Şu Feleğin İşine Bak! (Kim CIA Ajanı? Ya da Kim CIA Ajanı Değil ki…)
Mustafa Şahbaz
Devşirilen ile devşirilenin devşirdiği bir arada
Kurtuluş Savaşı’mızda en büyük müttefikimiz, Lenin önderliğindeki Sovyetler Birliği’ydi. Bu dostluğu en kısa yoldan “Deniz Kartalı” adlı internet sitesinden ve bir denizcinin, Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz’in anlatımıyla aktaralım:
***
Atatürk’ün Lenin’e Mektubunun 100. Yılı
Kurtuluş Savaşı sürerken Mustafa Kemal Atatürk’ün, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) Kurucusu Vladimir Lenin’e 26 Nisan 1920’de yazdığı mektubun 100. Yılı kutlanıyor. Silah ve cephane sıkıntısı çekilen milli mücadelenin kazanılmasında büyük rol oynayan mektubun ardından Sovyetler 2 yıl içinde Anadolu’ya iki limandan 300 bin ton malzeme göndermişti. Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz, “Atatürk, ‘Gözüm Sakarya’da Kulağım İnebolu’da’ derken, Lenin’in gönderdiği silah ve cephanenin Kuvayi Milliye donanması ile Anadolu’ya getirilmesinin ne kadar önemli olduğunu anlatıyordu. Bu mektup henüz 3 gün önce açılan TBMM’nin ilk resmi dış politika gündemidir” dedi.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından işgal edilen topraklarda bir ulusu yeniden yaratan ulusal kurtuluş savaşımızın en önemli gelişmelerinden biri 26 Nisan 1920’de yaşanmıştı. Mustafa Kemal Atatürk, Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açtıktan 3 gün sonra Sovyetler Birliği’nin kurucusu Vladimir Lenin’e bir mektup yazmıştı. Tüm orduları dağıtılan, silahlarına el konulan Anadolu’nun kurtuluşu için gerekli olan silah ve mühimmatı alabileceği tek ülke Sovyetler Birliği liderine yazdığı mektubunda Atatürk, ‘Mazlum insanların kurtulması amacı güden Bolşevik Ruslarla işbirliği ve harekâtı kabul ediyoruz’ şeklinde hitap etmişti. Mustafa Kemal mektubuna, ‘Evvela, milli topraklarımızı işgal altında bulunduran emperyalist kuvvetleri kovmak ve gelecekte emperyalizm aleyhine vuku bulacak ortak mücadelelerimiz için dahili kuvvetlerimizi şekillendirmek üzere, şimdilik ilk taksit olarak beş milyon altının ve kararlaştırılacak miktarda cephane ve diğer fenni harp vasıtaları ve sıhhi malzemenin ve yalnız Doğu’da harekât icra edecek olan kuvvetler için erzakın, Rus Sovyetler Cumhuriyeti’nce temini rica olunur’ şeklinde devam etmişti. 2 Haziran’da Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin’in cevap vermesiyle başlayan ilişkilerde oluşan güven ortamıyla milli mücadele cephelerinde kullanılmak üzere silah ve cephaneler deniz yoluyla Anadolu’ya ulaştırılmıştı.
“Bugün var oluşumuzun başlangıcı bu mektuptur”
1920-1922 yılları arasında Kuvayi Milliye Donanması olarak adlandırılan Karadeniz’deki az sayıdaki mavna ve gemi, Rusya’nın Novorossiysk, Tuapse ve Batum limanlarından 39 bin tüfek, 327 makinalı tüfek, 54 top, 63 milyon fişek ve 147 bin top mermisini Anadolu’ya getirmişti. İnebolu’ya kadar gelen gemilerden İnebolu kayıklarıyla karaya çıkartılan silahlar, Kağnı Donanması olarak bilinen kağnılarla cephelere yetiştirilmişti. 26 Nisan 1920 tarihinin kurtuluş savaşı için önemli bir dönüm noktası olduğunu belirten Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz, mektubun 100. Yılında düşüncelerini Milliyet’e anlattı. 16 Mart 1921’de imzalanan Türk-Sovyet Dostluk Antlaşması’na uzanan ilişkileri değerlendiren Gürdeniz, “26 Nisan 1920 mektubu, var oluşumuzun başlangıcıdır. Sovyet devrimi ile Türk kurtuluş savaşı, tarihin o safhasında emperyalizmin boğmak istediği iki kader arkadaşıydı. Atatürk ve Lenin ya birlikte yok olacak ya da birlikte savaşacaklardı. Birlikte savaştılar. Bu mektup kurtuluş savaşı mücadelesi veren iki devlet arasına çekilmeye çalışan Kafkas seddini yıkmaya yönelik iş birliğini başlatan mektuptur” dedi.
