Site rengi

Tasarım

Yolcudur Abbas Bağlasan Dur(a)maz

10.08.2024
482
A+
A-

Dr. Mustafa Şahbaz

Mahfi Eğilmez, Hazine Müsteşarlığına kadar yükselmiş ve o görevden istifa ederek ayrılmış bir ekonomisttir. İnternette “Kendime Yazılar” adını verdiği bir sitesi var. Orada makalelerini yayımlıyor.

Kendisini şöyle tanıtıyor:

“Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni (iktisat ve maliye bölümü) bitirdim. Doktoramı Gazi Üniversitesi’nden ‘Kamu İktisadi Teşebbüslerinin Finansmanı’ başlıklı tezi savunarak aldım. 

“Maliye Müfettiş Muavini olarak başladığım kamu hizmetinde Maliye Müfettişi, Maliye Başmüfettişi, Gelirler Genel Müdür Yardımcısı (tedvir), Hazine Genel Sekreterliği Daire Başkanı, Genel Müdür Yardımcısı, Washington Büyükelçiliği Ekonomi ve Ticaret Müşaviri,  Kamu Finansmanı Genel Müdürü, Hazine Müsteşar Yardımcısı, Washington Büyükelçiliği Ekonomi Ticaret Başmüşaviri olarak görev yaptım. 1997 yılının Temmuz ayında Hazine Müsteşarı olarak atandım, aynı yılın Aralık ayında bu görevden istifa ederek kamu hizmetinden ayrıldım.”

Mahfi Eğilmez

 

İnsanın; “Hocam ne lüzum vardı bu kadar çabaya”, diyesi geliyor(!)

Hani hoş bir fıkra vardır:

Bir ilin Valisi, Bayındırlık Müdürü, Sağlık Müdürü, Milli Eğitim Müdürü gibi üst yöneticileri, valinin makam aracıyla bir orman köyüne giderler. Amaçları, köylülerin sorunlarını, bizzat halkla görüşerek saptamak; ona göre de çözümler üretmektir. Köyün girişinde yaşlı bir köylü kadınla karşılaşınca, topluca araçtan inerek kadınla konuşmak, ondan köyün sorunları hakkında bilgi almak isterler.

Onlar böyle topluca araçtan inince kadın meraklanır.

– Köyümüze hoş geldiniz. Hayrola? Siz kimsiniz? Köyümüze niye geldiniz?, diye sorar,

Vali ve beraberindekiler birer birer kadına kim olduklarını, unvanlarını da belirterek söylerler. Kadın, uzun bir;

– Vayyyy, çektikten sonra; – kuzularım biraz daha okuyup da ormancı olsaydınız ya, der.

İşte o hesap, insanın Mahfi Eğilmez’e; “Vah evladım, bir notere gidip sahte diploma fotokopisini ‘aslı gibidir’ diye onaylattırsaydın ya”, diyesi geliyor. Ekonomist olmak için ne gerek vardı bu kadar çabaya, dirsek çürütmeye, kafa yormaya?.. Bak elin oğlu nasıl kıvırıyor işi. Hem de üstüne üstlük böbürlene böbürlene; “Ben ekonomistim”,diyor.

 

Vurgun Düzeninde Ekonomik Krizin Kaçınılmazlığı

Konumuza dönecek olursak:

Mahfi Eğilmez’in 30 Mayıs 2024 tarihli yazısının adı: “Ne Krizi?”dir.

Yazısının ilk paragrafı şöyle:

“Kriz deseniz bazıları hemen dikleniyor: ‘Ne krizi?’ Size hemen lokantaları, kafeleri, trafikten tıkanmış yolları gösteriyorlar ve ‘kriz olsa buralar dolu olur mu?’ diye soruyorlar. Sonra iki adım ötede geçinememekten yakınıyorlar.”

Sıradan halkımızın sık rastlanan yaklaşımını dile getiriyor, M. Eğilmez. Hepimizin sokakta, kahvehanede, aile sohbetlerinde, sokak röportajlarında vb.lerinde duyduğumuz bu bildik yaklaşımı konu ediniyor.

