Site rengi

Tasarım

Zülfü Livaneli fırıldak çeviriyor

31.08.2017
704
A+
A-

Zülfü Livaneli fırıldak çeviriyor

Bir yandan hain, alçak, dönek, şerefsiz, ABD uşağı, CIA işbirlikçisi Elia Kazan’ı parlatırken; diğer yandan da kendi dönekliğini meşrulaştırmaya çabalıyor.

Hatırlanacağı gibi; Livaneli, “Bülo’nun erkeklik”, “Bilal’in askerlik” süreleri gibi “kısa dönem” devrimcilik de yapmıştı. Fakat, 12 Eylül Faşist Darbesinin küçükburjuva devrimcilerinde yol açtığı korku ve panik, Livaneli’yi de savurup attı.

O, CHP saflarında karar kıldı. Diğer dönekler gibi paçavralaşmadı. Yani Şems Ethem, Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Hadi Uluengin, Halil Berktay, Gülay Göktürk, Oya Baydar, Oral Çalışlar, Altan Family vb. gibi iğrençleşmedi…

Psikopatlık gibi döneklik de geniş bir yelpaze oluşturur. Hani bazı psikopatların şiddete bulaşmamış olması gibi, Livaneli’nin dönekliği de belli sınırlar içinde kaldı. Antikomünizm ve sosyalizm düşmanlığına varmadı.

Bu tür dönekler de pek çok, şu anki siyasi ortamda. Mesela, Yeni CHP’nin Sorosdaroğlu Kemal’inin etrafında yer alan ve devamlı gündemde kalan kadronun önemli bir kısmı Livaneli türünden döneklerden oluşmaktadır.

Fakat biz, dönekliğin her türüne karşıyız. Ve daha önce de belirttiğimiz gibi, hiçbir şey bize dönekler kadar itici gelmez. Midemiz bulanır, bunların suretlerini gördüğümüzde, seslerini duyduğumuzda. Döneklik, insanın ruhunu satması demek. O bakımdan, çok aşağılık bir iştir… Neyse…

Fakat, Livaneli geçenlerde “Elia İle Yolculuk” adlı bir kitap yazmış. Ben, yukarıda da belirttiğim gibi, döneklerden bir şey okuyamam. Onların kitapları bile ele alınmayacak kertede kirli gelir bana. Bu bakımdan pek de ilgilenmedim. Fakat, birkaç gün önce bu kitabıyla ilgili bir röportaj vermiş. Bir okuyayım bakayım şunu, dedim. Sabredip okudum…

Gördüm ki, Elia Kazan adlı alçağı sevimlileştirmeye, hatta mağdurlaştırmaya çalışmış kitabında, röportajdaki anlatımına göre. Birkaç bölüm aktaralım isterseniz.

Röportajın başlığı şu:

“Bir zayıflık anının, insan hayatını nasıl kararttığını anladım”

Aslında, röportajın özlü bir özeti anlamındadır bu başlık. İki şey söylüyor, gördüğümüz gibi:

Birincisi, Elia Kazan “bir zayıflık anının” yol açtığı bir yanlış yapmış.

Söylediği ikinci şeyse şudur: Bu bir anlık yanlış, “insan hayatını karart”mış.

Oysa, bu her iki düşünce de külliyen yalandır, yanlıştır. Bu, tamamen Livaneli’nin bir fırıldak çevirmesidir. Elia Kazan’ı, acınması gereken bir mağdur, yaptığı bir anlık yanlıştan dolayı bir ömrü kararmış, sevimli bir insan olarak pazarlama sahtekârlığına kalkmasından başka hiçbir şey değildir bu.

İsterseniz, Elia Kazan’ın 1947’de başlayıp 1950’lerde devam eden “McCarthy Dönemi” diye adlandırılan Antikomünist Cadı Avı Döneminde, tamamı da CIA, Pentagon, Washington ajanlarından oluşan “Amerika’ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesi” adlı sözde kurul karşısında vermiş olduğu ifadesini, virgülüne dokunmadan aktaralım. Fakat, isterseniz, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Ülkü Tamer’in dilimize çevirdiği “İhanet Yılları” adıyla yayımlanan derlemenin Önsöz’ünü okuyalım önce bir. Sonrasında da, Elia Kazan’ın gönüllü olarak gelip ihanetini katmerlendirmek üzere kurul karşısında verdiği ifadesini okuyalım:

***

İhanet Yılları Kitabının Önsöz’ü

Amerika’da  “Komünizm korkusu”,  1917 Sovyet Devrimi’nden sonra başladı. “Dünyayı sarsan on gün”, kapitalizmin yıkılabileceğini göstermişti. Bu düzenin savunucuları, duydukları korkuyu kısa zamanda bir “ulusal korku”ya dönüştürmeyi amaçladılar. Başsavcı A. Mitchell Palmer’in önderliğinde “solcu avı”na giriştiler. Hükümet de, “ülkeyi Ruslara satmak isteyenlerin kimler olduğunu ortaya çıkarmak amacıyla” 1919’da geniş çapta bir soruşturma açtırdı.

