Büyük Devrimci Karl Marks ve “Varoluşun Nihai Yasası”
Orhan Sur
Bilimsel Sosyalizmin ölümsüz Kurucusu, Büyük Devrimci Karl Marks’ın ne büyük fedakârlıklar ve bedeller pahasına Uluslararası Proletaryaya önderlik ettiği, İnsanlık Tarihine damga vurduğu bilinen bir gerçektir. Marks Usta da yaşamının büyük bir bölümünde, her Gerçek Devrimci gibi, binbir türlü çile, eziyet, yoksulluk çekmiştir. Marks, ömür boyu onurunu ve ideallerini her şeyin üzerinde tutmuş, hiçbir baskıya, tehdide boyun eğmemiş, kendi ifadesiyle sahte aydınlar gibi “Kathedersozialisten”: Kürsü Sosyalisti olmamıştır.
O, bir yandan İşçi Sınıfının Kurtuluş Bilimini her yönüyle büyük bir sabırla ortaya koyarken diğer yandan bu bilimin emrettiği strateji ve taktikleri kullanarak bizzat pratik mücadelenin içinde de boylu boyunca yer almıştır. Hem de yaşamının son anlarına kadar. ABD’li ilerici gazeteci John Swinton’ın Marks Usta’yla yaptığı röportaj sırasında yaşadıkları ve anlattıkları, bu büyük dâhinin, Gerçek Devrimcinin kişiliğine damga vuran bu yönüne ilişkin önemli ipuçları ortaya koyar.
Marks Usta, tüm güçlüklere ilaveten bir de Avrupa ülkelerinin çoğundan kovulmak gibi bir durumla cebelleşmek zorunda kalmıştır. Usta, 19’uncu Yüzyıl’ın ikinci yarısına ramak kala Avrupa’yı kasıp kavuran devrimci dalgalanmadan dolayı “uyruksuz” kalmıştır. Burjuva niteliği taşıyan bu devrimci dalgalanmanın yönünü, teorik ve pratik anlamda Proletarya iktidarına gidecek şekilde değiştirebilecek kişilerin başında, tabiî ki Yoldaşı ve en iyi dostu olan Engels’le birlikte bizzat kendisi gelmektedir. O yüzden Avrupa’daki burjuva hükümetler için Marks, en büyük korku figürlerinden biri haline gelmiştir. Çünkü Proletaryayı kesintisiz bir şekilde pratik davranışa yönlendiren fikirleri, Burjuvazinin tam kalbine yönelen bir tehdit ve tehlike niteliğindedir.
Fransa, Belçika ve Prusya Hükümetleri, işte bu tehlikenin farkında oldukları için Marks’ın kendi ülkelerinde yaşamasını engellerler. Tüm ömrünü Proletaryanın nihai zaferine adayan Marks Usta, “Halkların Baharı” ya da “Devrim Yılı” olarak adlandırılan 1848’den bir yıl sonra, 1849’da, yaşamının kalan 34 yılını yoksulluk ve sefalet içinde tamamlayacağı Britanya’ya sığınır. Rusya’yla birlikte Avrupa’da 1848 Devrimlerine tanıklık etmemiş iki ülkeden biri olan Britanya’da İngiliz Burjuvazisi de Marks’a göz açtırmaz. 1874 yılında Britanya vatandaşlığı için başvuruda bulunduğunda, Britanya Polis Teşkilatı Scotland Yard, Marks hakkında bir rapor hazırlar. Raporda aynen şu ifadelere yer verilir:
“Kendi Kralına ve ülkesine sadık kalmamış, bednam [notorious: adı kötüye çıkmış] bir Alman kışkırtıcı ve komünist ilkelerin savunucusu…” (17 Ağustos 1871 tarihli Scotland Yard Raporu, Marx-Engels, Collected Works, cilt 24, s. 564)
Tahmin etmek zor olmasa gerek; Polis Teşkilatının bu raporundan dolayı Marks’ın vatandaşlık başvurusu Britanya Hükümeti tarafından reddedilir. Ancak Britanya Devleti, Marks’ı ülkeden çıkarmak için herhangi bir girişimde bulunmaz ve Usta, çalışmalarını Londra’da sürdürür.