Çok da uzun olmayan yazısına şöyle devam ediyor:

“Türk toplumu, her konuda olduğu gibi kriz konusunda da birkaç parçaya bölünmüş durumda. İçinde bulunduğumuz durumu bazıları kriz olarak nitelendiriyor. Gerçekten enflasyonda dünyanın en yüksek oranlarından birisine sahip olduğumuz ve gelir dağılımının da giderek bozulmakta olduğu gerçeğine bakarsak bu durumu kriz olarak tanımlamak mümkün. (Halkımız 31 Mart Yerel Seçimlerinde yaşadığı felaketin adını koydu: Bunun derin bir kriz olduğunu oylarıyla tescilledi. M. Eğilmez hâlâ “mümkün”le oyalanıyor. – M. Şahbaz) Bazıları ortada kriz falan olmadığını, enflasyonun yüksek olması dışında bir ekonomik sorun bulunmadığını ve bu durumun kriz olarak nitelendirilemeyeceğini iddia ediyor. Gerçekten restoranlara, kafelere, yollara baktığımızda her yerde para harcayan insanlarla karşılaşıyoruz ve o zaman kendimize şu soruyu soruyoruz: ‘Kriz varsa bu harcamaları bu kadar bol keseden yapanlar kimler?’ Çünkü bunlar öyle üç beş kişi falan değil, beyaz yakalıların da aralarında bulunduğu çok sayıda insan.”

Bunda anlaşılmayacak bir durum yok. Tayyip ve avanesi vurgundan en büyük payı alırken diğer AKP’lilere de kendilerine yakınlıkları ve yararlılıkları oranında avantadan lavantalar sunuyor. Bu sayede Menderes’in “her mahallede bir milyoner yaratma” projesi gibi, her mahallede, her köyde bir, iki, üç ve belki daha çok nemalanmış ya da mamalanmış militanı yarattılar. Onlar da lüks evlerde oturuyorlar, cübbeleri, kara çarşaflarıyla lüks arabalara biniyorlar, lüks kafelerde, lokantalarda yiyip içiyorlar.

AKP’nin yeni zenginleri.

Bir de bu güruhtan olmamakla birlikte belirli bir gelire sahip olan doktor, mimar, mühendis, esnaf vb. insanlar bu türden bir yaşamı şimdilik sürdürebiliyorlar. Ama onlar avantayla geçinmedikleri için krizin nefesini enselerinde hissediyorlar. Ve kriz sürdükçe o kesimden halk saflarına, geçim sıkıntısı çekenler safına savruluyorlar; sayıları giderek azalıyor. Asgari Ücret giderek ortalama ücrete dönüşüyor. Belli bir ücrete sahip bürokratlar bile hızla yoksul halkın saflarına katılıyor.

“Bazıları da her iki duruma bakarak toplumun bir bölümünün krizde olduğunu, daha küçük bir bölümünün ise öteki grup için kriz olarak nitelenebilecek bu durumdan etkilenmediğini öne sürüyor. Hangi gözlem ve teşhis doğru? Bence üçüncü gruptakilerin gözlemi doğru görünüyor. Bunu biraz açalım.”

  1. Eğilmez burada da; “toplumun bir bölümünün krizde olduğu”, fikrini “doğru” sayıyor. Yanılıyor. “Toplumun bir bölümü” değil, ezici çoğunluğu bu krizden etkileniyor. Küçük bir bölümünün krizden etkilenmediği ise doğru bir tespittir. Halkımız açlık sınırının altında bir yaşama mahkûm edilmiş durumdadır. Tayyipgiller’in Hitler rejiminin propaganda olanaklarını bile katbekat aşan medya gücü, dini cemaat, tarikat denen beyin törpüleri, Diyanet İşleri Başkanlığı denen ihanet başkanlığı vb. vb. örgütlenmelerinin, dur durak bilmeksizin yaptıkları beyin yıkama, demagoji üretme, halkın dini duygularını sömürme faaliyetlerine rağmen Halkımız, 31 Mart’ta tepkisini netçe göstermiştir. Yaşadığının adını koymuştur: Kriz…

“Elimizdeki son gelir dağılımı verisi 2022 yılı verilerini kullanarak konuyu irdeleyen TÜİK’in 2023 Gelir Dağılımı İstatistikleri başlıklı raporunda yer alıyor (1). Bu rapordaki verilerden hareketle hazırladığım aşağıdaki tabloda nüfusun yüzde 20’lik bölümlerinin GSYH’den aldığı paylar yer alıyor:

“Buna göre 2022 yılında 906 milyar dolar tutarındaki GSYH’nin yarısını (451 milyar dolar) nüfusun en yüksek gelir elde eden yüzde 20’si (17.055.991 kişi) paylaşıyor. Bu grupta kişi başına ortalama gelir 26.453 dolar. Nüfusun geri kalan yüzde 80’i de 454,8 milyar doları paylaşıyor. Bu grupta kişi başına gelir ise 6.668 dolar. Nüfusun en düşük gelirli yüzde 20’sinin geliri ise 3.134 dolar.”