Bu alanda çalışmalar yapmak üzere, Temsilciler Meclisi’ne bağlı ilk komite, 1930’da kuruldu. Hamilton Fish Komitesi’ydi bu. Başkanı Hamilton Fish , “Komitenin sadece Komünistlerin peşinde olduğunu” belirtti. Meclis üyelerinden Samuel Dickstein, ülke için Nazizmin de büyük bir tehlike olduğunu ileri sürdü, bu konuda da araştırma yapılmasını istedi. Dickstein’e aldıran çıkmadı. 1938’de Amerika’ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesi kurulduğunda, Dickstein komiteye alınmayacak, ilk başkan Martin Dies, sadece Komünizm tehlikesini araştıracaklarını, başka eylem ve eğilimlerle ilgilenmeyeceklerini söyleyecekti.

1929-1931 yıllarında bu korku daha da arttı. Kapitalizmin temelleri sarsılmaya başlamıştı. Ekonomi çökmek üzereydi. Kapitalist düzenin temsilcileri, bir baskı ve propaganda kampanyasına giriştiler. Ortaya “Hayat, Sovyet Rusya’yla bir savaştır” gibi sloganlar atıldı; Sovyetler Birliği’nin Amerika’yı ele geçirmek isteyen, bu amaçla geniş bir “casusluk şebekesi” kuran bir devlet olduğu kanısı yerleştirilmeye çalışıldı. Her Komünist, Sovyet Rusya’nın ajanıydı. “Dünyanın en büyük gösterisi” olarak nitelendirilebilecek bir “Komünist avı”  düzenlendi.

Bu arada İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Amerika “büyük düşmanı” Sovyet Rusya’yla birlik oldu! Ama bu düşmanlık, savaş sırasında da sürdü. MacArthur, 1945’de, “Rusların Nazilerden de büyük bir tehlike” olduğunu ileri sürmekten kaçınmadı. Bazı yorumcular, Amerika’nın Japonya’ya atom bombası atmasına bu görüşün yol açtığını söylediler. Avrupa’da savaş sona ermişti; Sovyetler Amerika’ya Doğu’da yardım edebilirler, zaferi paylaşabilirlerdi. Atom bombası buna engel olmak için atılmış, iki yüz bin kişi öldürülerek “Kızıl Ordu’nun pençesinden kurtarılmıştı”!

Savaştan sonra, Amerika’ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesi, sendikalardaki, üniversitelerdeki, sinema-tiyatro endüstrisindeki Komünistleri ortaya çıkarmak için geniş çapta bir soruşturma açtı. Bu soruşturmalarda “suçlu bulunanlar” kara listeye alındılar, işsiz kaldılar, yoksulluk çekmeye mahkûm edildiler. Anayasanın kendilerine sağladığı hakka dayanarak tanıklık etmemekte direnenler, “Komiteyi aşağılamak” suçuyla hapse atıldılar. Whittaker Chambers ile Richard M. Nixon’un casuslukla suçladıkları Alger Hiss, idam cezasına çarptırıldı.

Bu arada yeni bir “önder” belirdi: Senatör McCarthy. McCarthy, Komünistlerin devlet dairelerine bile sızdığını ileri sürerek yeni bir kampanya açtı, “cadı avı”nı hızlandırdı; Kore Savaşı’nın başlamasından Komünistleri sorumlu tuttu. I. F. Stone gibi birkaç gazeteci, Kore Savaşı’na Komünistlerin değil, Güneydoğu Asya’yı denetim altında tutmak isteyen Amerkikan emperyalizminin yol açtığını söylediler, ama Rosenberg’lerin cadı kazanında öldürülmelerine engel olamadılar.

Amerika’ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesi’nin on binlerce sayfayı bulan tutanaklarından derlenmiş bu kitap, yukarıdaki kısa girişi bile gereksiz kılacak niteliktedir; Amerika’da “ihanet yılları” olarak adlandırılan bir dönemi, bütün genişliğiyle, bütün derinliğiyle yansıtmaktadır. Yaratılan “Komünizm korkusu”nun birtakım çıkarlar uğruna nasıl sömürüldüğünü, yurtsever kimselerin nasıl baskı altında tutulduğunu belgelerden iyi ne verebilir?

