Yurt Gerçekleri Karşısında Bir Toplu İş Sözleşmesinin Düşündürdükleri (V)
Hikmet Kıvılcımlı
Hikmet Kıvılcımlı’nın bu incelemesi, “Türkiye İdeal Mensucat İşçileri Sendikası” Yayınları arasında 1964 yılında yayımlanmıştır.
İncelemenin bundan önceki bölümlerini son dört sayımızda yayımlamıştık. Bu sayımızda beşinci bölümünü yayımlıyoruz.
SONUÇ
Komisyoncu Ağalık ve Sendikacılık
Mustafa Kemal Paşa, yenilikler düşünürken, kurnaz kişiler sordular:
“- Paşam! Anadolu’da kuvvetli bir Osmanlı ağalığı var, o mütegallibe eşraf ve ayanla ne yapacaksınız?”
Paşanın karşılığı kesin oldu:
“- Hiç! Sizin o ağa dediğiniz mütegallibe eşraf ve ayan komisyoncudurlar. Basbayağı, Devletle Halk arasında komisyoncu… Bütün güçlerini Devletten alırlar. Halka giderler: ‘Hükümette görülecek bir işiniz olunca bize gelin, aracılık edelim’ derler. Devlet, ağaların aracılığına yer vermezse, eşraf ve ayan mütegallibeliği sıfıra iner.”
Bu kanı bizde “Devletçilik” geleneğinin Osmanlılıktan Modern Çağ’a aktarılmış açıklamasıdır. Osmanlı Tarihinde Ağalık mı Devletten çıktı, Devlet mi ağalıktan? Cumhuriyet Türkiye’sinde “Komisyoncular” mı Devlete dayandı, Devlet mi Komisyonculara? Bu problem konumuz dışındadır.
Yalnız, Türk-İş 5’inci Kurultay Edebiyatı gözden geçirilir geçirilmez, Rahmetli Paşanın “Komisyoncu” sözü gözönüne dikilivermekten geri kalmıyor. Hele, 27 Mayıs 1960 geçidinde beliren özelliklerden beri, bütün Sendika çalışmaları, Devletle İşçi Sınıfı arasında “Yönetici” adını almış kişilerin bir çeşit “Komisyonculuk”u biçimine girmiştir.
İktisadi Devlet Teşekküllerinin idaresine Sendikaların katılması mı şart? 27 Mayıs kurbanı işçilerin eski yerlerine alınmaları mı? Devlet İşletmelerindeki işçilerin “Yeknesak”laştırılması mı? Devlet kapısındaki “muvakkat” işçiliğin kaldırılması mı? Hatta Hükümete kafa tutan Siyasi Partilere (Evet Siyaset’e!) gözdağı verilmesi mi?
İş alabildiğine kolay. Konu çetrefilce ise, “İcra Heyeti” denilen paravana ardında, konu su götürürse paravananın hemen önünde birisi “Demir”[1], ötekisi “Tunç”[2] soyadlı iki yiğit kişi “Ciddi bir mesai” yapıveriyor; Taslağı önlerine konmuş “Bildiri”yi imzalayıveriyorlar. “Sayın Başkan”a, yahut o “İcra Heyeti” ile karma toplantı yapmış “Bakanlar Kurulu”na sundular mıydı akan sular duruyor. Teklif “Makul ve makbul” sayılıveriyor. O kadar ki, Yönetici-İcra Heyeti 3 kişi (Aslında 2 kişi), artık bütün içişlerimize yetip arttıkları için, Dışişlerine de (Tabiî Devlet kanadıyla) uçmak üzere, Avrupa’daki Türkiye Elçiliklerinde Askeri Ataşelik, Ticaret Ataşeliği gibi, bir de İşçi Ataşeliği istiyorlar. Avrupa’ya 40 bin işçi gitmiş; bu yıl sayıları 100 bin olacak. Türk-İş’in bunca Türk işçisi içinde bir tek adamı yok. Etkisi hiç. İcra Heyeti orada da, Türk işçisinin başına Devlet kuşu olarak konmak için tüneyecek elçilik arıyor!
Sendikacılık bu mudur?
Öyle olsaydı, ne mutlu idi sendikacıyım, diyene. Al karşına bin yıllık Anadolu ağalarımızı. Onlar nasıl yapıyorlarsa, öyle, gir Devletin koltuğuna. “Hem ye, hem yedir.” Hem “Yönetici” (Âyân) ol hem en şerefli (Eşraf) insan ol.
Türk-İş mütegallibesi, yalnız işçi arasında Eşraf sayıldıklarına güveniyorlar. Türk-İş’in Genel Kurul Toplantısı da kim oluyor? Nasıl olsa bizi seçecekler. Çünkü Devlet katında itibarımız büyük, diyorlar. İşte 21 Haziran 1962 günü Devlet Başkanına şu çektiğimiz “Sert İkaz”: “Sizlere son defa sesleniyoruz: Ulusa (Bu “Ulus” Halk Partisinin gazetesi değil, Türk Milletidir. – H. Kıvılcımlı) zulmetmekten vazgeçiniz! İşbirliği yapınız. Zulmünüz devam ettiği takdirde Ulusun zulme mukavemet [direnme] hakkı olduğunu unutmayınız.”
Nasıl? Böylesine kabadayılık rolüne çıkarılmış komisyoncular, kendi kumandaları altına sokulmuş, ayda 200 liraya fit baldırı çıplak işçi kalabalığından mı ürkecek?
