Poşet
Adıyaman’dan bir yoldaş…
Güz mevsiminin son ayı, sabahın erken denebilecek bir saati… Amaçsızca balkona çıkıyorum. Hava soğuk… Karşı balkondaki kadının ne yaptığını ister istemez merak edip başımı o yöne çeviriyorum. Göz göze gelebilecek kadar yakın balkonlarımız. Beni görünce utandığını hissediyorum, belki de yanıldım…Kolay gelsin demekle içeri girmek arasında gidip geliyorken,artık odada, perdenin arkasından izliyorum onu. Bir yandan da içimden sayıyorum: Bir, iki, üç, dört… yedi tane… Değişik renklerde, çoğu ufak ve şeffaf yedi poşet asıyor çamaşır ipine. İçimde garip bir hisle, rüzgarda salınan poşetlere bakmaya devam ediyorum…Utandım desem eksik kalıyor, daha fazlasına ise bir sözcük bulamıyorum…
Yeni taşınmıştı. Sonradan öğreniyorum; kadının adı Nazlı. Ev sahibi yeni bir ev almış, o da bu eve, kirası uygun olduğu için taşınmış. Ne garip şey… Bir şarkıcımız “Poşet” adlı parçasında, “Seni çöpe atacağım, poşete yazık!” diyerek kadına olan nefretini kusuyor ve paraya para demiyorken, öte yanda bir başka kadının yıkadığı poşetler yarın yeniden eve ekmek getirebilmek için umudun, sabrın resmi oluyor.
Ama ya umut yoksa… Ya ekmek yoksa… Ya ekmek çoksa ama yetmiyorsa…
Adana’da 8 aydır kirasını ödeyemeyen, iki çocuğunun ısınması için saç kurutma makinesini açıp, diğer odada kendini asan 26 yaşındaki Emine Akçay ın katilieve pazardan boş gelen işte bu poşetlerdi !!! Ve nice yoksul, yalnız, çaresiz kadının hikayesiydi beni bu poşetlerden utandıran.
Öznesi poşet ve kadın olan başka hikayeler geliyor aklıma durmaksızın, elimde olmadan…Hepsi umutsuz, içimi acıtan… Kimi 4 günlük, kimi 2 aylık nice bebek ve annenin yolları bir poşette kesişiyor. Yaşadıklarını yalnızlıklarıyla saramayan, güçsüz bırakılan, yabancılaştırılan, yoksul ve yoksun kadınlar için poşet, yavrularının mezarı oluyor…
Ve bazen beden mi büyük geliyor, poşet mi küçük bilinmez, yolu önce bir caniyle, sonra da poşetlerle kesişiyor kadının. Tarsuslu Ümmü Gülsüm ve daha niceleri…
Nazlı, okudun mu ya da duydun mu bilmiyorum. Aziz Nesin bir yazısında “Bir kadına ne verirseniz verin, onu daha da büyük hale getirir. Ona sperm verirseniz size bir çocuk verir,, Ona bir ev verirseniz, size yuva verir.. Ona sebze verirseniz, size yemek verir.. Ona bir gülücük verirseniz, size kalbini verir…Bu yüzden,ona çamur atarsanız, karşılığında bir bataklıkta boğulmaya hazır olun…” diyor. Biz kadınlara yapılanlar için çamur kelimesi az kalır ama bataklıkta boğulacak olanlar bizi öldüren eşimiz, erkek arkadaşımız, babamız, amcamız değil…Bu bataklık kurumalı…
Bir, iki, üç, dört yetmez, yedi yetmez!!! Binlerce, on binlerce el olup, güç olup bataklığı kurutmanın yolu “Benim de söyleyecek sözüm var!!!” demekle başlıyor. Biz hep susturulduk Nazlı… Adımıza ne şiirler yazıldı, hayatımız bir roman, saçlarımız bölük bölük türkü oldu çığrıldı, yüreğimiz susturuldu, bedenimiz satıldı… Öyle çok sevdiler ki bizi paylaşamam deyip öldürdüler, öyle acıdılar ki aç kalma ben sana bakarım deyip kuma yaptılar. Bataklık büyüdü, büyüdü…