***

Elia Kazan’ın ifadesi

Elia Kazan, ilk olarak 14 Ocak 1952’de bir gizli oturumda tanıklık etti. Oturumun tutanakları hiçbir zaman açıklanmadı. Kazan, 10 Nisan 1952’de yine bir gizli oturumda komitenin karşısına çıktı. Kısa süren bu oturumun tutanakları ise ertesi gün yayımlandı.

***

TAVENNER: Mr. Kazan, 14 Ocak 1952’de bir gizli oturumda tanıklık etmiştiniz, değil mi?

KAZAN: Evet.

TAVENNER: Ama başkalarının çalışmaları konusunda bilgi vermemiştiniz.

KAZAN: Bazı adlar vermiştim.

TAVENNER: Komiteye başvurdunuz, bir kere daha tanıklık etmek istediğinizi belirttiniz, başka Komünist Parti üyelerinin çalışmaları konusunda bilgi vereceğinizi söylediniz.

KAZAN: Evet, Bildiğim her şeyi açıklamak istiyorum. İzin verirseniz, Komitenize mektubumu ve mektubuma iliştirdiğim notu okuyayım:

Amerika’ya Karşı Çalışmaları Araştırma

Komitesi Washington, D.C.

Sayın Baylar,

14 Ocak 1952 tarihinde vermiş olduğum ifademe bazı eklerde bulunmak amacıyla bu mektubumu yazıyorum.

İlişikte yeminli ifademde, o duruşmada cevap vermediğim bir sorunun karşılığını bulacak ve 1934-1936 yılları arasında Komünist Parti’de kimleri tanıdığımı, kimlerle ilişkide bulunduğumu öğreneceksiniz.

Bu adları daha önce açıklamamakla doğru bir davranışta bulunmadığım sonucuna vardım; gizlilik, Komünistlerin işine yarar, onların istediği de budur. Amerikan halkı, Komünizmle savaşabilmek için bütün gerçekleri öğrenmelidir. Bir yurttaş olarak, bildiklerimi açıklamayı görev sayıyorum.

Gerçi bana sorulan öteki soruların hepsini cevaplandırmıştım; ama bu fırsattan yararlanarak, kendi çalışmalarım ve Parti çalışmalarım konusunda ayrıntılı bazı bilgiler de vermek istiyorum. Böylece, daha önce belirtmeyi unuttuğum bazı gerçeklerin günışığına çıkmasını sağlamış olacağım.

Yeminli ifademin ikinci bölümünde, Parti’den ayrıldıktan sonraki 16 yıl içinde ne gibi siyasal çalışmalarda bulunduğumu belirttim.

Saygılarımla,

Elia Kazan 

Elia Kazan’ın yeminli ifadesidir:

1934-1936 yılları arasında Komünist Parti’ye üye olduğumu 14 Ocak 1952 tarihinde verdiğim ifademde belirtmiştim.

O yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’yle Sovyet Rusya arasında ulusal çıkarlar bakımından bir çekişme olduğunu sanmıyordum. Amerikan Komünist Partisi’nin Kremlin’den buyruk aldığını ve bu ülkede bir Rus temsilcisi olarak görev yaptığını bilmiyordum. Parti’nin, sokaklarda gördüğüm yoksul ve işsiz insanları korumak amacını güttüğüne inanıyordum. Parti’ye katılmakla insanlara yardım edeceğimi, Hitler’e karşı verilen savaşa katkıda bulunacağımı, Amerikan halkının çıkarlarını daha iyi koruyacağımı sanıyordum.

Üyeliğim aşağı yukarı on dokuz ay sürdü; bu süre içinde, Group Theatre’da çalışan kimselerin bulunduğu bir hücrede görevlendirildim. Bu kimseler şunlardı:

Lewis Leverett. Hücrenin iki önderinden biri.

J. Edward Bromberg. Hücrenin öteki önderi. Hayatta değil.

Phoebe Brand (sonradan Morris Carnovsky ile evlendi). Parti’ye girmesini ben önermiştim.

Morris Carnovsky.

Tonny Kraber. Parti’ye girmemi Wellman ile Kraber sağlamışlardı.

Paula Miller (sonradan Lee Strasberg ile evlendi). Yakın arkadaşlığımızı sürdürmekteyiz. Parti’den uzun süre önce ayrılmıştı. Zaten Parti’de kalamayacak kadar duygulu, dengeli bir insandır.

Clifford Odets. Parti’den benimle aynı zamanda ayrıldığını belirtmişti.

Art Smith.

Hücremizde sadece bu kimseler vardı. Adını vermeyi unuttuğum kimse olduğunu sanmıyorum.

Daha önceki ifademde, Michael Gordon’un da hücrede olduğunu söylemiştim. Sonradan bu konu üzerinde düşününce, onunla birlikte hiçbir toplantıya katılmadığımı hatırladım.