Bir yanda “Sendikaların Siyasetle Uğraşma Yasağı”nın başı üstüne yemin ediyorlar; ötede; “Siyasi hayatımızı verimsiz, zararlı ve hatta tehlikeli çekişmelerden kurtarmak”, toplantısına “Müşahit” olup; “Batı Almanya’daki Metal İşçileri Sendikasının aylık dergisinden tercüme”, ettiklerini de gizlemedikleri “Fikir”lerle; “Türk işçileri adına Siyasi Partileri ikaz etmenin zamanı”, geldiğini haykırıyor. 5.8.1961 günü Saraçhanebaşı’nda; “Ne olursa olsun Türkiye’de gericiliği ortadan kaldıracak”, hükümet istiyorlar; 22-12-1962 günü dönüp; “Türk işçisi servet ve Sermayenin dostudur!”, çığlığını basıyor.
Doğrusu, bu hiç zahmetsizce itildiği yerde kükreyen aslan, kuyruğundan çekildi mi el pençe divan duran terbiyeli maymun rolleri, Türk-İş eşrafı için biçilmiş kaftandır. Türkiye İşçi Sınıfının böyle ısmarlama ucuz kahramanlıklarından başka hiçbir şeye ihtiyacı kalmamış olsaydı, diyecek kalmazdı. Belki, kara halk yığınları içindeki “komisyoncu” ağalara alışık olan devlete de, yeni yeni kaynaşan İşçi Sınıfı içinde böyle bir sendikacı “Eşraf” lazımlıktır. Hatta belki, köyde ağa “Eğitim”inden yeni çıkmış birçok işçiler için Devlet Komisyoncusu sendika Ayanı ilk ağızda aykırı gelmez. Ama bu Devlet komisyonculuğuna ne dünyanın başka yerlerinde, ne bizde Sendikacılık adı verilemez gibimize geliyor. Verilemeyeceği, Yöneticilerimizin İşçi ataşeliği peşinde koşmalarından daha açık itiraf edilemez. Sen sendikacı isen, Türk işçilerine bir inanç verebildiysen, gitsene, kendini göstersene bakalım o Avrupa’daki 40 bin Türk işçisi arasında! O Avrupa’da ki, hiç değilse sendika işi kimsece engellenemez. Yok… Yönetici komisyoncularımız, o işi de Devletten bekliyor. Avrupa’da ise başka türlü Devletler bulunduğu için, 100 binleri bulacak (Bütün Türk-İş üyelerinin yarısını tutacak) Türkiye işçilerini korumak üzere, elçilik, ataşelik istiyor!
Devlet Komisyonculuğu Sendikacılık değildir. Çünkü Devlet, artırma eksiltmeme Kanununun buyurduğu gibi, İhaleyi yapıp yapmamakta ve dilediğine yapmakta hürdür. Karma ekonomi, ancak Özel Sermaye açısından planlanmıştır. Özel Sermaye ise önce işvereni düşünür. İşçi Sendikası da önce işvereni düşünebilir mi? O zaman ona işveren sendikası denir. İşte Türk-İş Raporunda yazılanlar:
İş Kanunu: “İşçi niteliğine haiz olan bir grubu ikiye ayırma gibi sakat ve yanlış bir tatbikat”tır, diyor Rapor.
Doğru. Çünkü İş Kanunu, adı üstünde: “İşçi Kanunu” değil, “İş Kanunu”dur. O yüzden kanun dışı bırakılan işçiler, İş Kanunundan faydalanan işçilerin üç beş mislidir. Türk-İş Batı’daki anlamda bir İşçi Sendikası olsa, bütün o kanun dışı işçileri kendi çatısı altında birleştirmenin yolunu bulur ve o sayede, milyonlarca çalışan Türk’ü kanun dışı şartlardan kurtarır.
Türk-iş ne yapıyor?
Kendi sözü şu: “(Mesele) Bakanlar Kurulu Toplantısına getirilmiş… Çabalarımıza rağmen, bu güne kadar bu yolda müspet bir ilerleme kaydedilmemiştir.”
Yani, Devlet Komisyonculuğu sökmemiştir. İşveren Komisyoncular daha baskın çıkmışlardır. Teşkilatta gördük: Türk-İş’in bütün “Sendikacı” kabadayılığı, Devlet işletmelerinde işçi ücretlerinden önce kendi aidatlarını devlete kestirtmektir.
Çocuk Yuvaları: Rapor diyor ki: “Özel sektörde bu mecburiyete uyan işyeri yok denecek kadar azdır.”
Cümleden de anlaşılıyor ki, burada işçiler; kanun içi bir hak edinmişler; yukarıdaki gibi “İş Kanunu Dışı” bir durum yok. Ama İşveren kanuna kulağasmıyor. Türk-İş, Batıdaki anlamda bir sendika olsa, bütün o kanun dışı davranan işyerlerine karşı harekete geçecek, kanunun emri yerine gelinceye dek silahını elden bırakmayacak.
Bizimki ne yapıyor?
Tam Devletten yüz bulmamış, kapı dışarı edilmiş bir züğürt komisyonculuk. Önce mızıklanıyor: Çalışma Bakanlığı Çocuk Yuvaları meselesine “Eğilmemiş”! Birader, sen eğildin de ne oldu? Kreşleri “Mevzuatımız mecburi kıldığı halde…” Evet: “Hükümetlerin âlâkasızlığı” varmış. Ha şunu bileydin. Ya sen ne yapıyorsun Türk-İş?