TBMM’nin ilk dış politika gündemi
26 Nisan mektubunun Atatürk’ün belirlediği milli iradenin resmi olarak ilk dış politika girişimi olduğunu vurgulayan Gürdeniz, “Bu mektup aynı zamanda milli meclisin görüştüğü ilk konulardan biridir. 26 Nisan mektubu emperyalizme karşı girişilecek ortak mücadeleden bahisle Rusya’dan 5 milyon altın, silah, cephane ve malzeme talep eder. Rusya, milli güçlere ilk deniz sevkiyatını Eylül 1920’de Tuapse Trabzon hattında başlatır. Rusya’dan 300 bin tona yakın silah ve cephane taşıyan sevkiyatlar bir avuç kahraman denizci ve başta İnebolu’nun kahraman kağnı donanması sayesinde büyük taarruza kadar devam eder. Atatürk’ün, ‘Gözüm Sakarya’da Kulağım İnebolu’da’ demesinin altındaki derin anlam budur. Mustafa Kemal büyük zaferden emin olarak 4 Ocak 1922’de Lenin’e yazdığı son mektubunda ‘Türkler ve Rusların, tarihi, yüzyıllarca süren kanlı savaşların gürültüsüyle doldurduktan sonra, bu kadar çabuk ve bu kadar bütünsel bir şekilde uzlaşmaları, öteki milletleri şaşkınlığa uğratmıştır. Sizi temin ederim ki, Sovyet Rusya’ya karşı doğrudan veya dolaylı olarak asla hiçbir anlaşmaya ve ittifaka dâhil olmayacağız’ sözleri ise ileri görüşlülüğünü bir kez daha ortaya koyar” diye konuştu.
Amiral Gürdeniz¸ cephanelerin büyük çoğunluğunun İnebolu’dan ve Trabzon ile Samsun limanlarından taşındığını söyledi. Ankara’ya ulaşan istiklal yolunda Kağnı Donanması’nı İneboluluların kurduğunu belirten Gürdeniz, “Toplam 233 Kuvvacı denizci subay kurtuluş savaşının kaderini değiştirdi. Sadece 28 deniz aracıyla ve yüzlerce taka, kayık ve sandal ile 2 yıl içinde 300 bin ton silah ve cephane Anadolu’ya getirilerek milli mücadelenin kazanılmasını sağladı” dedi. (https://denizkartali.com/ataturkun-lenine-mektubunun-100-yili.html)
***
Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız Bağımsızlığı Sağlamış
Fakat Sınıfsal Sömürüyü Kaldıramamıştır
Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız, Sovyetler Birliği ile böylesine iki dost ülkenin dayanışmasıyla başarıya ulaşmıştır. Bu dayanışmada her iki ülke açısından düşman olarak emperyalist dünya belirlenmiş ve emperyalizmi yenmek için her türlü yardımlaşma (daha doğrusu Türkiye’ye Sovyet yardımı) hiçbir çıkar gözetilmeden sağlanmıştır. Ve 1923 yılında bağımsız Türkiye Cumhuriyeti ilan edilmiştir. Ve yine Sovyetler Birliği’nin büyük maddi ve manevi yardımlarıyla Türkiye’de büyük sanayi tesisleri kurulmuş, çağdaş bir ülke olma yolunda büyük atılımlar gerçekleştirilmiştir.
