Cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk neden önemlidir?
Hüseyin Ali
Durum Değerlendirmesi ve Umutsuzluk
Cumhuriyet’in 100’üncü kuruluş yıldönümünü kutladık. Yetmiş yılı aşkındır süregelen, özellikle de Tayyip Diktatörlüğü döneminde yoğunlaşan karşıdevrime rağmen Cumhuriyet şekil olarak da olsa varlığını sürdürüyor. Bu yazımızda gerek Cumhuriyet, gerekse Gazi Mustafa Kemal Atatürk neden halkımız için önemlidir sorusuna değineceğiz.
Gazi Mustafa Kemal, Nutuk’ta Samsun’a çıktığı günleri şöyle değerlendirir:
“1919 yılı Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş:
“Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu topluluk, Genel Savaşta (Birinci Dünya Savaşı’nda) yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir ateşkes anlaşması (mütarekename) imzalanmış. Büyük Savaşın uzun yılları boyunca, ulus, yorgun ve yoksul bir durumda. Ulusu ve ülkeyi Genel Savaşa sürükleyenler, kendi yaşamlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar. Padişah ve Halife olan (Saltanat ve Halifelik katında oturan) Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet, güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş, onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş.
“Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta.
“İtilâf Devletleri, ateşkes anlaşması hükümlerine uymayı gerekli görmüyorlar. Birer uydurma nedenle, İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep İngilizlerce işgal edilmiş. Antalya ile Konya’da İtalyan birlikleri, Merzifon’la Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her yanda yabancı devletlerin subay ve görevlileri ve özel adamları çalışmakta. Daha sonra, sözümüze başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da İtilâf Devletlerinin uygun bulmasıyla Yunan ordusu İzmir’e çıkarılıyor. Bundan başka, yurdun dört bir bucağında Hıristiyan azınlıklar, gizli, açık, özel istek ve amaçlarının elde edilmesine, devletin bir an önce çökmesine çaba harcıyorlar.”
Durum çok kötüdür. Osmanlı, Birinci Emperyalist Savaş’a girerken 22 milyon nüfusa, 1 milyon 700 bin kilometrekare toprağa sahipken, savaş sonrasında 10 milyon nüfus, yaklaşık 1 milyon kilometrekare toprak yitirmiş. Halk savaştan yılmış, yoksul, eğitimsiz… Emperyalist ülkeler hukuksuz şekilde topraklarımızı işgal etmiş… Yetmedi piyonları Yunanistan’ı kışkırtarak Anadolu’yu işgale sürüklemiş… Anadolu’da dirlik düzen kalmamış, eşkıyalık almış yürümüş… Halk umutsuz…
Mustafa Kemal, ilk Samsun’un ilçesi Havza’da halk ile doğrudan temaslarda bulunur. Bu umutsuzluğu zaten biliyordur ama gözüyle de görür. Şevket Süreyya Aydemir’in “Tek Adam” adlı kitabında şöyle bir anekdot anlatılır:
“Mustafa Kemal’in Samsun-Havza yolunda bindiği hırpani Mercedes-Benz otomobil kim bilir kaçıncı defa bozulunca, yol kenarındaki tarlasında çift süren bir köylüyle konuşması, bu bakımdan ne kadar manalıdır:
“Hemşeri! Düşman Samsun’a asker çıkaracak. Belki buraların hepsini ele geçirecek. Sen ise rahat, toprağını sürüyorsun?
“Paşa Paşa! Sen ne diyorsun? Biz üç kardaştık. İki de oğul vardı. Yemen’de, Kafkas’ta, Çanakkale’de hepsi elden gitti. Bir ben kaldım. Ben de yarım adamım. Evde sekiz öksüz ile yetim, üç dul kalmış kadın var. Hepsi benim sabanımın ucuna bakarlar. Şimdi benim vatanım da, yurdum da aha şu tarlanın ucu. Düşman ora gelinceye dek benden hayır bekleme… ” (Tek Adam, Cilt II.)
Umut
Mustafa Kemal bu umutsuzluk ortamında umut haline gelmiştir. Kararlıdır. Daha Samsun için yola çıkmadan çok önce, 13 Kasım 1918 günü öğle saatlerinde trenle İstanbul’a geldikten sonra, Haydarpaşa Garı’ndan bindiği “Kartal” istimbotuyla Galata’ya doğru giderken, işgal donanmasının arasından geçer. Bu sırada yaveri Cevad Abbas’ın ağladığını görünce, kararlılıkla; “Geldikleri gibi giderler”, der. Bu söz Kurtuluş Savaşı’mızın ilk kıvılcımıdır bir bakıma.