Daha önce belirttiğim gibi, biz yeni üyelere Parti’nin görüşlerini, amaçlarını açıklayanlar, V. J. Jerome, Andrew Overgaard ve Ted Wellman’dı. Ted Wellman, Sid Benson adını da kullanırdı.

Bizden alınan ödenti ve bağışlar çok azdı. Düşük ücretlerle çalışan, sık sık işsiz kalan oyunculardık.

Bizden dört şey istediler:

(1) Kendimizi eğitmemizi;

(2) Oyuncu birliklerine sızmamızı;

(3) Parti’nin işbirliği ettiği örgütleri desteklememizi;

(4) Group Theatre’e ele geçirip Komünist bir topluluk haline getirmemizi,

 

Bu konulardaki çalışmalar şöyle yürütüldü:

(1) Kendimizi eğitmemiz için bize kitap ve broşürler satarak onları dikkatle okumamızı istiyorlardı. Zaman zaman tartışmalar da açılıyordu. Parti’nin totaliter yönetimini ilk olarak bu tartışmalarda gördüm. Bize görüşlerimizi açıklama olanağını vermiyorlar, her söyleneni kabullenmemizi istiyorlardı.

(2) Oyuncu birliklerine sızmamız konusunda çalışmaları Robert Callie yönetiyordu. Callie zaman zaman Bob Reed adını kullanmaktaydı. Kendisi şimdi hayatta değildir.

İlk olarak, oyuncuların prova dönemlerinde da para almalarını sağladık. Asıl amaç, bu gibi başarılarla oyuncuların güvenini, desteğini kazanmaktı; ama birliklerin yönetimini ele geçiremedik.

(3) Düzenlediğimiz eğlencelerle Parti’nin işbirliği ettiği örgütleri destekledik. Bu eğlenceler de bol bol propaganda yapılıyordu.

Art Smith’le birlikte yazdığımız Dimitrof adlı oyunu, bu örgütlerden biri olan İşçi Tiyatorları Birliği yararına oynadık. Yine aynı örgütte oyunculuk ve yönetmenlik dersleri verdim. Bu örgütü yönetenler şu kimselerdi:

Herry Elion (Başkan)

John Bonn

Alice Evans (sonradan V. J. Jerome ile evlendi).

Anno Howe

1936’da Frontier Films’le ilişki kurdum. Bu ilişkimin Parti’yle ilgisi yoktu. Örgütte Paul Strand, Leo Hurwitz ve Ralph Steiner bulunuyordu. Steiner’le uzun süren arkadaşlığım sonunda Anti-Komünist olduğunu öğrendim. Ötekilerin eğitimlerini bilmiyorum. Beni de yönetim kuruluna aldılar; ama pek az toplantıya katıldım. Ralph Steiner ile birlikte 1937’de Cumberlands Halkı adlı kısa bir belgesel film yaptık.

(1) Komünistlerin Group Theatre’yi ele geçirme çabaları başarısızlıkla sonuçlandı. Topluluğun başındaki üç yönetici ( Harold Clurman, Lee Strasberg ve Chery Crawford), anti-Komünist kimselerdi.

Ben de, Komünistlerin bu tiyatroyu ele geçirmelerini elimden geldiği kadar önlemeye çalıştım. Oyunculardan meydana gelen danışma kurulundaydım. Danışma kurulu, tiyatro yönetiminde söz sahibi değildi. Parti, topluluğun demokratik bir biçimde yönetilmesini istiyordu. Asıl amaçları bu değildi tabiî, tiyatroyu ele geçirmekti. Yöneticilerin böyle bir oyuna gelmeyeceklerini biliyor, biz oyuncuları kullanarak denetimi ele almak amacını güdüyorlardı.

Parti’den ayrılmamın nedenlerinden biri de budur. Direndim. Direnince beni çağırdılar, hizaya gelmemi istediler. O gece Parti’den ayrıldım. Bu kimselerin iğrenç işlerine karışmaktansa Amerikan halkının çıkarları için dürüstçe çalışmayı uygun buluyordum.

O geceden sonra Parti’yle ilişiğim kalmadı.

1936’da Parti’den ayrıldıktan sonra, yıkıcı çalışmalarda bulunan hiçbir örgütte görev almadım.

Birçok örgüte katılmam istendi; ama o örgütlerin Komünist Parti’ye ilişkilerini sezince hepsinden uzak durdum.

Bazı durumlarda, bana getirilen bildirileri imzalamadan edemedim. Komünistlerden tiksiniyorum; bu konuda onları değil haklı oldukları davayı destekliyorum, diye düşünüyordum. Yanılmışım. Bugün önüme getirseler o bildirilere imza koymam.