İşçiler adına Tüzel kişiliğin var. Gördüğün kanunsuzluk üzerine dava olsun açabiliyor musun? İşçileri bu haklarını almak üzere kanun yolunda harekete geçirebiliyor musun?
Ne gezer. Komisyoncu çelebi, Hükümet koridorlarında “Daha sıkı kontrol” için iltimas arıyor. Ve hiç sıkılmadan itiraf ediyor: “Bütün gayretimiz Çalıştırma Bakanlığının bu konuda daha hassas davranması”!
Canım bunu işçiler de dilekçe vererek daha iyi yapabilirlerdi. Sen Sendika mısın, yoksa Yeni Cami Dilekçecisinden “Dilekçeli” iş takipçisi mi?
İş Mahkemeleri: Rapora göre; “İş davaları 2-3 senede dahi neticeye bağlanamıyor… İşçilerimizin yüzde yüz haklı olduğu durumda bile işverenler mahkeme yolunu göstermekte…”
İyi ama seni ne diye Sendika yapmışlar? Hükümet işçinin her dediğini yapacak, mahkemelerde başka türlü davranacak olduktan sonra Sendikaya ne lüzum vardır? Grev diye nutuklar çekmenize ne hacet kalırdı?
Türk-İş keşlerinin [Uyuşturucu düşkünlerinin] bu şikâyetini de Bakanlar “Haklı ve yerinde” bulmuş. Tabiî bulacaklar. Senden ne haber? Sen ne yapacaksın?
Karşılık: “Bunun üzerinde Konfederasyonumuz ciddiyetle durmuş ve bundan böyle de duracaktır.” (Rapor, s. 51)
Duracak!
Kıyamete dek “dura”bilirsin. İyi öğrenmişsin, şirin papağanım sahibinden. Raporunu da boydan boya o öğrendiklerinle sıvamışsın. İşçilerimiz insan gibi konuşmayı bilirler, konuştukları gibi yazı isterler. Bunlar nasıl da o Osmanlı kalem efendisinin en uydurma uyuz kâtipliğine özenmişler yârabbim! Şu ağızlara bakın:
– “Düşülmesi gerektiğine işaret isteriz.”
– “(…) bir kenar köşede kaldığı hakkında bir kanaatimizi ifade etmeden geçemeyeceğiz.” “Yurtdışına gönderilecek sendikacı seçimi, bu safiya [saf] hareketin fayda ve zaruretine bir defa daha işareti bir vazife telakki ederiz.”
– “(…) cereyanlara karşı gereken tedbirin alınması lüzumu zaruret [gerekli zorunluluk] haline gelmiştir.”
– “(…) için yeterli bulunmadığı bir vakıadır… Artmış olduğu bir vakıadır.”
Türk işçisinin ve Türkiye halkının anlamadığı için kusma derecesinde iğrendiği bu resmi kitabet cevherleri, üzerine tükürülmek için yumurtlanmıyor. İşçinin karşısında, illâki efendilerine benzeyecekler ve gevelemeler altında kendini beğenmiş fikir yoksulluklarını yaldızlayacaklar.
Tıpkı vicdanları ve kafalarının içi gibi bir “Beşinci Genel Kurula sunulan İdari ve Mali Rapor”: gümüş yaldızlı, nonfigüratif biçimi özentili kapak; içini açıyorsunuz, avukatça şişirilmiş kaba kağıt yüzüne sucuk istifi yığılmış, harfleri silik, okunmaz, bezdirici bahr-ı tavil, bahr-ı recez[3] sayfaları, 9 bin lira satış yapmadıkları 37.608,80 liralık dergi çıkartmışlar. Şu üç yılda bir gelen Raporu bastıracak para bulamamışlar, 1.653.421 lira 49 kuruş Masraf etmişler, 630.407 lira 55 kuruş Yolluk dağıtmışlar, 1.751.694 lira 17 kuruş Ücret vermişler (bütün faaliyetlerinin topu bu); yaptıklarını işçice anlaşılır biçimde açık anlatacak, hatta o boşa 184 daktilo sayfası yazıyı temcit pilavı[4] gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze sürülen tekrarlamalardan kurtarıp yarıya indirebilecek insaflı bir adam bulamamışlar.
Dedik ya; tıpkı, yaşı benzemesin, Kırtasiyeci Devletin manyak mümeyyizlerince[5] doldurulmuş evrak mahzenine çevirmişler, 300 bin aslanın yuvası Türk-İş’in Kongre Raporu’nu. Adım başında aynı yuvarlak laf ebeliği…
34’üncü sayfanın son satırları: “Zaman zaman alâkalıların işsizlik sigortasının ihdas edileceği [kurulacağı] yolunda beyanlarda bulunmalarına rağmen, tatbikatta [uygulamada] bir ilerleme görülememiştir.”
35’inci sayfanın ilk satırları: “Sendikalarımız bir taraftan ekonomik gelişmeyi hızlandırmak için harekete geçerken (Bakın siz, ne işler yapmışlar meğer. – H. Kıvılcımlı), diğer taraftan yukarıda bahsettiğimiz gibi, asgari işsizlik sigortasının ihdası için mücadelelerine devam etmelidir.”
Osmanlılar: “Et-tekrârü ahsen velev kâne yüz seksen!”[6] derlerdi. Raporun 184 sayfası tekrar ve bocalamalarla yüklü. Ve asıl işçinin ücret meselesi, kanunda 8 saatken, 12-16 saate çıkan süre meselesi, batakhane işyerleri, işçinin ırzına kadar varan aykırı tasarruflar vb. vb. işçinin yakıcı konuları arada kaynayıp gitmiştir.
