır. Bu hükümetle olmaz” diye konuşuyor.

“Fırtına”nın ardından söz alan diğer paşalar da, benzer konuşmalar yapınca, Genelkurmay Başkanı Özkök, “Muhtıra vermeye niyetim yok” demek zorunda kalmıştı.

“Çünkü paşaların konuştuğu metin, “Sarıkız” darbe planıydı. Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman”a göre, darbe planlarını hazırlayan, “Jandarma Genel Komutanı daima bir ihtilal özlemi içerisinde” ydi.

“Sadece Jandarma komutanı mı dediğinizi duyar gibiyim.

“Peki o günlerden buraya nasıl gelindi.

“Başbakan Erdoğan”ın katıldığı ilk MGK toplantılarından biriydi. Cumhurbaşkanı Sezer”in başkanlığında yapılan MGK toplantısında Şener Eruygur, hükümeti hedef almış ağır ithamlarda bulunuyordu. Başbakan Erdoğan uyarmasına rağmen konuşmasını sürdüren Eruygur”a, “Kes ulan” diye gürlemek durumunda kalmıştı.

“2006 yılı Yüksek Askeri Şûrâ toplantısından da kamuoyuyla ilk kez paylaşacağım bir anekdotu aktarmak istiyorum.

“Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Cömert Milli Eğitim Bakanlığı”ndaki irticai faaliyetler konusunu gündeme getiriyor. Başbakan dinlerken tek tek not alıyor.

“Konuşma bitince, gergin bir havada, “Bunlar Hava Kuvvetleri”nin görevi değil” diyor. Buz gibi bir hava esiyor. “Ama aynı zamanda söyledikleriniz de doğru değil. Göreviniz olmamasına rağmen yine de tek tek cevap vereceğim” diye konuşuyor. Cömert”in gündeme getirdiği iddiaları çürütüyor.

“Başbakan”ın bu çıkışı üzerine kimse söz alamıyor.

“Şûrâ toplantısından sonra Faruk Cömert, aracına bindikten sonra, “Ben konuyu açacaktım, diğer komutanlar da dalacaktı. Ama hepsi beni sattı” diye hayıflanıyor.

“Son bir not da, Dolmabahçe”den. Büyükanıt”tan değil, Koşaner”den.

“Balyoz Darbe Planı soruşturması kapsamında aralarında generallerin de bulunduğu 102 TSK mensubu hakkında tutuklama kararı çıkınca Harbiye Orduevi”nde ailelerle görüşen Koşaner Paşa o hızla soluğu Başbakan”ın Dolmabahçe”deki ofisinde almıştı.

“Konuşmanın bir yerinde Koşaner Paşa sesini yükseltip, bilinen üslupla konuşmaya başlayınca Başbakan, “Otur oturduğun yerde, ne yapacaksın?” diye çıkışmıştı.

“Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanının bir gecede istifa etmesine rağmen, 5.5 saat içerisinde atama yapıp Yüksek Askeri Şûrâ toplantısına tek başına başkanlık eden bir Başbakan Recep Tayyip Erdoğan.

“İstiklal Mahkemeleri, Yassıdalar ve darbelerle kurulan askeri vesayeti geriletmede en büyük pay ona ait. Onun güçlü liderliği olmasa bu mesafe alınamazdı.

“Ama millet de onun bu mücadelesini taçlandırdı.

“MİT yöneticilerine ifade kriziyle başlayan süreci Başbakan”ın iradesini sorgulama gibi bir noktaya çekmek isteyenlere, Erdoğan”ın kim olduğunu ve Türkiye”nin buraya nerelerden geldiğini hatırlatmak istedim.

“Demokratikleşme adına alacağımız daha çok mesafe, aşmamız gereken bir yığın engel varken, birbirimizi yemenin anlamı ne?” (http://www.yenisafak.com/yazarlar/abdulkadirselvi/asker-prangas%C4%B1-nas%C4%B1l-k%C4%B1r%C4%B1ld%C4%B1-31070)

Anlatılan tablo ne kadar hazin, değil mi?..

Kuvvet Komutanı statüsündeki, ömrünü kışlalarda geçirmiş anlı şanlı paşalar, ne durumlara düşüyormuş meğerse…

Tayyip karşısında, onun hakaretleri karşısında eziliyorlar. Yerlere seriliyorlar. Kişisel onurlarını bile koruyamıyorlar. Kaldı ki, bunlar da Genelkurmay’ı oluşturan paşaların en atak görünenleri. Bunlar bile bu hallere düşmüşse, varın gerisini siz düşünün artık.

Kişisel onurunu koruyamayan paşalar, hiç Türk Ordusu’nu, laikliği, Laik Cumhuriyet’i, Mustafa Kemal’in mirasını; özetçe vatanı ve milleti koruyabilir mi?