Bu arada, katılmadığım çalışmaları belirtmek isterim.

1944’de Hollywood’a gittiğimden beri, Komünist Parti’yle ilişkisi olan hiçbir örgüte yardımcı olmadım, bağışta bulunmadım.

Stockholm barış çağrısını imzalamadım. Komünistlerin barış sözünden ne anladıklarını biliyordum.

Waldorf Barış Konferası’na katıldım,

Başkanlık seçiminde Henry Wallace’ı desteklemedim.

Bugüne kadar yönettiğim oyun ve filmlerin listesini sunuyorum:

Casey Jones. Yazan: Robert Ardrey. 1938. Bir demiryolu mühendisinin öyküsü. Havasıyla, kişileriyle, özüyle gerçek bir Amerikan eseri.

Gökgürültüsü Kayası. Yazan: Robert Ardrey. 1939. Demokrasi konusunda kötümser olunduğu bir dönemde yazılmış, demokratik, iyimser bir eser. New York’ta tutulmadı; ama savaş yıllarında Londra’da büyük başarı kazandı.

Cafe Crown. Yazan: Hy. Craft. 1942. New York’taki Yahudi oyuncuları anlatan bir eser. Siyasal yanı yok.

Çalgılar Akortsuz Tanrım. Yazan: Paul Vincent Caroll. 1942. Konusu savaş yıllarında geçen, siyasetle ilgisi olmayan bir oyun. İnsanların, özellikle bir rahibin cesaretini dile getiriyor.

Ramak Kaldı. Yazan: Thornton Wildöer. 1942. Yönetmenliğini yapmakla en çok övündüğüm oyunlardan biri. İnsanoğlunun ölmezliğini anlatan bir eser.

Harriet. Yazanlar: Florence Ryerson ve Colin Clements. 1943. Tom Amca’nın Kulübesi’nin yazarı Harriet Recher Stowe’un hayat öyküsünü anlatan bir eser.

Venüs’ün Bir Dokunuşu. Yazanlar: S. J. Perelman ve Ogien Nash. Müzik: Kurt Weil. 1943. Tanrıça Venüs’ün bir berbere tutulmasını anlatan müzikal komedi.

Albay ve Ben. Yazan: S. N. Behrman. 1942. Nazilerden kaçan bir Yahudi ile Polonyalı bir albayın öyküsü, siyasal yanı yok.

Bir Genç Kız Yetişiyor (ilk filmim). 1944. Brookyn’li bir kızın öyküsü. Amerika’yı manevi bakımdan yücelten bir eser.

Söyle Sevgili Yurdum. Yazanlar: Jean ve Walter Kerr. 1944. Amerikan şarkılarının çavresinde kurulmuş bir oyun.

Kökler Derinlerdedir. Yazanlar: Arnaud d’Usseau ve James Gow. 1945. Zencilerle beyazlar arasındaki ilişkilere değinen bir oyun. Birtakım kişiler hiç beğenmediler; ama seyirciler de eleştirmenler de oyunu çok tuttular.

Dunnigan’ın Kızı. Yazan:  S. N. Behrman. 1945. Kocasının ilgilenmediği genç bir kadının öyküsü.

Çimen Denizi (Film). 1946. Başsavcı Homer Cummings’in öyküsü. Komünist yalanlarını ortaya koyan bir film.

Bütün Oğullarım. Yazan: Arthur Miller.1947. Savaş sırasında uçak parçaları yapan bir fabrikatörün öyküsü. Bazıları bu oyunda propaganda olduğunu ileri sürdüler. Bana kalırsa eserde sorumluluk sorunu işlenmektedir; propanda yoktur.

Centilmenler Anlaşması (film). 1947. Ünlü romanın filmi. Oscar ödülü kazandı.

İhtiras Tramvayı. Yazan: Tennesse Williams, 1947. Siyasetle ilgisi olmayan insancıl bir oyun.

Günbatımı Kumsalı. Yazan: Bessie Breuer, 1948. Florida’da bir hastanede genç havacılar arasında geçen bir öykü. Siyasal yanı yok.

Aşk Hayatı. Yazan: Alan Jay Lerner. Müzik: Kurt Weill. 1948. Evli bir çiftin öyküsünü anlatan bir müzikal komedi.

Satıcının Ölümü. Yazan: Arthur Miller, 1949. Materyalist değer ölçülerini eleştiren ünlü bir oyun.

Pinky (film).1949. Komünistlerden başka herkesin beğendiği bir film. Zenci bir kızın öyküsü.

Sokaklarda Panik (film).1950. Bir salgının öyküsü. Filmin kahramanı, Amerikan Sağlık Bakanlığı’na bağlı hastanelerden birinde çalışan doktordur.