İri iri sözler: “Ekonomik gelişmeyi hızlandırmak için hareket”… Bırak şakayı Efendi: O “Hızlı kalkınma” edebiyatını bu millet kırk yıldır dinler. Ekonomi kaptanı sen değilsin, işverendir. Sen yapacağın “Hareket”i söyle. “Alâkalılar” diyorsun. İşsizlik sigortasıyla işçiden başka kim “alâkalı”? Belki biraz da işveren… Sence ikisi de değil. Komisyoncu sendikaların başvuracakları “Komisyon”lardaki memurlar alâkalı ha? Yahu: “Memur” (emir kulu: işi yerine getiren kişi)dir. Onlar “Âmir” olsalar değil, Bakan, Başbakan, Başkan da olsalar, Devlet statüsünce gene memurdurlar.
Kimin memuru?
Herhalde işçi Sendikasının değil. Öyleyse: “Yolunda beyanlarda bulunmalarına rağmen…” diye ne kınayıp duruyorsun adamcağızları? Memur bir yerden “Emir” almadıkça “alâkalı” olamaz. Niye şaşakalıyor da, bir türlü anlayamıyorsun?
Devlet Baba ve Özel Sermaye
Diyeceksin ki:
“- İşveren de bir, Komisyoncu Devlet yanında, biz işçi Sendikası da… İşverenin Komisyonculuğu Devlet Babanın ince iliğine işliyor da, bizim işçi komisyonculuğumuz neden sökmesin?”
Öyleyse sen, Devlet Babayı tanımıyorsun oğlum, onun bir kabahati yok. Gidip Aysefetu (ICFTU)’lara danışacağına, Osmanlı Tarihçilerinden iki yaprak “Fezleke” okusana. Dünyada Devlet Babayı onlardan güzel ve doğru tanımlayan olmamıştır. Babacan Tarihçilerimiz Devleti bir canlı vücuda, bas bayağı insan vücuduna benzetirler. Devlet Baba adlı İnsanın, bütün öteki insanlar gibi bir içi, bir de dışı vardır. Bir maddesi, bir de ruhu demek istemedim, sakın ha. Bildiğimiz insan vücut yapısının dış görünüşü, bir de iç yapılışı olur. En toy Avukata sor, Devletin üç şeyini bülbül gibi sayacaktır sana:
1) İcra [Yürütme] Kuvveti, 2) Teşri [Yasama] Kuvveti, 3) Kaza [Yargı] Kuvveti…
Sen gene Osmanlı tarihçilerinden şaşma.
I- Dış Görüntü: İnsana şöyle bak, deri ile kaplı bir kalıp kıyafet: Kaşı gözüyle yüz, baş; eli ayağı ile gövde. Tüm vücut budur, dersin. Devlet Baba denilen kişinin görünen vücuduna Hükûmet denir. Hükûmetin saçı, sakalı, burnu, kulağı, hatta o heybetli kavuğu ile görünen yüzü: Bakanlar Kuruludur. Baş gibi duran Bakanlar Kurulu, kendi kendine hiçbir iş göremez. Vücudun başlıca işleri gibi, Hükûmetin hemen bütün işlerini gören de, Devlet Babanın eli, kolu, bacağı ayağıdır ki, ona İdare avadanlığı, kadrosu, binbir devair [hükümet daireleri] adı verilir. Devlet Babaya dışarıdan bakınca görülen, bu Devlet Baba, en toy avukatın bölümleyişindeki “İcra Kuvveti: Yapar-Güç’tür. Vücudun baş görüntüsü Bakanlık, Sinir Kabloları ile kırmızı Etler idaredir.
II- İç Görüntü: Devlet Babanın dış kalıbı ardında yatan koskoca bir iç dünyası vardır ki kolay anlaşılmak üzere biz onu ikiye bölebiliriz:
- A) Sinir sistemi,
- B) İç organlar.
- A) Sinir Sistemi: Beyin, Murdarilik [Omurilik] ve iplik iplik uzanan kablolu sinir, dizi dizi tesbih taneli gangliyonlar[7], Devlet Baba vücudunun en saklı yerlerinde iki bölüktürler.
- a) Dış işlerine bakan Beyin ve Omurilik, her kumandanın çıktığı yerdir. Devlet Babanın Milletvekili, Senatörler bölümlü Büyük Millet Meclisi, toy Avukatın Teşri [Yasama] Kuvveti (Buyrultu Gücü) budur.
- b) İçişlerine bakan, hiç farkına varılmaksızın kendi kendine işleyen “Muhtar: Otonom” ve bütün iç organları güden veya kontrol eden tespih tanesi ise toy Avukatın “Kaza Kuvveti: Yargı Gücü” dediği Mahkemelerdir.
Bu muhtar gangliyonlar ne kadar “aleni”, açıkta iseler, Beyin ve Omurilik o kadar gözden ırak, kafatası, belkemiği gibi çelikten kasalar içinde gibi korunurlar. O kadar ki, ilâçlar bile dışarıdan beyin zarını aşıp içeriye kolay kolay işleyemez; illâ içinde olacaksın etkileyebilmek için.