 

TÜİK’in Ismarlama Rakamları Bile Ekonomik Krizi Gizleyemiyor

Mahfi Eğilmez bu rakamları TÜİK’ten alıyor. TÜİK’in rakamlarının ne kadar güvenilir olduğunu artık sağır sultan bile biliyor. Mesela TÜİK rakamları, gelirden en az payı alan ilk %20’lik kesimin kişi başına yıllık gelirinin 3.134 dolar olduğunu belirtiyor. Günümüzün kuruyla Türk lirasına vurduğumuz zaman yıllık olarak kişi başına 105.302 lira gelire karşılık geliyor, bu rakam. Aylık kişi başına gelir ise 8.775 liraya tekabül ediyor. Yani 4 kişilik bir ailenin ortalama aylık gelirinin 35.100 lira olması gerekiyor bu yüzde yirmilik kesimde. Oysa bu ilk yüzde yirmilik dilimde, 65 yaş maaşı alan grup var (4180,6 TL) engelli maaşı alan grup var (engel oranı %40-69 arasında olan vatandaşlarımız için 2.797,80 TL, engel oranı %70 ve üzeri olan vatandaşlarımız için ise 4.196,70 TL), emekliler var (sanıldığı gibi emekli maaşı herkes için 12.500 TL değildir. Emeklinin dul eşi 12.500 liranın yüzde ellisi olan 6250 lira alır. Emekli öksüz ve yetimleri ise yüzde 25’i olan 3125 lira alır.), Asgari Ücretliler var (17.002 lira alırlar), Asgari Ücretin altında ücret alan milyonlar var, hiçbir geliri olmayan işsizler var, hiçbir geliri olmayan ev kadınları var, hatta üniversite bitirmiş kendi isimlendirmeleriyle Ev Gençleri var.

Bu saydığımız gruplar içinde en yüksek geliri elde edenler ise Asgari Ücret elde edenlerdir.

Pekiyi en iyi durumda dediğimiz Asgari Ücretlinin ücreti, yani Asgari Ücret ne kadardı!..

17.002 lira (yazıyla on yedi bin iki lira).

Bir Asgari Ücretli Ailesinin 4 kişiden oluştuğunu varsaysak; bölelim Asgari Ücreti dörde; kişi başına 4.250,50 TL (dört bin iki yüz elli lira, elli kuruş) düşer. Oysa TÜİK’e göre bu gruptakilerin kişi başına ortalama aylık geliri 8.775 liradır. Daha söze başlar başlamaz TÜİK rakamlarının gerçeklikle hiçbir bağının olmadığı ortaya çıkıveriyor.

Devam ediyor Mahfi Eğilmez:

“Nüfusun en yüksek gelir elde eden 17,1 milyon kişisi açısından ortada bir kriz yok. Sonraki yüzde 20’lik nüfusun durumu karışık ama genel olarak onların da daha üst gelirli olanları krizden çok fazla etkilenmiyor.

“Bu durumda karşımıza ilginç bir durum çıkıyor. Yaklaşık 25 milyon kişi krizden geri kalan 60 milyon kişi kadar etkilenmiyor. O restoranlarda, kafelerde, yollarda arabalarda gördüğümüz kişiler onlar. Ötekilerin de bir bölümü bu durumu geçici olarak görüp borçlanarak onlar gibi yaşamaya çalışıyor. Ama geri kalanlar tam anlamıyla krizde.”

Tabiî M. Eğilmez sonuçta bir burjuva iktisatçısıdır. Sorunlara sosyal sınıflar açısından bakmak yerine nüfusun yüzdelerine göre tahliller yapıyor. Örneğin bize en altta kalanların kimler olduğunu, hâkim üretim yordamı içinde hangi görevleri üstlendiklerini anlatmıyor. Ya da en üst yüzde yirmilik dilimdeki 17 milyon kişiyi sanki homojen bir kitleymiş gibi gösteriyor. Bu bakış açısıyla yaklaşırsak Türkiye’nin en önemli gerçeğini göremeyiz. Yani sayıları birkaç yüzü geçmeyen Modern Parababaları (Finans-Kapitalistler) ile sayıları üç beş bini geçmeyen onların ortağı Antika Parababalarını (Tefeci-Bezirgân Sermayeyi) göremeyiz. Onların üç kuruşluk komisyon karşılığında ülkemizi ve halklarımızı ağababaları olan Batılı, özellikle de ABD’li emperyalist çakallara nasıl soydurduklarını kavrayamayız.