İhtiras Tramvayı (film): Yukarıda adı geçen oyunun filmi.

Viva Zapata (film): Anti-Komünist bir film. Bu konuda Saturday Review dergisine bir da yazı yazdım. Yazının kopyası, Komiite üyelerinden Mr. Nixon’a sunulmuştur.

Mısır’a Kaçış. Yazan: Gerge Tabori.1952 Amerika’ya kaçmak üzere Kahire’de bekleyenlerin öyküsü.

Komünistlerle ilişki kurmanın, onları tanımak bakımından, yararlı olduğuna inanıyorum. Bugün bütün dünya savaştan korkuyor, Komünistler de bu korkuyu sömürerek barış istediklerini söylüyorlar. Barıştan ne anladıklarını biliyoruz. Yarın herhalde başka bir slogan bulacaklardır.

Komünist Felesefe’den, Komünist yöntemlerden tiksiniyorum. Düşünce özgürlüğünden, çalışma özgürlüğünden, birey haklarından yanayım. Bunları elde etmek için bütün gücümüzle çalışmalıyız.

Yönettiğim oyun ve filmlerde hep bu amacı güttüm.

Bu yeminli ifademin bir kopyası Twentieth Century-Fox Başkanı Mr. Spyros P. Skouras’a verilmiştir…

Elia Kazan

 

TAVENNER: Mr. Kazan, Komitemiz ileride yine bilginize başvurmak isteyebilir.

KAZAN: Ne zaman isterseniz gelirim. Gerekli gördüğünüz bilgileri vermeye hazırım.

BAŞKAN: Sizin gibilerin yardımları olmasa, Komünistlerin ihanet mekanizmasını kolay kolay ortaya çıkaramazdık. Çok teşekkür ederiz Mr. Kazan.

***

Elia Kazan bu kadarla yetinmedi; ertesi gün New York Times gazetesine büyük bir ilan vererek, yeminli ifadesinde belirttiği anti-Komünist görüşleri kamuoyuna da açıkladı. (İhanet Yılları, Kavram Yayınları, Ülkü Tamer Çevirisi, s. 108-114)

***

Çok açık ve kesin biçimde görüldüğü gibi, Elia Kazan tam bir insan sefaletidir, tam bir paçavradır.

Bizdeki benzerlerinin bile pek azı bunun kadar çukurlaşabilmiştir.

Elia Kazan, açıkça görüldüğü gibi, “bir anlık” bir ihanette bulunmamıştır. Önce kurul kendisini çağırmış, 1952 14 Ocak’ında. Gidip vermiş ifadesini. Bu ifadesi hiçbir zaman açıklanmamış. Besbelli ki CIA arşivlerinde kalmış. Fakat bununla yetinmemiş Kazan. Aşağı yukarı 3 ay sonra bu kez kendiliğinden başvurmuş kurula. “İfademi genişletmek istiyorum. Sizinle her alanda tam bir işbirliği içinde çalışmak istiyorum”, diyerek.

Yani CIA’nın antikomünizm mücadelesinde, onların gönüllü hizmetkârı olmuş, Kazan.

Ve de bu tutumunu, 2003’teki ölümüne kadar aynı çizgide sürdürmüştür. Hatta 1997’de, İstanbul Film Festivali’nden onur ödülü almaya geldiği sırada Cumhuriyet Gazetesi’nden Ahu Antmen’e verdiği bir röportajda aynen şu sözlerle savunmuştur ifadesini:

“Doğru olduğuna inandığım şeyi yaptım. Özür dilemiyorum. Utanmıyorum. Ve beni mutsuz etmiyor.” (Radikal Gazetesi, 30.09.2003)

Gönüllü ifadesinden 2 yıl sonra da, 1954’te “Rıhtımlar Üzerinde” adlı bir film yönetmiş, bu filminde de başrol oynayan Marlon Brando’nun deyişiyle “dönekliğini ve ihanetini savun”muştur.

Brando, Elia Kazan’a duyduğu tepki yüzünden filmde oynamayı önce reddetmiş, fakat sonradan araya girenlerin ısrarıyla kabul etmiştir.

Madem Kazan filmde dönekliğini ve ihanetini savunuyor, o zaman niye oynamayı kabul ettiniz böyle bir filmde? sorusuna ise, “Mesleki çıkar gereği” anlamına gelecek cümlelerle yanıt vermiştir.

Hatırlanacağı gibi, Brando da bu filmdeki müthiş performansıyla Hollywood’un en önde gelen aktörleri arasına girmiş ve hep öyle kalmıştır.