Gene bilinir ki, gerek iç gerek dış işlerine bakan sinir (Teşri [Yasama] ve Kaza [Yargı] kuvvetleri) kendi başlarına hiçbir işe yaramazlar; ancak yönetilecek vücut organları varsa onları işletirler. İşletimi Sinir kablolarıyla güderler.
III- Organlar: Gayda[8] mide, inceli kalınlı barsak boruları, aklı karalı ciğerler, uzun uzun damarlarıyla kalp, böbrek, erkekli dişili tenasül [üreme] aygıtları vb. vb. vücudun Ekonomi yapısıdır. Ağız, burun, kulak, göz dahi içeride organdırlar. İcra [Yürütme] Kuvveti ancak ve yalnız bu organların dış görünüşü ile sinir merkezlerine gidip gelen kablolu kablosuz sinir telleridir.
Tarihçilerimizin çizdikleri Devlet portresi budur. Frenk [Avrupalı] ne derse desin.
Devlet Babayla komisyonculuk mu yapacaksın? Onun Dışarıdan Baş görüntüsü ile değil; bütün iç dünyası, arapsaçı sinir telleri ve kasları ile deri altında işleyen İdare cihazları, karında göğüste görevli Ekonomi yapısı, kemik muhafazaları içinde saklı veya organlar ardına dizili gangliyonları ile komisyonculuk yapacaksın. İşveren öyle yapıyor.
Türk-İş’in Devlet Baba önündeki komisyonculuğunu izleyelim. O, Bakanlar Kurulu ile yuvarlak masada diz dize oturup nutuk attı mı, Devlet Babayı fethettim sanıyor. Bakanlar Kurulu bütün Hükûmet bile değildir; Hükûmetin dışardan baş görünüşüdür. Türk-İş onun kaşına, gözüne, saçına, sakalına, hele pek heybetli kavuğuna değindi mi, çocuklar gibi el çırpıyor keyfinden: Devlet Baba bizden, diye. Oysa Bakanlar Kurulu, Devlet Babanın bir yüzüdür. Önüne çıkarsın, şahane gözleriyle seni süzer; söylersin, kulağıyla güzel güzel dinler; burnuna yaklaşabilirsen, mis gibi koklar; diline değersen, senin tadına da bakar. Hele dert yanar ve akıl sorarsan; ses verir, en parlak söylevler çakar. Ama bilmeyen yok; gören göz, işiten kulak, tadan dil gibi görünse de, bütün o duygular Beyin adlı yerde olur biter. Bakanlık başının emrinde sayılan devair [hükümet daireleri] sinir ve kasları, beyinden çıkan buyrultular, kanunlarla harekete geçer. Bakan emrine uyduğu için Yassıada’da az mı memur sigaya çekildi [sorguya çekildi, hesap soruldu]?
Demek, Türk-İş’in yanıldığı yer, Devlet Baba diye, onun dış görünüşü olan Hükûmetin bile en dar ve doğrudan doğruya hiçbir iş görmeyen yanıyla, Bakanlar Kurulu ile her işin yoluna konulabileceğine inanmasından başlar. Bakanlar Kurulu neylesin? Görüyor, dinliyor, kokluyor, konuşuyor: bütün duyduklarını doğru beyine iletiyor. Memurlara Genelge yaysa bile, idare aygıtları o genelgeden çok, Omurilikle bağlı bulunduğu beyinden gelmiş buyrultu olmadıkça kıpırdayamıyor. Bakanlar bakakalıyorlar bize öylece. Biz onu anlamadıktan kelli, Devlet Baba netsin? Her söylediğimizi söz olarak: “Makul ve Makbul” sayıyor. İşe çevirmeye gelince, kaşla gözle iş yapılmaz ki, yapsınlar. Meclisten buyrultu gerek. Yoksa adamın gözünü oyarlar. Meclisi afyonlayıp yola getirse bile, Yassıada var. Devlet Babanın ya tümü birden yürür, ya kılı kıpırdayamaz.
Rapor havanımızda şu keskin suları dövüştürüyoruz: “Hükümet adamlarımızın gerekiyorsa ikbal [makam] ve mevkilerini kaybetme tehlikesini seve seve karşılayabilme cesaretini göstermelerini bekliyoruz,” diyoruz… İnönü’nün dediği gibi: “Hadi canım sen de!” a Türk-İşçi, sen kendin mevkiini değil, yanlış düşüncelerini olsun seve seve bırakabiliyor musun? Âleme verip talkını, kendin yutacaksın salkımı. Yağma yok. Bakanlar da senden farksız insan.
Bak işveren öyle mi? Onunki de komisyonculuk. Lâkin komisyonculuğunda olsun dürüst ve ayık, Devlet Babanın her yerinde komisyonculuğunu yürütmesini biliyor, seninle ihaleye girdiği zaman… Devlet Babanın Beyni: Büyük Millet Meclisi. Oraya etki yapmanın tek yolu var: Siyaset. İşveren siyasette tutmuş yükünü. Seni bile avlamış. Sen ateş püskürüyorsun Kongre Raporu’nda:
“İşçi adı altında bazı siyasi oyunlar oynanmıştır. Devlet radyolarında 1848 nutuklarını tekrarlayanlara kulak tıkanmıştır!”, diyorsun düpedüz.
Kulağını tıka, gözünü kapa, ağzını aç; bekle Aysefetu [ICFTU]’nun tükürüğünü, ecnebi devlet balgamını ki, karnın doysun: “Aman, Cısss! Sakın değme, elini yakar: Siyaset ateştir!” diyorsun işçi çocuğa ve çocuk kandırdığına inanıyorsun.