 

Emekçiler Üretiyor Asalaklar Tüketiyor

Halkımızın bu yerli-yabancı Parababaları tarafından nasıl soyulduğunu, sömürüldüğünü yine Mahfi Eğilmez’in (daha doğrusu TÜİK’in) rakamlarıyla irdelemeye çalışalım:

Kısaca GSYH denilen Gayri Safi Yurtiçi Hasıla nedir?

Bu sorunun cevabını da yine M. Eğilmez’den alalım:

“Bir ülkenin belirli bir dönem (üç ay ya da bir yıl) içinde yaptığı üretimin piyasa fiyatları cinsinden toplam değerine cari fiyatlarla GSYH deniyor.”

Birincisi bir ülkenin bir yıl boyunca yaptığı üretimin piyasa fiyatıyla toplam değeriymiş GSYH.

Pekiyi bu üretim hangi bileşenlerden oluşur?

  1. Eğilmez GSYH’nin üç farklı şekilde hesaplanabileceğini belirtiyor. Biz ayrıntıya boğmamak için Üretim Yöntemiyle yapılan tanımıyla yetinelim:

“Üretim Yöntemiyle GSYH = PF Tarım Kesimi Üretimi + PF Sanayi Kesimi Üretimi + PF Hizmetler Kesimi Üretimi + Diğer”

Anlaşılır olmak için Mahfi Eğilmez’in şu notunu da aktarmak gerekiyor:

“(Not: Denklemlerdeki PF piyasa fiyatları cinsinden anlamına geliyor. Diğer kalemi de tahmin hataları vb.yi gösteren bir ek niteliği taşıyor. Diğer kalemi gelir yöntemiyle hesaplamada milli gelirin üzerine GSYH’ye geçiş için gerekli amortisman vb. gibi harcamaların eklenmesi anlamına da geliyor.)”

Özetçe söylersek; GSYH tarım, sanayi ve hizmetler kesiminin üretiminden oluşuyor. “Diğer”i fazla önemsemek gerekmiyor. Sonuçta yine bu alanlardan gelen üretimin uzantılarıdır. Onu, uzman hesaplarına bırakalım. Demek ki bir ülkenin bir yılda tüketeceği değerleri; tarım, sanayi ve hizmet işçileri yaratıyorlar.

 

Emek Tek Değerdir

Yeri gelmişken değinmiş olalım; çok kullanılan bir söz vardır: “Emek en yüce değerdir.”, diye. Bu söz Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın da netçe belirttiği gibi tümden yanlıştır. Bu söylemle sanki emekten başka bir değer de varmış izlenimi veriliyor ve sanki sermaye de bir değermiş algısı yaratılıyor. Oysa değerin tek bir kaynağı vardır, o da emektir. Fabrikalar, makinalar, aletler Değişmez Sermayedir. Yani durdukları yerde bir artıdeğer üretemezler, değerlerini arttıramazlar. Ancak o üretim araçları üzerinde işgücü kullanılarak, emek (yani Değişen Sermaye) kullanılarak hammaddeler ürüne dönüşür, Kullanım Değeri kazanır ve bir artıdeğer edinirler.  Bu son üretim aşamasından önce Değişmez (Sabit) Sermayeyi oluşturan üretim araçlarının ve ham maddenin de elbette bir değeri vardır. Bu değer, kendilerinin üretimleri sürecinde içlerinde billurlaşmış emeğe karşılık gelen bir değerdir. Yani o makinaların, ham maddelerin fabrikaya gelinceye, üretim sürecinde kullanılmak üzere hazır oluncaya kadar geçirdikleri süreçte harcanan bir emek vardır. Fakat o makinalar, hammaddeler, işgücü tarafından işlenmedikçe içlerinde billurlaşmış emekten başka bir değer, bir artıdeğer yaratamazlar. Ancak üretim sürecinde işçinin emeğiyle şekillenip, Kullanım Değeri edinip tüketim ürünü olunca bir artıdeğer kazanırlar. Yani makinalar, hammaddeler de o fabrikada bir araya gelinceye kadar bir emek harcanarak, işçilerin emeğiyle işlenerek oraya gelmişlerdir. Onların bir artıdeğer kazanmaları yani hammaddeyken var olan değerlerinin üzerine artıdeğer edinmeleri ancak işçinin emeğinin o üründe kristalize olması, ona bir kullanım değeri ve ona bağlı olarak bir Değişim Değeri katmasıyla olur. Yani işgücü, yalnızca işçinin emek gücü, kendi değerinden (kendisine ödenen ücretten) daha fazla bir değer (artıdeğer) yaratır.