Bu kararlılığı diğer yurtseverlerde de oluşturmak gereklidir. Mustafa Kemal, 9’uncu Ordu Müfettişliği görevindeyken yaptığı yazışmalarda da hep şu ifadeyi kullanır:
“Millet ve memlekete borçlu olduğumuz en son vicdan vazifemizi, yakından, beraber çalışarak en iyi başarmak mümkün olacağı kanaatiyle bu vazifeyi kabul ettim…”
Öte yandan, umutsuzluk vardır, yaygındır ama kaçınılmaz olarak zıttı umut da vardır. Mustafa Kemal Havza’dan Amasya’ya geçer. Oradan da Erzurum Kongresi için yola çıkar. Erzurum yakınlarında şimdiki adı Aziziye olan Ilıca’da dururlar. Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” kitabında yer alan bir anekdotu aktaralım:
“Kâzım Karabekir ve yanındakiler Mustafa Kemal ve arkadaşlarını karşılamak üzere Ilıca’ya kadar gelmişlerdi. Söğüt ağaçları altında konuklara yorgunluk kahvesi ikram edilmişti. Sekiz on kişi kahve içerek konuşuyorlardı. Mustafa Kemal’in gözü Ilıca başındaki sırtlara ilişti. Sıcak yaz güneşi batmak üzere idi. Tam yolun geçtiği yerde, arkasını güneşe aldığı için, kaya renkli ve parıltılı, heykel gibi bir hayal. Gölge ve ışık oyunu. Yanındakilere gösterdi. Ufuk üzerinde yeni insan ve kağnı siluetleri. Aşağı doğru inen kervan yavaş yavaş söğütlüğe kadar geldi. Başlarındaki adam oturanların önemli kimseler olduğunu sezinerek elini göğsüne götürüp selâm verdi. Mustafa Kemal hatırını sordu:
“— Ağa böyle nereden geliyorsun?
“— Rus gelirken muhacir olmuştum. Çukurova’da idim. Şimdi köyüme dönüyorum.
“Zaman kötü. Güvenlik yok. Böyle iken kışa doğru buralara neden geldiğini sorar:
“— Yoksa oralarda geçinemedim mi?
“— Hayır paşa… Çukurova cennet gibi yer… Bize tarla da verdiler. Rahattık. Yalnız son günlerde bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş sözü çıktı. Geldim ki göreyim, kimin malını kime verecekler?
“Mustafa Kemal yanındakilere:
“— Bu milletle neler yapılmaz, dedi.” (Falih Rıfkı Atay, Çankaya.)
İşte bu umuttur. Bu umut cesareti, cesaret ise umudu pekiştirecektir. Kararlı bir önderlik bu umut ve cesareti doğru yönlendirecektir.
İhanet
Bu arada emperyalistler ve işbirlikçisi veya uşağı saray da boş durmaz. Saray Tefeci-Bezirgân Sermayenin siyasi temsilcisidir. Emperyalistler, her daim olduğu gibi gerici sınıflarla işbirliği yapmıştır. Bu yüzden Saray emperyalist uşağıdır. Yunan işgali bile Saray için iyi bir gelişmedir. Örneğin Damat Ferit Hükümetinin Adliye Nazırı (Adalet Bakanı) Bosnalı Ali Rüştü Bey, Yunan taarruzunun başarısı için dua okutmuştur. Aynı kişinin Yunan işgali sonrasında gazetecilerle şu diyaloğu da aktarılır:
“Meselâ Yunan taarruzu olduğu vakit dördüncü Damat Ferit kabinesinin Adliye Nazırı gazetecilere şu demeci verir:
“— Hükûmetimiz Yunan ordusu tarafından yapılan harekâtı protesto etmeyecek midir?
“— Hükûmetimiz Mustafa Kemal’i resmen mahkûm etmiş ve hilâfetle vatana hain olduğunu ilân eylemiştir. Binaenaleyh vazifesi asilere lâyık oldukları cezayı vermekti. O hâlde kendi programımıza dahil bulunan bir hareketi neye protesto etmeli?
“— Bu harekât mühim güçlüklerle karşılanacak mıdır?
“— Hayır, Mustafa Kemal ordusu öteden beriden toplanmış haydutlardan, sabıkalılardan mürekkep, teşkilatsız, inzibatsız bir ordudur.
“— Fikrinizce harekât uzun sürecek mi?