Kaç tane işçi Milletvekilin, işçi senatörün var ilaçlık olsun diye?
Hiç.
400 kişi içinden 2 insan, ülke gerçeği bakımından işçi yanlısı çıkıyor. Sen ona “Siyasi Oyun” diye çirkef atmaya kalkıyorsun. Asıl “Siyasi Oyun”u ise, ecnebi parayla sen oynuyorsun. Hem de İşçi Sınıfı içine girmiş, çiftetelli göbek havası oynuyorsun, parsayı işveren toplasın diye. Kim üflemiş kulağına o 1848 piresini? Senin gibiler bu ülkede Lasalizmin bile namuslu yönlerini yontarak 1848’leri hortlatıyor.
Millet Meclisine giden siyaset yolunu kulakların gibi tıka. O Meclisten çıkarılmış ve Meclise karşı sorumlu Kabinenin karşısına geç, âşık[9] oyna.
Bakanlar Kurulu denilen kaştan, gözden, kulaktan, burundan, heybetli baştan ne istiyorsun? İçerideki beyin olmazsa, baştan medet umulur mu? Devlet Babayı sen kendin gibi beyinsiz mi sandın? Beyinle komisyonculuk yapmaksızın, surata çeki düzen verilebilir mi?
Beyinde iğne ucu kadar yer bozulsa, suratın ağzı burnu karışır, vücudun iler tutar yeri kalmaz, ne eli işler, ne ayağı, her yanı inmeli olur. Siyaset böyle bir şeydir. Onun için seni, her boyacı küpüne sokarlar.
Mahkemelere (Kaza [Yargı] kuvvetine) çatışına gelince: Mahkeme bağımsızdır, tıpkı tespih tanesi sinir gangliyonları gibi. Otonom: Muhtardır, elbet. Ancak, Devlet Babanın vücudundan ayrı değildir. Millet Meclisi: Beyin, bütün kabloları ile o “Muhtar” Kaza-Yargı gangliyonlarına etki: Kanun ve Buyrultularını iletir. Mahkeme, siyasetin buyrultusu olan kanunların kıl kadar dışına çıkamaz. Öte yandan, değindiği bütün vücut organları ile sıkı sıkıya etki-tepki içinde, toplumun ekonomi bağıntılarına göre yukarıdan aldığı buyrultuları uygular. Mahkemelerin “Ortam”ı budur. Sen “Ortam yaratmak”la böbürleniyorsun. Bütün kanunların ekonomi yönünden uygulanmasını sağlayacak bu ortamı, yargı gücünün gerçek ortamını yaratabiliyor musun? Sağdan, soldan para dilenmek “Ortam yaratmak” adını alamaz. Yargı gücünün ortamı, yukarıda Siyaset, denilen “Yasama Gücü” etkileriyle, aşağıda Ekonomi denilen Sosyal Gücün tepkileriyle doğar. Mahkeme öyle otonom bir makinedir ki, içine hangi çark takılmış ise, onunla döner, hangi nesne konulmuşsa onu öğütür. Kendi başına bir şey yapamaz. Yargı Gücü makinesinin ise, çarklarını Siyaset kurar, ham maddesini Ekonomi sunar.
Sen siyasette İşçi Sınıfının kulaklarını tıkamakla görevlisin, belli. Beyinsizlik, siyasetsizlik birinci kaygın.
Ekonomik olmakla övünüyorsun.
Ekonomi nedir?
Devlet Babanın ve toplumun asıl hayat organları, Can Evidir. Daha doğrusu, Devlet Babanın bütün dış görünüşü, kalıp kıyafeti, heybeti; bağımlı bağımsız sinir sistemleri (Yasama ve Yargılama Güçleri: vücudun Beyini ve Gangliyonları) hep ve sırf İç Organların: Ekonominin gidişi içindir. Midesi, barsağı, kalbi, böbreği, ciğerleri, erkeklik ve dişiliği bulunmayan bir vücut, dünyanın bütün beyinleri, gangliyonları, sinirleri, kasları ile doldurulsa ve en gösterişli baş, gövde, el ayak takılsa da hiçbir şeye yaramaz, ölüdür. Bizim bütün komisyoncularımız, toy Avukatın öğrettiği (Yasama-Yürütme-Yargı]) güçlerinde eksiksiz işlese bile, organlarda komisyonculuğumuz yoksa, gene Devlet Baba ile alış verişimiz aksar. İşverenin bütün üstünlüğü, asıl Devlet Babanın Canevi olan iç organlarında, ekonomi alanında komisyonculuğu kimseciklere bırakmamak pusulasını hiç şaşırmamasındandır.
İmdi, en domuzuna İşveren Siyaseti yapıp da, keskin siyaset düşmanı geçinenlerin, faaliyetlerini sırf İktisadi sayışları, sadece Ekonomik etkiye inanışları olsun samimi ve ciddi midir?