Fakat Cumhuriyet daha kurulurken, bu taze fidan daha yeşerirken, kendisini yiyip bitirecek kurdunu da kendi bünyesine kendi elleriyle yerleştirmiştir: Tekelci Kapitali kendi eliyle yaratmış; demokratik devrimi başarıya ulaştırması için ortadan kaldırması gereken Tefeci-Bezirgân Sermayeyi ise olduğu gibi bırakmıştır. Bu iki asalak zümre (günlük dilde iki hâkim sınıf), tâ Kurtuluş Savaşı günlerinden bugüne uzanan bir süreçte ekonomik tahakkümlerini ve bunun doğal sonucu olarak da siyasal, kültürel, dinsel, vb. alanlardaki tahakkümlerini gerçekleştirmişlerdir. Zaten kuruluş yıllarından başlayarak devlet zoruyla rekabet yasak kılınmıştır. Yani Türkiye’de kapitalizm, çağın gereği ya da kaçınılamaz sonucu olarak Tekelci Kapitalizm (Emperyalizm) biçiminde doğmuş ve gelişmiştir. Bu tekelci Kapital, gün geçirmeden Tefeci-Bezirgân Sermaye ile ittifakını kurmuştur. Bir yandan da uluslararası Finans-Kapital ile bağ kurabilmenin hasretiyle yanar tutuşur olmuştur.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra ise yerli Finans-Kapitalistlerimiz, Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile dostluk ilişkilerinden koparılarak emperyalist dünyanın yeni jandarması ABD Emperyalizmine dümen kırmasını sağlamak için her fırsatı değerlendirmişlerdir. 1946’da ABD’nin USS Missouri Zırhlısı’nın 5-9 Nisan 1946 tarihleri arasında (ABD’de görevi başında vefat eden büyükelçi Mehmet Münir Ertegün’ün cenazesini Türkiye’ye getirmek bahanesiyle) İstanbul’a yaptığı ziyaretle birlikte de ABD’yle kaynaşmanın, ona kapılanmanın kapısını aralamıştır. Ve 14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimlerde Celal Bayar-Adnan Menderes önderliğindeki Demokrat Parti’nin (DP’nin) seçimleri kazanmasıyla, artık bakanlarını bile ABD’nin onayından geçirerek atayan bir ABD uşağı kadro iktidara gelmiştir. Ve o günden bugüne (27 Mayıs Devrimi-Milli Birlik Komitesi iktidarı dönemi ve Karaoğlan olduğu zamanlardaki kısa süreli Ecevit Hükümetleri dönemi ayrı tutulursa) 73 yıldan bu yana ABD güdümündeki sağcı iktidarlar yönetmiştir Türkiye’yi.
Bu hükümetlerin ne menem bir şey olduklarını en kestirmeden anlayabilmek için Metin Aydoğan’ın “Bitmeyen Oyun” adlı kitabından İsmet İnönü’yle ilgili şu kısa anekdotu aktaralım:
“İsmet İnönü 1963 yılında Başbakan olarak şunları söylüyordu:
“Daha bağımsız ve kişilik sahibi dış politika izlenmesini istiyorsunuz. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu? Hepsinin çevresinde uzman denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi sürüncemede bırakmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir görev, veriyorum sonucu bana gelmeden, Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurdan önce, sefirden [büyükelçiden-ABD’nin Türkiye Büyükelçisini kastediyor –M. Şahbaz] öğreniyorum. Bağımsızlık savaşından sonra Lozan’da esas mücadele bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa sınırlar zaten fiili durum idi. Tazminat işini iki devlet aramızda çözerdik. Bütün mücadele idaremize yapılmak istenen müdahale yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük ödünlerde bulunmaya hazırdılar. Dayattık. Biz onların neden ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar bizim neden inatla reddettiğimizi biliyorlardı. Böyledir bu işler, peygamber edasıyla size dünyaları vaadederler. İmzayı attınız mı ertesi gün gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök. Gitmezler. Ancak bu sorunun üzerine vakit geçirmeden gitmek gerek. Yoksa ne bağımsız dış politika, ne bağımsız iç politika güdemezsiniz. Havanda su döversiniz. Fakat sanmayınız ki bu kolay bir iştir. Denediğinizde başınıza neler geleceği bilinmez…”
İnönü’den bu aktarmayı yaptıktan sonra Metin Aydoğan şu eklemeyi yapar:
“İnönü’nün sözünü ettiği yabancı ‘uzmanların’ Türkiye’de yerleşmedikleri özel ya da kamusal kuruluş kalmamış gibidir. İnönü’nün bu sözleri söylediği günden 12 yıl sonra 1975 yılında, ABD, Amerikan Yardım Teşkilatı’nın (AID) Türkiye’deki çalışmalarının verimini saptamak için bir uzman yolladı.