“— Asker değilim. Fakat intibaım şu merkezdedir ki General Paros-Kevupulos’un ordusu şimdi sürat ve şiddetle harekâta devam ederek birkaç hafta içinde Ankara surları önünde bulunacaktır.” (Falih Rıfkı Atay, Çankaya.)
Bu kafa, günümüzde Tayyip ve şürekâsının pek sevdiği “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen “Fesli Kadir”in kafasından farklı değildir. Tefeci-Bezirgân Sermaye temsilcisi emperyalist uşaklarıdır bunlar. Kendi halkına karşı hiç çekinmeden bu derece hainleşebilirler.
Hemen Mustafa Kemal’in yetkilerini alırlar.
Yunan’ın galip gelmesi için Dini de kullanırlar. Şeyhülislam Dürrizade Abdullah, Mustafa Kemal’in çevresindekilerin dinden çıkacağına dair fetva çıkarır. Arkasından da Mustafa Kemal ve Kuvayimilliyeciler hakkında ölüm fermanı çıkarılır. Sonra da İngilizlerin desteği ve Sarayın fişteklemesiyle Balıkesir, Düzce, Adapazarı, Yozgat ve Konya’da Kuvayimilliye karşıtı dinci ayaklanmalar çıkarılır. Amaç “Yunan’ın galip gelmesi”dir.
Emperyalistler ve Saray alelacele 10 Ağustos 2020’de, Türkiye’nin yok olması anlamına gelen Sevr Antlaşması’nı kotarırlar. Bu antlaşmayla Türkiye toprağı Orta Anadolu’da, denize çıkış olarak sadece Karadeniz kıyılarının bırakıldığı bir toprak parçası ile sınırlıdır (Resim 1). Sevr sadece toprak kaybı değildir. Aynı zamanda ülkenin siyasi, askeri, iktisadi, hukuki, adli bağımsızlığının yitmesi anlamına gelmektedir. Sevr Türkiye’nin tasfiye antlaşmasıdır.
Emperyalistler bir yandan da Kuvayimilliye hareketinin başını çeken Mustafa Kemal’i satın almaya, vazgeçirmeye çalışırlar. Örneğin İngiliz Ajanı Rahip Fru, Mustafa Kemal’i daha İstanbul’da satın almaya çalışır. Sonrasında da girişimlerde bulunur. Falih Rıfkı’dan okuyalım:
“Bir gün harpte tanıdığı bir otel müdürü Mustafa Kemal’e geldi. Fethi de (Fethi Okyar – HA) yanında idi:
‘‘Ben yabancılarla temastayım. Size ne kadar önem verdiklerini de biliyorum. İngiliz elçiliğinde bir mösyö sizinle görüşmek istediğini bana birkaç defa tekrar etti. İster misiniz, sizi bizim evde buluşturayım?’’
“Fethi, kabul et, der gibi baktı. ‘‘Konuşalım,” dedi. “Fakat isteyen o ise…’’
“Bir hanımın salonunda Fransızca görüştüler. Papaz Fru Türkiye’nin yaptığı kötülüklerden söz açtı. Eğer hepsi bilinse medeniyet dünyasının bu memleketi belki de büsbütün ortadan kaldıracağını söyledi. Mustafa Kemal: ‘Bu hanımla kocası sizin benimle görüşmek istediğinizi ve böyle bir buluşmanın faydalı olacağını söylediler. Bunları anlatmak için mi beni aradınız?’ dedi. ‘Önce İttihat ve Terakki’nin cinayetlerini tasdik etmelisiniz!’ dedi. Mustafa Kemal İttihat ve Terakki’nin pek çok kusurları olabileceğini, fakat vatanseverliğinin her türlü tartışmalar üstünde olduğu cevabını verdi ve bu adamın kendini niçin aramış olduğunu bir türlü anlayamazdı. Neden sonra, Kuvay-ımilliye’nin başında iken bu papaz Antalya’ya gelerek, Mustafa Kemal’in kendisinden İstanbul’da, gene görüşelim, diye ayrıldığını söyleyerek bir buluşma aradı ise de kapı dışarı edilmiştir. Yabancılarla bu temaslar onun tanıdıklarından birçoğunun anlayışlarından uzaklaştırdı. Bana demişti ki: ‘Benim kanaatim o idi ki ve daima o oldu ki insan diye yaşamak isteyenler, insan olmak vasfını ve gücünü kendilerinde görmelidirler. Bu uğurda her türlü fedakârlığa göğüslerini germelidirler. Yoksa hiçbir medenî millet onları kendi sırasında ve safında görmek istemez.’ (Falih Rıfkı Atay, Çankaya.)