Kısacası yukarıda sözünü ettiğimiz GSYH’yi yaratanlar; tarımda, sanayide ve hizmet sektöründe çalışan emekçi halkımızdır.

Bu durumda insanlığın tâ Sınıfsız İlkel Komünal Toplum Düzeninde yaşadığı bir milyon sekiz yüz bin yıllık geçmişinin yarattığı altbilincin ürünü olan, genlerimize işlenmiş bulunan, eskilerin maşeri vicdan dediği, toplumsal vicdan ne der?

Mademki üreten emekçilerdir; tüketecekler, o ürünlerden, o gelirlerden yararlanacak olanlar da onlar olmalıdır.

Ama içinde yaşadığımız, Sınıflı Toplumun son aşaması olan Kapitalizmde, hele onun en yüksek aşaması olan Emperyalizmde (Tekelci Kapitalizmde) bu böyle gerçekleşmez.

Bilinen hikayedir, Usta’nın, Hikmet Kıvılcımlı’nın Neşri Tarihi’nden yaptığı alıntıyı aktaralım:

“Bu üstyapı kanallarından başka, Barbarı kendine çeken ekonomi temelinin dersleri büsbütün baskındı. Çalışan üretmeni haraca bağlamayı bilmeyen Osman Gazi, şöyle yola getirildi:

“Çünki hutbe ve sikke Osman Gazi adına mukarrer olup Kadı ve subaşı dikildi, Germiyan vilâyetinden bir kişi Osman Gazi’ye gelip eytti: “Bu bazarın bacını bana satun.” Osman Gazi eytti: “Baç ne olur?” (Öteki) Eytti: “Bazara her kim yük getürse, andan akça alayın.” Osman Gazi eytti: “Bire kişi bu bazara gelenlerde alımun mu var ki bunlardan akça alursun?” Ol kişi eytdi: “Bu âdettür. Her vilâyette vardur ki, padişah içün her yükden akça alurlar.” Osman eytdi: “Bu tanrı buyruğu ve peygamber kavli midür, yoksa bunu her ilün padişahı kendü mi ihdas eder?” didi. Ol kişi eytdi: “Evvelden türe-i sultanidür.” Osman Gazi gazaba gelüb eytdi: “Yörü, ayrık bu arada turma ki sana ziyanım tokunur! Bir kişi ki, malını kendü eliyle kesb itmiş ola, bana ne borcu var ki râygân akça vire?” Bu sözi Osman Gazi’den halâyık işidicek, eytdiler: “Ey hân! size dahi gerekmezse, bu pazarı bekliyenlere âdettür kim bir nesnecük virürler, tâ ki bunların dahi emekleri zayi olmıya.” (Osman) eytdi: “Çünki öyle dersiz, her kişi ki bir yüki sata, iki akça virsün. Eğer satmıya, hiç nesne virmesün.”

“Barbar: emeği ile nesne edinenden baç almayı aklına sığdıramıyor.

“Medenî vurguncular, hazır yiyicilerin de “bekleme” emeği diye uydurdukları mantık yoluyla, Barbar kendine istemese bile, onu sömürmeye alıştırıyorlar.” (Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm, Derleniş Yayınları, Üçüncü Baskı, s. 249)

Orta Barbar Toplumun, Göçebe-Çoban Toplumun insanı olan Osman Gazi, üreticiden baç yani vergi almayı barbar aklına sığdıramıyor. Baç almayı öneren kişiye; “yürü ayrık bu arada durma ki sana ziyanım dokunur”, diyor. Yani bu önerinin kendisine yapılabilmiş olmasını bile kendisine yapılmış bir hakaret sayıyor. Gözümün önünden uzaklaş ki, kelleni almayayım, diyor.

TÜİK’in toplum dilimleri bile gösteriyor ki, böylesi bir kardeşlik düzeninden (İlkel Komünal Toplum bir kankardeşler toplumudur) çok uzaklardayız. Fakat TÜİK’in bu sınıflandırması bile sınıflar arasındaki uçurumu gerçek anlamda göstermekten çok uzaktır. Oysa bu en alt yüzdelik kesimdeki insanlar, toplumsal değerleri ya halen üreten (faal) emekçiler ya da geçmiş zamanda bugünü üreten (emekli) emekçilerdir. Buna karşılık en düşük geliri onlar almaktadır.