Bu film, İşçi Sınıfının ekonomik-sendikal mücadelesine öylesine ağır bir darbe indirmiştir ki Amerika’da, sendikalardan muazzam bir kaçış olmuştur. Çünkü film, sendikayı tam bir gangster örgütü olarak sergilemektedir. Yani, sendikaları mafyatik yapılar olarak anlatmaktadır.

ABD Emperyalistleri, McCarthy öncesi namuslu sendikacıları bile, CIA eliyle linç ettirip ya da başka yöntemlerle öldürtmüşlerdir.

1950’li yıllardan sonra ise namuslu sendikalardan boşalan alanı tamamen sarı sendikalar doldurmuştur. Yani Elia Kazan, ihanetini bir ömür sürdürmüştür.

Zülfü Livaneli, gördüğümüz gibi, açıkça düzenbazlık yapıyor, fırıldak çeviriyor. Yukarıda da dediğimiz gibi, o, aslında kendini savunmuş oluyor, Kazan’ı savunmakla. Çünkü kendisi de 1980’den bu yana “Elia’nın yolunda”dır.

Röportajında Livaneli, Elia Kazan’ın pişmanlık duyduğunu ve bundan dolayı hep acı çektiğini iddia ediyor.

Röportajı yapan Birgün’den Meltem Yılmaz soruyor:

“Kitapta, sürekli, Elia Kazan’ın yaptığı hatanın vicdan azabı ile yaşadığını düşünüyoruz. Ancak bu konuda kendisinden bir itiraf-ifade duymuyoruz. Size bu konuda bir itirafta bulundu mu yoksa onun vicdan azabı sizin çıkarımınız mı, yani biraz da öyle olmasını istediğimiz için mi?” (http://www.birgun.net/haber-detay/bir-zayiflik-aninin-insan-hayatini-nasil-kararttigini-anladim-171171.html)

İşte Livaneli’nin cevabı:

“Belki de sizin yorumunuz daha doğru; öyle olmasını istiyoruz. Ama Elia’yı elli yıl kovalayan ve onu hüzünden hüzne düşüren bir gölgenin varlığını da yadsıyamayız. Savaşçı kişiliği diz çöküp af dilemeye elverişli değildi, ölene kadar onurunu korumaya çalıştı. Yaşam boyu başarı Oscar’ını alırken de sahnede dimdik durdu, kısaca teşekkür etti. “Bob (Robert de Niro) nerede” dedi. Ondan ve Scorsese’den kuvvet almak istiyordu. Buradayız dediler. Sahneden indi gitti. Ama içindeki derin pişmanlığı ben biliyorum.” (agy)

Gördüğümüz gibi, arkadaşlar, aşağılık bir hainden, onlarca arkadaşını ihbar etmiş, mesleklerinden etmiş, işsizliğe, yoksulluğa, açlığa mahkûm etmiş ve Hollywood’taki devrimci, ilerici, namuslu unsurların kökünün kazınmasında önemli roller oynamış bir alçaktan, bir şerefsizden melek çıkarmaya çalışıyor, Zülfü Livaneli.

Yukarıda da defeatle belirttiğimiz gibi, o aslında kendi dönekliğini meşrulaştırmak istiyor, bu tutumuyla.

Hatırlanacağı gibi 1999 yılında, artık bütünüyle CIA denetimine girmiş Amerikan Sinema Akademisi, mesleğe katkılarından dolayı onur ödülü verir bu döneğe. O ödül töreninde bile, Hollywood’ta kalan tek tük demokratlar protesto ederek ayağa kalkmazlar. Ve alkışlamazlar. Sadece aşağılayıcı bakışlarla izlemekle yetinirler, döneğin ödül alışını.

O günlerde Amerikan MSNBC Televizyonu, ödül törenini vermeden önce bazı sanatçılarla görüşmeler yapar ve onların düşüncesini aktarır. İşte söyledikleri:

Video ve tapeler girecek

“Senarist Abraham Polonski:

“O tam bir alçaktır. Elia Kazan yüzünden kara listeye alınmış herkes dehşete kapılmıştır. (Akademi ödülünü ona vermek) Benedict Arnold’a şeref ödülü vermek gibi bir şeydir.

“Senarist Ring Lardner Jr:

“O, tüm insanların, iyi senaristlerin ismini vermişti. Bu, aslında onun kariyerinin başlangıcına yardım etmiş ama ismi verilenlerin başını belaya sokmuştu.”

Gördüğümüz gibi, bu sanatçıların hepsi Livaneli’den katbekat daha namuslu, daha insan…

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Hitler Faşizminin yenilmesinde en önemli rolü oynamış ve 20 milyondan fazla insanını bu uğurda kaybetmiş Sovyetler Birliği’nin ve komünist sistemin prestiji, saygınlığı tüm dünyada büyük ölçüde artmıştı. İnsanlık sempatiyle bakıyordu, komünizmin kalesi Sovyetler Birliği’ne.