“Richard Podol adlı ‘uzman’ Washington’a gönderdiği raporda şunları yazıyordu: ‘Türkiye’de önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmemiş bir Türkün bulunduğu bakanlık ya da iktisadi devlet kuruluşu (KİT) hemen hemen kalmamıştır. Bu kadronun, müsteşarlık ve genel müdürlük mevkilerinden de daha yüksek görevlere kısa zamanda geçmeleri beklenmektedir. AID bütün çabasını bu gruba yöneltmelidir’” (Metin Aydoğan, Bitmeyen Oyun, s. 50-51)
2000’li yıllara gelindiğinde
Hemen tahmin edilebileceği gibi günümüzde durum, yukarıda anlatılan tablodan çok daha vahimdir.
Kanıtı mı?
HKP Genel Başkanı’nın defalarca aktardığı, tekrar tekrar göze batırdığı AKP’nin kuruluşu göz önüne getirilsin. Bilindiği gibi, AKP; ABD, İngiltere ve İsrail tarafından bir proje partisi olarak kurdurulmuştur. Görevi de bellidir:
1- Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP’u) hayata geçirmekte ABD’ye hizmet etmek. (Ki, Tayyip bilindiği gibi, bizzat kendi sözleriyle; “BOP eşbaşkanlarından birisidir ve bu görevi yapmaktadır.”…)
2- İsrail’in güvenliğini sağlamada yardımcı olmak. (İsrail’in güvenliği için en büyük tehditleri oluşturan ve Arap Halklarının birliğini şiar edinen Irak, Libya liderlerinin başına gelen ve Suriye’ye düşmanlıkta ABD ve İsrail’i sollayan AKP’giller iktidarları göz önüne getirilsin…)
3- Ilımlı İslam’ı (Pentagon İslam’ını) hâkim kılmak için çalışmak. Gerçek İslam’ın eşitlikçi, sömürüyü reddeden yönlerini törpüleyerek emperyalist politikalarla uyumlu hale getirmek. (Sayıları her gün çoğalan ve devlet imkânlarıyla gelişip güçlenmeleri sağlanan, her biri bir din derebeyliği olan Ortaçağcı tarikatların yükselişi; halklarımızı “Allah’la aldatmaları” göz önüne getirilsin…)
Dediğimiz gibi ayrıntılar için Nurullah Efe Ankut’un bu konudaki yazılarına bakılabilir.
İşe bak!
İktidarın durumu budur.
Ya Mustafa Kemal’in, İsmet İnönü’nün Kuvayimilliye ruhuyla kurduğu CHP’de durum nedir?
Burada da N. Efe Ankut’un “Yeni CHP” ile ilgili yazılarını, konuşmalarını salık vermekle yetineceğiz. Fakat son günlerin şu tartışmasını mı desek, rezaletin su yüzüne vurmasını mı desek belirtmeden geçemeyiz:
“Eski Emniyet İstihbarat Dairesi başkanı ve Yeni Şafak yazarı Bülent Orakoğlu, CHP Diyarbakır Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nu hedef aldı. Orakoğlu’na göre Tanrıkulu bir CIA ajanıydı. Delili mi? Wikileaks’in yayımladığı meşhur Stratfor belgeleriydi. Orakoğlu yazısında şu ifadeleri kullandı:
“‘Gölge CIA’ olarak bilinen Stratfor belgeleri yayımlanan ve ‘TR 705’ kodu taşıdığı için eleştirilere konu olan CIA ajanı Sezgin Tanrıkulu…” (Barış Terkoğlu, https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/baris-terkoglu/sezgin-tanrikulu-dogru-soyluyor-2121606)
Sezgin Tanrıkulu’nun adının Wikileaks belgelerinde TR705 olarak geçtiğini, ABD adına çalıştığını, ajanlık yaptığını da yine N. Efe Ankut defalarca yazdı, teşhir etti. Zaten Tanrıkulu’nun CHP’de yönetimlere getirilmesi, milletvekili yapılması bu özelliğinden dolayıydı. “Yeni CHP” artık ABD severlerinin, ajanlarının ve Mustafa Kemal’e “Kefere Kemal” diyecek kadar Kuvayimilliyecilere düşman Mehmet Bekaroğlu’ların karargâhına dönüştürülmüştü. Ve de Banu Avar’ın söylemiyle başta “Yeni CHP” olmak üzere Mecliste muhalefet rolü oynayan muhalefet bizzat ABD tarafından “üretilmiş muhalefet”ti. (Bu sözümüzden iktidar üretilmemiş, kendi söylemleriyle “yerli ve milli” oldukları sonucu çıkarılamaz elbette. O zaten ABD-İngiltere-İsrail tarafından devşirilmiş tümüyle gayriyerli, gayrimilli bir iktidardır, yukarıda değindiğimiz gibi.)