Her yerde olduğu gibi Devlet Babanın Canevi: Ekonomi üzerindeki komisyonculukları da sözle devletçiliktir. Bakanlar Kurulu ile Devletçi olarak konuşurlar. Gerçekte, hiçbir lâfı kimseye bırakmamış olmak yoluyla hiçbir iş görmemek ve gördürmemek isteyen Efendi politikası gütmektedirler. Edindikleri akıl hocaları, altlarına otomobil, ceplerine “Avrupa’da inceleme gezisi” bileti sunan ecnebi patentleridir. Onlardan öğrendiklerini saklayamadıkları Sendikacılığı: 1- Tekâmülcü [Evrimci], 2- İhtilâlci [Devrimci] diye ikiye parçalarlar. Yönetim Kurulu “Birleşmeliyiz… Toplanmalıyız.” diye bağırırken, ikiye böldüğü sendikacılığın bir parçasını, öteki parçasıyla zıtlığa sokup dağıtıcılık kışkırtır. Çünkü bu memlekette herkes gibi kendisi de “Atatürkçü” geçinir. Atatürkçülüğün alfabesi, eski Anayasada “İnkılâpçılık”, Yeni Anayasada “Devrimcilik” sözcükleriyle özetlenmiştir. Arapça “İhtilâlci” sözcüğünün öztürkçe karşılığı “Devrimcilik”tir. Türk-İş Raporcuları “Tekamülcülük [Evrimcilik]” yolumuz, diyorlar.
Nedir o? denince:
“Düşüncelerimizi şöylece belirtmenin faydalı olduğu kanısındayız” diyorlar. “Evvel emirde Sermayenin Devlet elinde toplanması manasına gelen kolektivizmin karşısında olduğumuzu unutmamalıdır.”
Ya kimin elinde toplansın Sermaye?
Devletin olmayınca: Özel kişilerin elinde…
Öyleyse sen kimin ajanısın Efendi?
Özel Sermayeci işverenlerin.
Ne arıyorsun işçi sendikasının başında?
İşçileri kandırıp, işverenin hesabına bağırtmak.
Demek, bu efendiler, İşçi Sınıfı içinde ve Devlet Babanın koltuğuna sokulmuş işçi maskeli ispiyonlardır. Şimdi anlıyoruz, Özel Sermayeci büyük ecnebi devletlerin bu bayları neden Özel Davetli olarak Amerika, Avrupa gezilerine çağırıp otomobillediklerini ve emirlerine milyonlar verdiklerini. Fakat babadan olsun biraz utanmak lâzım değil mi?
“Özel sektörde kreş yok”, diyor. “İşverenler işçinin yüzde yüz haklı olduğu konularda dahi mahkeme çıkmazını gösteriyor”, diye yazıyor.
Kendisinin işçiyi kandırmak için “başarı” diye şişirdiği bütün kazançları, hep Devlet sermayesi sektöründe kazanılmıştır. Türk-İş çerçevesinde muntazam sendikaların hemen hepsi Devlet sektöründe kurulmuştur. Daha tuhafı, bu efendiler aldıkları yağlı maaşların, yollukların parasını çıkardıkları aidatı da bugüne dek hep Devlet eliyle işçi ücretlerinden peşin peşin kestirmektedirler. Bu şartlar altında namuslu bir sendikacının Devlet sermayesini özel sermayeci işverene aktarmayı istemesi delilik olur; mevcut kreşleri kaldırtmak, bütün işçi haklarını yıllarca mahkemelerde süründürmek, hatta bindiği dalı kesip aidatları toplayamamak demektir bu. Şu anda, Devlet Sermayesinin Özel kişiler eline geçmesi, şu efendilerin kendi pis çıkarları için bile tehlike. Çünkü “Sermayenin Devlet elinde toplanması” düşmanlığı; Sermayenin Özel İşverenler eline geçmesini ve raporda Özel sektöre atfedilen rezaletlerin bütün işçilere yayılmasını getirir.
Devlet Sermayesi düşmanlığı, Sendikacılar (ama işveren sendikacıları için değil, işçi sendikacıları için) yalnız zekice ve namusluca bir iş olmamakla kalmaz, Türkiye gerçeklerine de uymaz.
Bugün Devlet sermayesi ne?
Devlet Baba vücudunun yalnız mide ve barsakları ile kimi damarları sayılabilecek ekonomi işyerleridir. Çok defa, silah yönü dışındaki bütün Devlet işletmeleri, oralarda öğütülen değerlerin, hazırca ve kolayca Özel Sermaye işletmelerine aktarılması ve yaraması amacını güder. Bu işveren kayırma ve işverence israf, lüks yüzünden Devlet işletmelerinin büyük çoğunluğu zararına işler. Yani, gene vergi verenler, bizde gene halk ve işçiler, çalışanlar aleyhine işler. Sindirim ve kan boruları Devlet Baba sermayesi biçiminde, ama ciğerler, böbrekler, kalp, üreme organları vb. şartsız kayıtsız özel sermayenin komisyonculuğu altında. Özel sermaye, bugün istese, hakkından gelebileceğine inansa, Devlet Babanın elinde avucundaki bütün sermayeyi mızıka çala çala Özel Sektöre aktarmakta saniye kaçırtmaz. İşçi Sendikası “yöneticileri”nin yardakçılığına pek ihtiyaç duymaz. Daha dün DP, Devlet Sermayesini Özel Sektöre aktarmaktan başka fark göstermeyen programıyla bayrak kaldırdı. Davul zurnayla iktidara geçiverdi. Devlet Sermayesini özel kişilere satabildi mi? Özel sektör görünüşte Devlet işletmelerini “Rantabl” (irat getirici) bulmadığı için, gerçekte bugünkü tartışmasız imtiyazlarını yitireceği için, bir hayli hazır yiyiciyi sokağa döküp başına iş açacağı için Devlet işletmelerini, bedavadan ucuza verildiği halde satın almadı. Ve almıyor.