Tabiî ki koruyamaz. Nitekim koruyamadılar da işte.

Laik Cumhuriyet’le birlikte, Mustafa Kemal’in kurduğu ordu da yıkıldı. Şu an komutan sıfatıyla ve üniformasıyla dolaşanlarsa, rahmetli Kemal Sunal’ın “Tosun Paşa”sı misali…

Tayyip, “Kasımpaşalıyım”, diye övünmeyi pek sever.

Nesi meşhurdur Kasımpaşa’nın?

Külhanbeyisi. Başka türlü ifadelendirirsek; lümpeni. Ve de delikanlısı. Demek ki Kasımpaşa, Külhanbeyi ve delikanlı semti olarak bilinir, yaygın olarak. Ama Tayyip, yüreği buna elvermediğinden, delikanlılığa değil, külhanbeyiliğe özenir.

Delikanlı, her zaman yüreğine ve bileğine güvenir. Külhanbeyi ise, arkasına ve sayıca çokluğuna güvenir. Aradaki belirgin fark budur. Demek ki, delikanlılıkla külhanbeyilik, birbirinin tam karşıtıdır.

Kaçak Saraylı Reis, benimsemiş oduğu bu külhanbeyi ortamında büyümüş olmasına rağmen, öyle grupların arasına girmemiştir. Ama onlara hep gıptayla bakmıştır. Özenmiştir onlara. Ama sadece gönülden.

Onlarsa, “Yahu bu Müslüman kardeşimiz iyi çocuktur. Hitabeti iyidir.”, diyerek bulaşmamışlardır ona. Hatta, bir ölçüde de olsa, saygı da göstermişlerdir.

Fakat Tayyip, onların davranışlarını, racon, rol kesmelerini, konuşma tarzlarını hep imrenerek izlemiş, belleğine kaydetmiştir.

Dikkat edersek, siyasette de aynen özenmektedir, çocukluğunun ve gençliğinin çevresini oluşturan külhanbeyi kesime. Ve durup dinlenmeden onları taklit etmektedir. Bu da, ne yazık ki, yoksul, cahil, bilinçsiz ve zihin hasarlı kalabalıkların gözünde prim yapmaktadır. Bu garibanlar, delikanlı sanmaktadırlar Kaçak Saraylı’yı. Oysa, onun zerre ilgisi yoktur delikanlılıkla. Delikanlı; mert, vicdanlı, namuslu, özü sözü bir, neyse öyle görünür. Ayrıca da, zalime karşı olur, mazlumu korur.

Gördüğümüz gibi bu özelliklerin hiçbiri Kaçak Saraylı’da yoktur. O başta velinimeti, yetiştiricisi ve siyasete taşıyıcısı, ön açıcısı Molla Necmettin Erbakan’ı satarak, onu arkadan hançerleyerek siyasette hızla yükselmeye başlamıştır. Üstelik de, ABD ve İngiliz Emperyalistleriyle ve Siyonist İsrail’le anlaşarak… Onların Türkiye’ye ve İslam Dünyasına öngördükleri projelerde rol almayı kabul ederek… Yani hocasına, ülkesine ve İslam Dünyasına ihaneti baştan kabullenerek…

Külhanbeyi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, delikanlının tam zıttıdır. Görünüşte ataktır, gözü karadır, asar, keser. Ama zoru gördüğü anda anında yüzgeri edip kaçar. Hatta çaresiz kalırsa diz çöker. Af diler, aman diler.

Külhanbeyi, birkaç kişi bir arada olup dişinin keseceği bir gariban buldu mu kükreyen aslan kesilir. “Tutmayın beni ulan!” naraları atar. Ama diş geçiremeyeceği bir delikanlıya çattığı anda hemen çark edip:

“Abi, bizi yanlış anladın. Asla öyle bir niyetimiz olamaz bizim. Bilmeden bir kusur işlemişsek özür dileriz.”, teraneleriyle paçayı kurtarıp oradan sıvışıverir. Bir daha da o kişinin karşısına çıkmaz. Çıkarsa da, selamda ve saygıda hiç kusur etmez.

Daha önce söz etmiştik; Kaçak Saraylı Reis, bir tarihte Rize’de hemşehrilerini de görünce kendini tutamayıp aklından geçen her türlü kin ve nefreti hakaretamiz bir dille saydırmış Laik Cumhuriyet’e.

Onun bu söylemi, o günlerin DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in dikkatini çekmiş. Çağırmış bunu karşısına. “Bak sen Rize’de şu tarihte şunları söylemişsin. Ne diyeceksin bu konuda?”, demiş. Okumuş söylediklerini.

Kaçak Saraylı, “Efendim, insanın bunları söylemesi için deli olması lazım. Ben böyle bir şeyi nasıl söylerim?”, diyerek yalayıp yutmuş sözlerini.

DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, o an karşısında ayakta duran Kaçak Saraylı Reis için:

“Dizleri titriyordu.”, diyor.

Oysa, yargılanacağı dava TCK 159. Yani mahkum olsa bile alacağı ceza 2 yıl. Öylesi bir cezalandırılma olasılığı karşısında bile, kitleler karşısında söylediklerini anında yutuyor. Üstelik de korkudan zangır zangır titriyor.

İşte, böylesi bir Kaçak Saraylı Reis bile MKG Toplantılarında, Dolmabahçe’de, NATO paşalarına “Kes lan Paşa!”, diye külhanbeyi jargonuyla bağırabiliyor, onlara ayar çekebiliyor. Onlarsa, bütün bu hakaretleri yiyip hazmedebiliyorlar. Yazıklar olsun…

Şimdi bu hallere düşmüş paşaların, Kemal Sunal’ın Tosun Paşası’ndan zerre farkları olabilir mi?

Bunlar, bırakalım kişisel onurlarını, Türk Ordusu’nun onurunu korumayı, pantolonlarını bile çekip bağlayamayacak duruma düşmüşler.

İşte bu sebeplerden dolayı, Pensilvanyalı İmam’ın tarikatıyla Kaçak Saraylı İmam’ın AKP’giller’i, bunları tokat manyağına çevirdi. Darbe üstüne darbe indirdi. Sonunda da baştan ayağa yıkıp enkaza döndürdü Türk Ordusu’nu.

Böyle paşaların bir milyar tanesini bir araya getirseniz, bir Mustafa Kemal etmez. Hatta, bir Albay Reşat etmez. Bir İsmet Paşa etmez…

İşte bu sebeple duramıyorlar, Ortaçağcı gidişin karşısında. Ve koruyamıyorlar Türk Ordusu’nu da, Mustafa Kemal geleneklerini de, Laik Cumhuriyeti de…

Peki kim bu hale getirdi bu paşaları?

Hiç kuşkusuz, NATO

NATO’ya girildiği andan itibaren ABD’nin yarı sapık, yarı sarhoş generalleri hep aşağılamışlar, azarlamışlardır Türk Ordusu’nun subaylarını. Hatta, öyle ki, bu aşağılama NATO’ya giriş öncesine bile gider.

Kore Savaşı’nda bulunmuş komutanların anılarını okursanız, onların; ABD Generallerinin kendilerini adam yerine bile koymadıklarını, kendilerine piyon gözüyle baktıklarını acı acı anlattıklarını görürsünüz. Bir insanı aşağılanmaya alıştırdığınız anda, onun kişiliğini, onurunu bitirmiş olursunuz. Kullaştırmış olursunuz onu. Şamar oğlanına çevirmiş olursunuz. İşte NATO yaptı bu kötülüğü Türk Ordusu’na. Sadece Türk Ordusu’na değil tabiî; Türk siyasetçilerine de. Daha 1950’li yılların Bayar-Menderes İktidarından başlamak üzere, bugüne dek bütün Türk siyasetçilerinin, ABD’li efendileriyle aralarındaki ilişkinin, bütünüyle efendi ve hizmetkâr arasındaki ilişkiye dönüşmüş olduğunu net biçimde görürsünüz.

Birkaç kez yazdık. Menderes, atayacağı bakanların bile ABD Büyükelçiliği kanalıyla Amerikan Dışişleri tarafından onaylanmış olmasını isterdi. Ancak onay alanları atardı.

Böylesine kuldu, ABD’li patronlarına.

Hatırlanırsa, 1974 Kıbrıs Harekâtı sonrasında ABD Emperyalistleri Türkiye’ye silah ambargosu uyguladı. Tabiî iğneden ipliğe ABD’ye bağımlı hale getirilmiş olan ordunun bu ambargo sonucunda yedek parça bulamaması yüzünden uçakları bile havalanamaz hale getirildi.

İşte o günlerde Başbakan olan Süleyman Demirel:

“Biz ne kusur ettik de ABD bizi böyle cezalandırdı?..”, diyerek yakındı. Daha doğrusu, yalvardı efendilerine. Bilindiği gibi onun lakabı, ki gerçek kimliğini temsil eder, “Morrison Sülü”ydü.

Tayyip Erdoğan’ın, Hakan Fidan’ın da içinde bulunduğu ekibinin ABD’de Obama tarafından nasıl azarlandığını ve nasıl yüzüstü bırakılarak, gerçek anlamıyla onlara “defolun” denilmiş olduğunu medya yazmıştı.

Hani, Obama parmağını sallayarak Tayyip’e, “Sizin ne işler çevirdiğinizi biliyoruz.”, deyip tüm ABD ekibiyle birlikte salondan çıkıp gidiyordu. Bunlar kalakalıyordu bir başlarına. Dakikalar sonra, ABD’li bir memur gelip; “Toplantı bitmiştir.”, demişti bu hafızlara.