Benzer şekilde, daha sonra da Amerikan Genelkurmay Başkanı General Persing’in kurmay başkanı General Harbord, Sivas’ta Mustafa Kemal ile görüşmeye gelir. Aralarında şöyle bir konuşma geçer:
“— Türk tarihini okudum. Milletiniz büyük kumandanlar yetiştirmiş, büyük ordular hazırlamıştır. Bunları yapan bir millet elbette bir medeniyet sahibi olmalıdır. Takdir ederim. Ama bugünkü duruma bakalım. Başta Almanya, müttefiklerinizle dört yıl harp ettiniz, yenildiniz. Dördünüz bir arada yapamadığınız şeyi, bu durumda tek başınıza yapmayı nasıl düşünebiliyorsunuz? Fertlerin intihar ettikleri vakit vakit görülür. Bir milletin intihar ettiğini mi göreceğiz?
“Mustafa Kemal generale: ‘Teşekkür ederim,’ dedi, ‘tarihimizi okumuş, bizi öğrenmişsiniz. Fakat şunu bilmenizi isterdim ki biz emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi yavaş yavaş aşağılık bir ölüme mahkûm olmaktansa babalarımızın oğulları olarak vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz.’ (Falih Rıfkı Atay, Çankaya.)
Cesaret, Zafer ve Cumhuriyet
Doğru önderlik bu cesareti ve kararlılığı gerektirir. O dönemde İstanbul’da bir “Erkanı Harb Miralayı” (kurmay albay), Mustafa Kemal’i; “Benim bildiğim Mustafa Kemal, Anadolu’nun son tepesine kadar gider, yine teslim olmaz”, diye tanımlar.
Mustafa Kemal aynı zamanda çok iyi bir askerdir. Çanakkale kara savaşlarında en az iki kritik noktada, yetkisi dışında olmasına rağmen inisiyatif kullanarak emperyalist ordularının yenilmesini sağlamıştır. Kurtuluş Savaşı’nda da Eskişehir yenilgisi sonrasında geliştirdiği; “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır”, stratejisi, daha sonra Moskova önlerine kadar gelen faşist Alman ordularına karşı Sovyet ordularının da stratejisi olarak kullanılacaktır. Sakarya Meydan Savaşı’nda Yunan Ordusu’nun harekâtını değerlendirerek hücum emrini veren gene Mustafa Kemal olacaktır. Falih Rıfkı, Mustafa Kemal’in kendi ağzından bu olayı şöyle aktarır:
“Cephe Kurmay Başkanı odama geldi. Kemiğim kırık olduğu için yatıyordum. Bana umutsuz bir sesle son raporları okudu. Bu raporlara göre düşman taze kuvvetler alıyordu. Raporlar ara sıra kanatlanan uçağımızın görüşleri idi. ‘Bir daha oku!’ dedim. Dikkatle dinledim. Raporu veren, Yunan cephesinin bir kanadından öbür kanadına giden (bu kanatların adlarını hatırlayamıyorum) kuvvetleri yeni kıt’alar sanmış olduğunu anlamakta gecikmedim. Bu aktarma ancak bir çekilme hareketi olabilirdi. İsmet Paşa’ya ‘Zaferini tebrik ederim, paşam!’ dedim ve hemen karşı taarruz emri vermelerini söyledim. Bir müddet sonra Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak) odama geldi. Bir kolordu komutanından bahsederek: (Kemalettin Sami) ‘Kendisini taarruza kaldıramıyoruz. Emri doğru bulmuyor. Sedye ile de olsa telefon başına kadar gel!’ dedi. Gittim. Telefonla bu komutana: ‘Sen olmazsan yerine bir çavuş gönderir, taarruz ettiririz’ dedim. Biraz sertçe olan sesimi tanıyınca; ‘Ya… Böyle mi tensip buyurdunuz, emredersiniz!’ dedi.” (Falih Rıfkı Atay, Çankaya.)
Arkasından Büyük Taarruz gelir. Mustafa Kemal burada da askerlik sanatını kullanarak momenti iyi değerlendirir, saldırı için uygun anı yakalar ve çevresindekilerin itirazına rağmen düşman ordularını bozguna uğratır.