Öyleyse, Devlet sayesinde adam sayılan Türk-İşçi keşçiler nasıl özel sermaye tellallığı yapıyor?
Kendisi de Sermayenin Devletleşmeşini yerer yermez şu mızıklanmayı yapıyor:
“Sermaye (Türkiye’deki Özel Sermaye) hareketinin de, işçi hayatının gelişmesi için yeterli bulunmadığı bir vakıadır. Bu sebeple Statik ve Dinamik servet olaylarıyla, az parayla kısa zamanda çok kazanç sağlamayı gerektiren ekonomik kısır yapıya da son vermek lüzumuna da inanmaktayız.”
Artık burada geveleme develeri güldürüyor. 2 tane Frenkçe (Statik-Dinamik) laf, 1 tane Arapça (Servet), 1 tane öztürkçe (Olay) ile ucuca getirildi mi, bizim allâme taslakları çatır çutur işçi kandıracaklar: “Statik ve Dinamik servet olaylarıyla!..”
Anladık ama ne yumurtlamak istiyorlar?
Bir yanda “Devletçiyiz” yaygara paravanası ardında Özel Sermayeci herifçioğulları; ötede Özel Sermaye de işlerine gelmez. Besbelli, bunlar hiçbir şey değiller. Bugün bu, yarın şu… Arttıranın üstünde kalacaklar. Vah sevgili işçi kardeşler, kimlerin ellerine düşmüşüz? Acep maksatları ne?
“Az parayla kısa zamanda çok kazanç” istemez görünüyorlar. Yalan. Nice benzerleri “Sendika Yöneticisi”, işçi liderliğinden vurgun yaptığı üç beş sermayecikle, daha çok kazançlı işverenliğe döktü çabasını. Sermayenin Devlet elinde derlenmesine için için düşmanlıkları bundan çapkınların.
Gel, İşçilerin başına tebelleş kaldıkça başka şey döktürüyorlar; “Bu kısır yapıya da son vermek!”. Hele, hele: Türkiye de ekonomik “Yapıya Son Vermek” bir “İhtilâlci” “Devrimci” yol değil mi? Hani tekamülcü [evrimci] idiler?
Demek, ne dediklerini bilmiyorlar. Besbelli, asıl efendilerinden ezberlediklerini ötüyorlar.
Efendilerinin amaçlarını araştıralım. “Az sermaye ile çok kazanç”, Türkiye’deki, Devlet düşmanı geçinen Özel sermaye işverenliğidir. Kediye göre budu. Mademki Devlet Sermayesine (sayesinde yaşadığımız halde) karşıyız; Özel Sermayemiz ise kıt, az çok kazanacak ki biriksin. Şu boylarından büyük atmasyonlarına bakın: Devletimizi beğenmezler, Özel Sermayemizi beğenmezler… Ne isterler? Onu diyemiyorlar.
Biz söyleyelim: “Çok sermaye ile az (orantıda) kazanç” Amerika’da olur. Demek, sendika eşrafımızın Amerika’ya gide gele, ciyak ciyak özledikleri şey, Türkiye’yi, kendi milli özel sermayesine dahi değil, yabancı sermayeye peşkeş çektiler!
Niçin?
Çünkü: ICFTU’dan, AID’den, EPA’dan birkaç milyon daha kursaklarına girecektir… E, 30 milyonluk Türk Milleti de bu kadar ucuza satılır mı dostlar?
Demek Sendika ağalarımız onun için “Padişah ekmeği (Devletçilik) yiyip Krala (Özel Sermayeye) dua ediyorlar! Devletçi değiller, bizdeki Özel Sermayeci de değiller, başka bir dördüncü yol kalmıyor; gelsin başımıza Büyük Ecnebi Sermaye… Hem de Bunu Türkiye’nin en milliyetçi işçileri adına diyorlar. Ellerimizi Derd-mend[10] Mehmet Âkif’le birlikte gökyüzüne nasıl kaldırmayalım:
Göster Allah’ım, bu millet kurtulur, tek mucize:
Bir “utanmak hissi” ver gâib hazinenden bize!
[1] Demir: Türk-İş Başkanı Seyfi Demirsoy. (K.Y)
[2] Tunç: Türk-İş Genel Sekreteri Halil Tunç. (K.Y.)
[3] Bahr-ı Tavil, Bahr-ı Recez: Vezinli, kafiyeli uzun cümlelerden kurulan Divan Edebiyatı nazım türleri. (K.Y.)
[4] Temcit pilavı: Tekrar tekrar söz konusu edilen, öne sürülen şeyler için kullanılır. (K.Y.)
[5] Mümeyyiz: Bir dairede yazıcıların yazdığı yazıları düzelten, tamamlayan görevli. (K.Y.)
[6] Et-tekrârü ahsen velev kâne yüz seksen: Yüz seksen kere de olsa tekrar etmek en güzelidir. (K.Y.)
[7] Ganglion: Merkezî Sinir Sistemi dışındaki çevre sinirler üzerinde yer alan ve sinir hücrelerinin oluşturduğu düğümler. (K.Y.)
[8] Gayda: Üflenerek çalınan tulumlu çalgı, tulumlu zurna; kamıştan yapılmış çift düdük ve tulumdan oluşan, tiz sesli, nefesli, İskoçların millî çalgısı. (K.Y.)
[9] Aşık: Hayvanların aşık kemikleriyle oynanan oyun. (K.Y.)
[10] Derd-mend: Derdi olan, dertli, üzüntülü. (K.Y.)