Demek ki ABD, asker olsun, sivil olsun, siyasetçi olsun; hepsini ezip kişiliğini ayaklar altına alıp paçavraya çeviriyordu, uydulaştırılmış, yarısömürgeleştirilmiş devlet temsilcilerini.

Burada Kaçak Saraylı Reis’in avantajı, Kasımpaşalı külhanbeyi jargonunu biliyor olmasıydı. İşte onu yedirdi, hem bizdeki NATO paşalarına, hem de cahil, bilinçsiz insanlarımıza. Bu sebeple de, günbegün cesareti ve saldırganlığı arttı. Orduya, laik, yurtsever, Mustafa Kemalci aydınlara, bilim insanlarına art arda sert saldırılarda bulundu. Tabiî aynı işi bir yandan da Pensilvanyalı İmam’ın tarikatı-cemaati yapıyordu.

Burada atlanmaması gereken bir de şu nokta var:

Kaçak Saraylı Reis’in bu hainane işi yaparken arkasını ABD Emperyalistlerine ve Avrupa Birliği Emperyalistlerine dayamış olmasıydı. Asıl büyük cesareti onlardan alıyordu.

Bu külhanbeyi takımı, bir numaraya girişeceği zaman, önce ufaktan yoklamalar çeker. Eğer yedirebilirse, devam eder. Tabiî giderek de saldırganlığını ve hakaret dozunu arttırır. Gözü tam kesince de artık ejderha kesilir.

Ama daha ilk adımda hak ettikleri karşılığı aldılar mıydı, yukarıda dediğimiz gibi hemen tornistan yapıp toz oluverirler.

MİT TIR’ları Davası’nın ilk duruşmasında, bunların avukatlarından en kıdemli olanı, bize de aynı numarayı çekmeye kalkıştı. Fakat, bizden öyle bir karşılık ald ki, yaptığına bin pişman olup bir daha başını kaldırıp yüzümüze bile bakamaz hale geldi. (Ayrıntısını merak eden arkadaşlar “MİT TIR’ları Davası” kitabımızdan okuyup öğrenebilirler.) Çünkü biz, bunların ruh dünyalarını çık iyi biliriz. Çok gördük biz böylelerini.

Biz, Konya’nın bir yoksullar semti olan kenar mahallesinde, Aksinne’de büyüdük. Delikanlılar da vardı, külhanbeyleri de semtimizde… Her iki kesimi de iyi tanıdık. Tabiî hep delikanlılar oldu, dostlarımız, yoldaşlarımız. Bu sebeple de, “Onur yaşamdan önemlidir” ilkesi devamlı yol göstericimiz oldu, yaşamımız boyunca.

Eğer Kaçak Saraylı Reis de çektiği yoklamaların başlangıcında hak ettiği yanıtı almış olsaydı, bir daha asla tekrarlamaya cesaret edemezdi. Fakat ne yazık ki, o yanıtı verecek tek bir asker bile kalmamış orduda. NATO tamamını bozmuş, çürütmüş…

Şimdi yeniden yukarıdaki aktarmalarımızda anlatılanlara dönersek:

Ne diyordu, yukarıdaki alıntıladığımız satırlarının sonuncusunda, 2012 yılında Yol Düşkünü Abdülkadir Selvi?

“Demokratikleşme adına alacağımız daha çok mesafe, aşmamız gereken bir yığın engel varken, birbirimizi yemenin anlamı ne?”

Henüz Türk Ordusu’nun daha tam anlamıyla anasını ağlatmadık. İşi noktalamadık daha. Yapacağımız bir hayli iş var önümüzde. O işlerimizi de yapıp orduyu baştan ayağa yıkmalıyız. Bu nedenle de böylesi günlerde “birbirimizi yemenin anlamı ne?”

Kime diyor bunu?

Pensilvanyalı İmam’ın cemaatine diyor.

Daha beraber yürüyeceğimiz yollar var, diyor. Birbirimizle uğraşmayı bırakalım da, şu ordunun, Laik Cumhuriyet’in, Mustafa Kemal’in işini bir bitirelim tam anlamıyla, diyor.

Ne yazık ki arkadaşlar, amaçlarına ulaştı bu ABD hizmetkârı işbirlikçi Ortaçağcılar. Şimdi de, istedikleri gibi at koşturuyorlar ülkemizde. Ve günbegün de Tayyibistan Faşist Din Devleti’ni inşa ediyorlar.

Ama onlara kalmayacak bu ülke. Erken bayram etmesinler. Eninde sonunda hesabını verecekler ihanetlerinin. Ve ülkemize, halkımıza, vatanımıza verdikleri zararların.

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

14 Kasım 2016

Nurullah Ankut

HKP Genel Başkanı