Şimdi sıra bizde…Şimdi sıra sende… Doğayı, yuvasını bir poşeti yıkayacak kadar derince düşünen “Sen” olmadan, bu bataklık kurumaz ve kadın asla kurtulamaz. Sen aramızda yokken, daha nice “Karşı Evin Annesi” dizeleri yazılır, ödül alır. Ben karşı evin annesinin gözlerine bakamam, selam vermek ister, yapamam. İşte bu yüzden konuşmalı, okumalı, haykırmalı,çoğalmalı, çoğalmalı… Bizim de söyleyecek sözümüz var, olmalı…
Karşı Evin Annesi
Sen iki ters bir düz kırgınlıklar örerken beş numara şişle
Yumuşacık kakaolu kekler yapardı karşı evin annesi
İmrenirdim
Mutfağındaki eksik malzemeden bihaber
Tepeleme dolu kızgınlıklar yüklerdim dişlerimin arasına
Bilmezdim anne
Karşı evin babasında bitermiş iş
Bunu görmezdim
Hep başın ağrırdı
Başın, hep ağrırdı
Sırf bu yüzden bile bazı zamanlar
Seni sevmezdim
Küçüktüm anne
Bilseydim evinde su faturası ödenmemiş
Çeşmeden akmayan suya
İsyan etmezdim
Sen iki kere ikinin dört ettiğini ekmek hesabından bilirken
Mis kokulu çamaşırlar asardı karşı evin annesi
Özenirdim
Ellerindeki çamaşır suyu kokusundan rahatsız
Çocukça bir küskünlük eklerdim gecelerime
Oysa ellerin ruhuma akarmış saçlarımdan
Ömrümü tararmış titreyen parmakların
Bilmezdim anne
Büyümek denen illet dayanıncaya dek kapıma
Ellerinin ne muhteşem olduğunu bilmezdim
Küçüktüm anne
Yoksa
Gün aşırı patlayan sarı ampulü
Mumla yamayacak yüce gönlünü
Ezecek kadar ezilmezdim
Sen çalı süpürgesiyle süpürürken dış kapının ağzını
Taze boyalı saçlarını savurarak süzülürdü karşı evin annesi
Ayağında yüksek topuklu bir isyan
Düşündüm de şimdi
Ne iğreti dururdu o topukların üstünde dursan
Senin çatlamış ayakların vardı anne
Hacı şakir kokardın en beyazından
İncecik bir yemeniyle gizlerdin
Ölünce her bir teli yılan olacak sandığın sırma saçlarını
Çok yeni anladım anne
Ağaran her saç telinden üstüme düşen payımı
Çocuktum anne
Bir bisikletim olsa bütün mutluluklar benimdi
Babam eve sarhoş gelmiş geç gelmiş
Hepsi sabah sokağa çıktığımda biterdi
Bilmezdim anne
Karşı evden arta kalan çantalar dolusu giysi
Üstümüze cuk otururken
Ruhuna azap olur akarmış
Bilmezdim benim annem gözünün yaşıyla her bayramarifesi
Vitrinlere bakarmış
Sen ilkokul fişlerimi kardeşimle hecelerken
Telefonu keşfetmiş karşı evin annesi
Bilsen ne cahildin ne görgüsüzdün gözümde
Yak deseler yakacağım o dakika dünyayı
Yık deseler
Ne şu eski divan kalacak
Ne çiçekli perdeler
Şimdiki aklımla ah bir sorsalar bana
Desem
O tertemiz günlerim
Hani şimdi neredeler
Ben ay sonunu nasıl getireceğim diye
Hesaplar yaparken bir gün
Oğlum nefes nefese yararak ortalığı girdi içeri
Yumuşacık kakaolu kekler yapmış dedi karşı evin annesi
Çok geç anlıyor insan anne
İlle de kendi annesi
İlle de kendi annesi
Deniz İnan