- Tanrıkulu’nun Bülent Orakoğlu’na cevabı ise insana “Sevgili Türkiyem seni ne hale getirmişler”, dedirtecek bir cevaptır:
“Tanrıkulu’nun yanıtı sert oldu: ‘Bunu TR705 olarak yazıldığım listede TR326 olarak kodlanan şimdiki MİT Başkanı İbrahim Kalın’a havale ediyorum. Hadi sıkıysa ona da CIA ajanı de!’ (Barış Terkoğlu, agy.)
Doğru söze ne nedir? Demek ki CIA ajanları da bazen doğruyu söyleyebiliyorlar.
İyi de bu kadarı da olabilir mi?
Adı üstünde “Milli” İstihbarat Başkanı, TR326 kod adıyla ABD ajanı olabilir mi?
AltmetinDevşirilen ile devşirilenin devşirdiği bir arada
Ve işte gerçek:
“Wikileaks belgelerini içeren iki kitabı, Sızıntı ve Mahrem’i Barış Pehlivan ile birlikte yazdık. Bu nedenle Orakoğlu-Tanrıkulu kavgasının ardından çok kişi bana sordu: Tanrıkulu doğru mu söylüyor, Stratfor belgelerinde MİT Başkanı İbrahim Kalın da var mı?
“Bu soruya yanıtım “Evet” oldu.” (Barış Terkoğlu, agy. )
Bunda şaşılacak hiçbir yön yoktur. En tepedeki adam ABD devşirmesi olunca farklı bir sonuç beklemek ancak saflıkla eşdeğer olur.
Ruhi Su’nun sesinden dinlediğimiz “Ankara’nın taşına bak” türküsünde ya da marşında şöyle denir:
Ankara’nın taşına bak
Gözlerimin yaşına bak
Uyan uyan Gazi Kemal
ŞU FELEĞİN İŞİNE BAK
Kılıncını vurdun taş
Taş yarıldı baştan başa
Uyan da bak Gazi Kemal
BAŞIMAZA GELEN İŞE
Ankara’nın dardır yolu
DÜŞMAN ALDI SAĞI SOLU
Sen gösterdin paşam bize
Böyle günde doğru yolu
Türküde majüsküllediğimiz dizeler ne diyor?
“Düşman aldı sağı solu”
Günümüzde bu dizenin karşılığı ne?
“ABD Emperyalizmi aldı ülkenin tüm kurumlarını.” “Başımıza gelen iş” budur. “Şu Feleğin işine bak”, yani şu Finans-Kapital + Tefeci-Bezirgân Sermaye ittifakının ülkemizi getirdiği şu içler acısı duruma bak!
İşte bu yüzden Türkiye’nin geldiği, daha doğrusu Finans-Kapital + Tefeci-Bezirgân Sermaye ittifakı tarafından getirildiği bu durum, yeniden bir Kuvayimilliye, Ulusal Kurtuluş Savaşı vermemizi zorunlu kılıyor.
Ama bu sefer İşçi Sınıfının öncülüğünde tüm emekçi halkı kucaklayacak bir mücadeleyle Demokratik Halk İktidarını kurmak, sömürüyü ortadan kaldırmak üzere…
01.10.2023