Yaşamı boyunca hem fiziksel hem de zihinsel anlamda yoğun ve yorucu bir devrimci faaliyet yürüten Marks Usta’nın sağlığı, 1880 yılına gelindiğinde iyiden iyiye bozulmuştur. Öyle ki doktoru; “her türlü işten kaçınması” ve “hiçbir şey yapmadan sinir sistemini yeniden sağlığına kavuşturması”, yönünde talimat verir. İşin kötüsü; kanser hastası olan eşi Jenny von Westphalen’in sağlığı daha da kötüdür. Bunun üzerine Marks Usta, ailesiyle birlikte Londra’ya 100 kilometreden biraz daha fazla mesafedeki Ramsgate sahil kasabasına yerleşir.
Bu sırada yukarıda andığımız ABD’li ilerici gazeteci John Swinton Avrupa gezisindedir. ABD’de zamanın en çok okunan gazetesi olan The Sun’ın editörlüğünü yapan Swinton, fırsatı kaçırmak istemez. Uluslararası Proletaryanın tartışmasız önderi Karl Marks’la bir röportaj yapmak üzere Ramsgate’e gelir. Swinton, yaşayan bir efsaneyle bir araya gelmenin heyecanı içindedir. Marks Usta’ya ilişkin ilk izlenimleri şu şekildedir:
“Gösteriş ya da şöhret arzusu taşımayan, hayatın farfaralığını hiç umursamayan ya da güç iddiası bulunmayan bir adam…” (The Sun Gazetesi, 6 Eylül 1880)
John Swinton, The Sun için kaleme aldığı makalesinde Marks Usta’yla ilgili ayrıca şu ifadeleri kullanır:
“[O] acelesiz ve dinlenme bilmez bir adam; uzun erimli projelerle, mantıklı yöntemlerle ve pratik amaçlarla dolu güçlü, engin, yüksek bir zihne sahip biri. Ülkeleri altüst etmiş ve tahtlar yıkmış, şimdi de taçlı başları ve kurulu sahtekârlıkları tehdit edip dehşete düşüren depremlerin ardında, Avrupa’daki başka her adamdan daha çok durmuş olan ve hâlâ duran bir adam.” (agy)
New Yorklu gazeteci Swinton, yukarıdaki satırlardan da kolayca anlaşılacağı üzere Marks Usta’dan çok etkilenmiştir. Son yıllarda Karl Marks üzerine incelemeleriyle dikkat çeken İtalyan akademisyen Marcello Musto; “Karl Marks’ın Son Yılları” başlıklı kitabında, röportaj sonrası Swinton ve Marks arasında geçen enstantanelerden bir bölümü şöyle özetler:
“Gün, bir dizi hareketli söyleşiyle geçti. Öğleden sonra Marks, onu [Swinton’ı] ailesiyle tanıştırmak için ‘sahil boyunca kumsala kadar yürüyüş’ teklif etti; Swinton bunu, ‘toplam yaklaşık on kişilik hoş bir parti’ olarak tanımlıyordu. Akşam çöktüğünde Marks’ın damatları Charles Longuet (1839-1903) ve Paul Lafargue (1842-1911) ikiliye eşlik etmeyi sürdürdü; ‘kadehlerimiz denizin üzerinde çınlarken’, sohbetin ‘konusu dünya, insanlar, zaman, fikirler’di. Bu anların birinde, ‘çağın ve çağların gevezeliklerini ve sıkıntılarını düşünen’ Amerikalı gazeteci, ‘o günkü söyleşinin ve akşamki sahnelerin’ derinlerine dalarak karşısındaki büyük adama, ‘varoluşun nihai yasasına dokunan’ bir soru sorma isteği duydu. İşte o zaman, bir sessizlik anında bu devrimci ve filozof bilgeye can alıcı bir soru yöneltti: ‘Nedir [varoluş yasası]?’ Swinton, Marks’ın, ‘önünde kükreyen denize ve kumsaldaki kıpır kıpır kalabalığa bakarken, bir an zihninin altüst olduğunu’ hissetti. Marks, nihayet, derin ve ciddi bir ses tonuyla yanıt verdi: ‘Mücadele!’