 

Emekçinin Ürettiğini Tayyipgiller nasıl iç ediyor?

Bir de en yüksek gelire sahip yüzde yirmilik kesime kabaca göz atalım:

“(…) 2022 yılında 906 milyar dolar tutarındaki GSYH’nin yarısını (451 milyar dolar) nüfusun en yüksek gelir elde eden yüzde 20’si (17.055.991 kişi) paylaşıyor. Bu grupta kişi başına ortalama gelir 26.453 dolar. Nüfusun geri kalan yüzde 80’i de 454,8 milyar doları paylaşıyor. Bu grupta kişi başına gelir ise 6.668 dolar. Nüfusun en düşük gelirli yüzde 20’sinin geliri ise 3.134 dolar.”

Görüldüğü gibi bu kesime bakışta da sınıfsal bir bakış yok. Sanki en üst yüzde yirmilik dilimde yer alan 17 milyon küsur insan homojen bir yapıdaymış ve herkes kişi başına 26.453 dolar elde ediyormuş gibi konuluyor. Burada da kazın ayağı böyle değildir.

Bu kesimin en tepesinde, ülkenin kaymağını Batılı Emperyalistlerle paylaşan yerli Finans-Kapitalistlerle onların müttefiki Tefeci-Bezirgân Sermaye vardır. Ve bunlar, sayıları 30-40 bilemedin 50-60 aileden oluşan ve sayıları birkaç yüzü geçmeyen Finans-Kapitalistler ile sayıları 3000-5000’i geçmeyen Tefeci-Bezirgân Sermaye mensuplarıdır.

Cumhuriyetin 80 yılda yarattığı Finans-Kapitalistler ile Tayyipgiller iktidarının 22 yılda onlara eklediği üçlü, beşli, kırk beşli çetelerdir bunlar. Tüm dünyada kamudan en çok ihale alan on şirketin beşi, bu bizim Devr-i Tayyip’te zuhur etmiş Beşli Çete’dir.

Sömürü çarkı gayet basit bir mekanizmayla işliyor:

Önce Kamu İhale Yasasında vurguna engel bir durum varsa o ortadan kaldırılıyor. Kamu İhale Yasasının geçirdiği 200’den fazla değişikliğin sebebi budur.

Sonra 21-B denen ve acil durumlarda uygulanması gereken ihale yasası maddesi devreye sokulur. Yani bu madde gereğince herkese açık bir ihale değil de “davet yöntemi”yle ihale yapılır. Yani ihaleye üçlü, beşli çetenin dışında kimsenin katılmaması sağlanır. İhale, aralarında kolayca anlaşan (ya da ihale alma sırası gelen) bu çetelerden birine gider. Bir sonraki ihale de diğer bir çeteye verilir. Küsüp darılmaya, hele rekabete hiç gerek yoktur. Büyük patron herkesi sıraya sokmuştur. Bugün bana yarın sana…

Daha sonra 1 liraya mal olacak iş, 5 liraya ihale edilir. Artan 4 liranın 2 lirası en tepedekine ve avanesine gider; diğer 2 liranın, aracı kebeci için gereken paylar düşüldükten sonra kalanı çetenin kasasına…

Ne diyordu çetenin en başındaki Tayyip, zekâ küpü oğlu Bilal’e, 15-27 Aralık tapelerinde?

“Yok yok, hayır hayır alma, kendisi bize ne söz verdiyse onu getirecekse getirsin getirmeyecekse gerek yok. Başkaları getiriyor da o niye getiremiyor, laf mı. Bunlar ne zannediyor bu işi ya. Ama şimdi düşüyorlar, kucağımıza düşecekler merak etme.”

Yani herkes gibi sözü edilen kişi de avantamızı getirmek zorunda, diyor çetenin reizi…

Böylece bu ihale çeteleri Batılı şirketlerle konsorsiyumlar kurarak, bir yılda geçecek araç sayısının onlarca, yüzlerce katı geçiş garantileri alarak (hem de dolar garantili, yetmedi hem de ABD enflasyonuna endeksli garantilerle) köprüler, tüneller, otoyollar inşa ettiler. Yatırdıkları sermayeyi iki üç yılda çıkarmalarına rağmen hem de ABD enflasyonuna endeksli dolar garantili sömürülerini 15 yıl, yirmi yıl, kırk yıl halkımızın alınterinden tahsil etmeye devam ediyorlar. Bu da yetmedi. Bir de hasta garantili, ucube, şehirlerin dışında şehir hastaneleri inşa ettiler. Şehir içindeki hastaneleri ise çok değerli arsalarını yağmalamak üzere boşalttılar.