Tabiî bu hayranlık ve saygı, sanatın tüm dallarını olduğu gibi sinema alanını da etkilemişti. Olayımızda da görüldüğü gibi Hollywood bile demokrat, ilerici, solcu, komünist sanatçıların, yönetmenlerin, yapımcıların sanat yaptığı bir alan haline gelmişti.

İtalyan sinemasında “Yeni Gerçekçilik” adı verilen akımın temsilcileri hep ilerici filmler yapar olmuştu.

Hint sinemasını bile etkilemişti ilericilik, sosyalistlik ve Sovyet hayranlığı…

Bizim Yeşilçam bile önemli oranda etkilenmişti bu rüzgârdan. Hollwood’da olsun, Avrupa’da olsun, Hindistan’da olsun, Türkiye’de olsun ezilenlerin, sömürülenlerin hayatını anlatmak, sinemanın esaslı konuları arasına girmişti artık.

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, uluslararası emperyalizmin dünya çapında jandarmalığı görevini İngiltere’den devralan ABD Emperyalist Haydutları, Ekim Devrimi sonrasında başlatmış oldukları antikomünist cadı avını 1945 sonrasında olabildiğince hızlandırdılar. Sanattan, kültürden, ilericiliği, sosyalistliği, komünistliği bütünüyle söküp atma uğraşına hız verdiler.

CIA tüm dünyada olduğu gibi, kendi ülkesinde de FBI vb. örgütlerle işbirliği halinde bu antikomünist sürek avını sistemlice sürdürdü ve bugün de hâlâ sürdürmektedir.

İşte McCharty Dönemi diye adlandırılan dönem de bu sürecin en azgın bir bölümünü işaret etmektedir ya da anlatmaktadır.

Elia Kazan da bu dönemin en aşağılık muhbirlerinden, hainlerinden, şerefsizlerinden birisidir.

Zülfü Livaneli, böyle bir insan sefaletini savunmakla, ondan bir melek kişiliği çıkarmaya çalışmakla aslında kendi insani sefaletini de sergilemiş olmaktadır.

Yazık…

Biz, onun Kazan’la arkadaşlığını biliyorduk da, Kazan’ı böylesine melekleştirebileceğini, böyle pazarlayabileceğini ve böylesine düşkünleşebileceğini, işin doğrusu düşünmemiştik. Her ne kadar dönek de olsa, yine de biraz daha üst seviyede olduğunu sanmıştık. Meğer yanılmışız…

Hani hep deriz ya; doğada olsun, toplumda olsun canlılar kendi benzerlerini bulur. Hayvanlar için de böyledir bu, insanlar için de…

Livaneli de bulmuş benzerini. Ne diyelim…

Alsın hayrını görsün…

Elia Kazan’ın diz çökerek paçavralaştığı kurul karşısında yiğitçe direnenler de olmuştur. Kurul’la işbirliğine girmeyi reddedenler de olmuştur. Bunlarla ilgili olarak da Lillian Hellman’ın adını anmadan geçmeyelim.

Hollywood’un bilinen ve etkin bir senaryo yazarıyken, kurul karşısında direndiği için, Komünist Parti üyesi eşiyle birlikte işsizliğe, yoksulluğa mahkûm edilmiştir. Parti üyesi eşi, 3 yıl hapis cezasına çarptırılmış ve hapse atılmıştır, komünistliğinden dolayı.

Bu süreci anlatan, Lillian Hellman’ın “Şarlatanlar Dönemi” adlı bir de kitabı vardır. Bu döneme ilişkin daha çok bilgi edinmek isteyen arkadaşlar, Türkçeye çevrilmiş olan, Hellman’ın bu kitabını ve yukarıda andığımız, Ülkü Tamer tarafından çevrilen “İhanet Yılları” adlı derlemeyi okuyabilirler.

Hep deriz ya; insandan asla umut kesilmez. Alçaklaşanlar, dönekleşenler, hainleşenler olduğu gibi, aynı kavgalarda yiğitçe direnenler de, namusunu, onurunu korumayı her şeyin üstünde tutanlar da olmuştur ve olacaktır.

Yine deriz ya sık sık; canlılar âleminin en alçakları, en iğrençleri de insanlar arasından çıkar. En yüceleri, en şereflileri, en saygıdeğerleri de yine insanlar arasından çıkar.

Ne mutlu direnenlere, onurunu ve insanlığını kararlılıkla savunanlara…

31 Ağustos 2017

 

Nurullah Ankut

HKP Genel Başkanı