Zafer sonrasında da devrimci duruşunu sürdürür Mustafa Kemal. Ardı ardına önemli adımlar atılır: 1 Kasım 1922 Hilafet ve Saltanat birbirinden ayrılır, Saltanat kaldırılır; 29 Ekim 1923: Cumhuriyet ilan edilir; 3 Mart 1924: Hilafet kaldırılır, Tevhid-i Tedrisat (Eğitim Birliği) Kanunu çıkarılır; üretimi canlandırma girişimleri başlatılır, “Üç Beyaz” hedefi konulur (ekmeğimizi kendi unumuzdan yapmak, şekerimizi kendi pancarımızdan üretmek, bezimizi kendi pamuğumuzdan dokumak); 22 yabancı şirket millileştirilir (1924); kadın erkek eşitliğini sağlayan Medeni Kanun çıkarılır (17 Şubat 1926); Harf Devrimi yapılır (1 Kasım 1928); Türk Tarih Kurumu (1931) ve Türk Dil Kurumu (1932) kurulur; Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkı verilir (5 Aralık 1934); Laiklik ilkesi getirilir (5 Şubat 1937); altyapıda Demiryolları devletleştirilir ve yeni demiryolları kurulur; 1933’te Sümerbank, 1934’te Etibank ve Maden Tetkik Arama Enstitüsü, 1937’de Denizbank kurulur; Şeker Fabrikaları kurulur; 1939’a gelindiğinde Türkiye şeker, çimento, dokuma, kereste, deri ürünlerinde kendi kendine yeter hale gelir; planlı ekonomi çalışmaları başlatılır.
Genellikle Sovyetler Birliği desteğiyle kurulan fabrikalar aynı zamanda bir kültür kompleksidir. Bunlara yabancı ekonomistler “Atatürk Tipi” fabrikalar diyor o zaman. Fabrikanın yanı sıra işçi ve diğer çalışanlar için bahçeli lojmanlar, kreş, revir, yemekhane, lokanta, gazino, konferans, sinema ve tiyatro salonları, okul yoksa okul, spor alanları yapılır. Bir aydınlanma merkezidir bu fabrikalar. Örneğin, Alpullu Şeker Fabrikası şöyle aktarılır:
“Alpullu Şeker Fabrikası 1926’da açıldı, Türkiye’nin ilk şeker fabrikasıydı. Sosyal tesislerinde basketbol, futbol sahası, yüzme havuzu ve mini golf sahası vardı. Çalışanların barınma konusuna uzun vadeli çözüm getirmek üzere tasarlanan Alpullu Şeker Fabrikası işçi konutları, ileriki yıllarda yapılacak fabrika yerleşkelerine örnek oluşturacaktı. Bu endüstriyel kompleksler, Anadolu’ya modern kültürü ve çağdaş yaşamı taşıyan öncülerdi. İkiz bahçeli konutlar, arkalarında meyve ve sebze bahçeleri, önde çocuklar için oyun alanlarıyla, işçilerin konforlu bir hayat sürdürmelerini sağlayacak şekilde planlanmıştı. Memurlarla işçiler, Tekirdağ ve Erdek’teki yaz kamplarında 15 gün tatil yaparlardı. Kahvaltı serbest, öğlen ve akşam yemekleri tabldottu. Akşamlar şarkıcı, türkücülerle şenlenirdi. Tatilcilerden alınan cüzi ücret, altı taksitte maaşlardan kesiliyordu. Çalışanların bu insani hayatları 1995’de bitti.” (Nermin Ketenci’den aktaran Melih Aşık, Milliyet, 24 Ekim 2023)
Halkımızın bu güzel birikimleri maalesef 1980 sonrasında, özellikle de Tayyip Diktatörlüğü sırasında yok edildi. Arazileri rant olarak değerlendirildi.
Bunlar Cumhuriyet’in pekiştirilmesi anlamına gelen o dönem için gerçekten çok büyük atılımlardır.
Sonuç olarak Cumhuriyet, Kıvılcımlı’nın deyişiyle Emperyalizm ile Tefeci-Bezirgân Sermaye temsilcisi Saltanat iki başlı ejderhasının (Hikmet Kıvılcımlı, Cumhuriyet Nedir?) milli güçlerce yenilgisi anlamına gelir.
Cumhuriyet Karşıdevrimin 70 yılı aşkındır süre gelen saldırısına rağmen, ağır hasar almış olmakla birlikte, ayakta kalmayı sürdürmektedir.
Karşıdevrimci emperyalist uşağı hainler mi?
İkinci Kurtuluş Savaşı’mızın zaferi karşısında kaçacak delik arayacaklardır.