Şehrin dışındaki şehir hastanelerine bir örnek: Bursa Şehir Hastanesi.

Vurgunları yukarıda anlattıklarımızdan ibaret sanılmasın. Sadece sözü uzatmak istemiyoruz. Ama eşantiyon babında hatırlatalım: 128 Milyar doları buhar edenler de bu Parababalarıdır, Kur Korumalı Mevduat (KKM) denen Ali Cengiz oyununda milyarlarca doları götürenler de bunlardır vb… vb…

Bu kadar vurgun da yetmiyor. Bu Tayyip yandaşı şirketler vergi de ödemiyorlar. Çünkü vergi borçları Tayyip tarafından (hangi devlet kurumların aracılık ettiğinin önemi yok) siliniyor. Yani verilen teşvikler, istisnalar, avantalar yetmiyor; bir de vergileri siliniyor. Devlete ödenmesi gereken bu kaynaklar bu şirketlerin kasasında kalıyor, kâr hanelerini kabartıyor. Yine aynı yere geliyoruz; Tayyipgiller’de bu kadar vurgunu sırf çetelerin patronlarının hatırı için yapacak göz yoktur. Belli ki bu vurgunların aslan payı Tayyip ve şürekasının, avanesinin kasalarına akıyor. Abdüllatif Şener’in; “Tayyip ve yakın çevresinin kamudan aşırdıklarının-çaldıklarının tutarı üç yüz milyar dolardan aşağı değildir”, derken kastettiği işte bu vurgunlardır. Üç yüz milyar deyince belki tam algılanamayabilir bir de rakamlarla yazalım: 300.000.000.000 dolar yani güncel kurla 9.990.000.000.000 TL. İnsan algılamakta bile zorlanıyor. Düz bir söyleyişle on trilyon lira demektir bu kaynak. Bir de yandaşların payına düşeni düşünün; yapılan vurgunun çapı daha net anlaşılacaktır.

Bu çapulda kaynakların sonuna varıldığı için yani çapul edilecek kamu malları iyice azaldığı için Tayyipgiller iktidarı 22 yıllık saltanatlarının sonuna gelmiş bulunuyorlar. Artık satılacak yeterli kamu malı kalmayınca iç edebilmek için kamu gelirlerini arttırmak gerekiyor. O yüzden vergi üzerine vergi bindiriyorlar emekçi halklarımızın tepesine.

Örneğin geçen yıl ödenmiş Motorlu Taşıtlar Vergisini (MTV’yi) hiçbir meşru dayanağı olmaksızın ikinci kez tahsil ettiler. Bu yılın Temmuz ayında vergide adaleti sağlayacak, az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınacak yaygarasıyla Meclise sunulan yasa tasarısı, Parababalarını rahatsız edecek tüm unsurlarından arındırılarak çıkarıldı. Hem de Temmuz sıcağında Meclisi tatil etmeyerek. Bir de bilindiği gibi AKP’giller; “Hayvan Katliam Yasası”nı çıkardılar bu canhıraş çalışmayla.

Meclisten “vergide adaleti sağlayacak” demagojisiyle geçirilen yasa da yine emekçi halkımızdan toplanacak vergileri getirdi, her “Reform Paketi”nde olduğu gibi. Zaten bütçenin yüzde 65’ini, dolaylı vergiler oluşturuyor yani yoksul emekçi halkımızın cebinden alınıyor. Geri kalanın yine büyük kısmını işçiler, memurlar ücretlerinden kesilen gelir vergileriyle ödüyorlar. Parababaları ise damardan Tayyipçiyse hiç vergi ödemiyor, değilse göstermelik vergilerle “Vergi Rekortmeni” oluyorlar. Oysa gerçek rekortmen, ekmek alırken, çocuğuna süt, mama ya da bez alırken bile vergi ödeyen çilekeş halkımızdır.

 

Mazlumun Ahı, İndirir Şahı

İşin özeti: TÜİK’in açıklamadığı, açıklayamadığı gerçek şudur: Sayıları toplumun binde biri olan Parababaları, örgütlü güç olmanın, devlet gücünü elinde bulundurmanın kendisine sunduğu sonsuz olanakları kullanarak toplumun geri kalan binde dokuz yüz doksan dokuzunu sömürmektedir. Tayyipgiller iktidarında bu sömürü iyice katmerlenmiştir. Fakat bunca sömürüye ve zulme rağmen AKP hâlâ iktidardadır. Çünkü Anayasasında laik bir cumhuriyet olduğu yazılı olan ülkemizde AKP’giller, din maskesi takarak insanlarımızı Allah’la aldatmanın 6000 yıllık ustası Tefeci-Bezirgân Sermayenin siyasi plandaki temsilcileridir.

Ekonomik kriz derinleştikçe Tayyipgiller’in zulmü de artıyor. Tayyip’in avukatları aracılığıyla, savcıların resen açtığı hakaret davaları rekorlar kırmış durumdadır. Bir dost meclisinde sarf edilmiş masumane bir söz hatta bir profesörün derste dile getirdiği eleştirel, bilimsel bir yaklaşım, soruşturmaların, tutuklanmaların sebebi olabiliyor. Hani bir söz vardır: “Zulmün artsın ki, tez zeval bulasın”, diye. Tayyip ve şürekası tam bu sözün kapsamındadır artık. Zulümleri artmıştır, zeval bulmaları yakındır.

İçinden geçmekte olduğumuz krizin çok daha hafifi 1999’da Ecevit Hükümeti zamanında yaşanmıştı. Ve 2002’de yapılan seçimde Ecevit’in partisi DSP’nin oyları, bir önceki seçimde yüzde 20,97 iken yüzde 1,22’ye düşmüştü. Çünkü Ecevit bunlar gibi halkı Allah’la aldatmıyordu. Gerçekte olması gereken oluyor; halk başarısız olan partiyi cezalandırıyordu.

Fakat Tayyipgiller, yarattıkları sayısız krize ve en derini olan bu sonuncu ekonomik ve siyasi krize rağmen hâlâ kamuoyu araştırmalarında yüzde 30’larda oy alabiliyor.

Neden?

HKP Genel Başkanı Nurullah Efe’nin hep belirttiği gibi; AKP denen bu güruh, dini demagojiyle beyinlerini yıkadığı insanlarımızı, beyin hasarına uğrattı. İnsanlarımızı düşünmekten, olayları nasılsalar öylece görmekten alıkoydu. İnsanlarımız; “Alınları secdeye değiyor”, aldatmacasına kanıp bunlardan hâlâ medet umabiliyor.

Fakat Mahsuni Şerif’in söylemiyle artık; “Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana”.

Devr-i Tayyip’in şaheseri: Pazar Yerinde çürük sebzeden rızık toplamaya çalışan insanlarımız.

“Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana” Mahsuni Şerif.

Böylesine derin ekonomik krizin yıkmayacağı, yıkamayacağı iktidar yoktur, zulüm ne kadar arttırılsa arttırılsın.

Ve Yeni CHP’nin bütün zübüklüğüne rağmen 31 Mayıs 2024 Yerel Seçimlerinde halk gereken tepkiyi verdi. CHP’yi birinci, AKP’yi ikinci parti yaptı. Tayyipgiller bütün önemli belediyeleri kaybetti. Belediyelerle birlikte kamu vicdanında meşruiyetini de kaybetti. Artık ne Cumhurbaşkanlığı ne de Meclis aritmetiği halkın iradesini yansıtmıyor.

Bu durumda yapılacak iş, Tayyipgiller’i erken bir seçime zorlamaktır. Bu işi, Yeni CHP’nin zübük yöneticilerinin yapamayacağı açıktır. Bize düşen görev, bu konuda halkı bilinçlendirmek ve örgütlemektir. Zaten 22 yıldır ülkenin tüm olanaklarını kene gibi emen, ülkemizi ve halkımızı yerli-yabancı Parababalarına peşkeş çeken, halkımızı kuru ekmek soğana muhtaç kılan Tayyipgiller’in bu son iktidarı, 2028 yılına kadar dayanamaz. Bu süreci eylemlerle hızlandırmak zorundayız.

Ve her durumda olayların kaçınılmaz dayatmasıyla bir erken seçim, Tayyipgiller istesin istemesin Türkiye’nin gündemine oturacaktır.

Ve Yüzyılın Felaketi olan bu Tayyipgiller, Mustafa Kemal’in söyleyişiyle; “Geldikleri gibi gidecekler.”

Ama yaptıkları binbir ihanetin ve binbir vurgunun, çapulun hesabını da mutlaka verecekler…

06 Ağustos 2024