“Swinton, ilk önce, bu yanıtta ‘çaresizlik yankısı’nı işittiğini düşündü. Ama daha sonra şunu kabul etti: ‘Mücadele’, gerçekten de insanlığın her zaman anlamaya çabaladığı ‘yaşam yasası’ydı. (Marcello Musto, Karl Marks’ın Son Yılları – Entelektüel Bir Yaşam Öyküsü, Çev: Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, Kasım 2021, s. 26)
Swinton, 1880 yılında yani Marks’ın bedence tükenişinden sadece üç yıl önce yaptığı bu röportajında özellikle içinde yaşadıkları dönemin politik konularına odaklanır elbette. Ancak karşısında ne kadar büyük bir kişilik bulunduğunu fark edecek kadar zeki olduğu için, belki de insan zihninin bir ömür cebelleştiği en genel soruyu Marks Usta’ya yöneltir:
“Nedir Varoluşun Nihai Yasası?”
Musto’nun anlatımında gördüğümüz gibi Marks, bu soruya “Mücadele” cevabını verir.
İşte Usta’nın verdiği bu cevap, kendi yaşantısının ve “İnsan nasıl yaşamalı?” sorusuna verilecek cevabın kısacık, tek kelimelik özetidir. Büyük Devrimci için varoluşun nihai yasası Mücadeledir. Yani Marks Usta, Mücadeleyi bir tercih ya da bir fedakârlık olarak değil, bir yasa, insan varoluşunun bir kanunu olarak görüyor. Aslında bu yasayı yok saymanın, insanı insanlığından arındıracağına dikkat çekiyor. Neredeyse bütün eserlerinde altını çizdiği gibi, insanın özgürleşmesinin ancak zorunlulukları bilince çıkarmasıyla mümkün olabileceğini anlatıyor. Ve sosyal sınıflara parçalanmış yani rayından çıkmış toplumu yeniden rayına oturtmanın, Sınıfsız Topluma ulaşmanın, bilince çıkarılması gereken bu zorunlulukların en başında geldiğine işaret ediyor.
Dikkat edersek Marks Usta bu soruya; “öğrenmek”, “bilgi edinmek”, “okumak” gibi bir cevap vermiyor. Hayatı boyunca sürdürdüğü bu faaliyetleri de Mücadelenin hizmetine koştuğu için tereddütsüz biçimde “Mücadele” cevabını veriyor. Yani pratikten kopuk bilginin olsa olsa zihni boş yere işgal ve meşgul eden bir soyutluk olabileceğini anlatıyor.
İşte biz Halkın Kurtuluş Partililer, kendimize bu yüzden Gerçek Devrimciler, Gerçek Komünistler, Gerçek Marksist-Leninistler diyoruz. Bize göre de “Varoluşun Nihai Yasası” kuşkusuz Mücadeledir. Tüm yapıp ettiğimiz, insan varoluşunun bu kaçınılmaz yasasıyla uyumlu bir yaşantı sürdürme çabalarımızdan ibarettir. Doğaya ve topluma hükmeden yasalar, aynı zamanda içinde yaşadığımız Tekelci Kapitalist Toplum Biçiminin sürdürülebilir olmadığını söylüyor. Ücretli Kölelik Düzeninin insan doğasına aykırı olduğunu söylüyor. İnsanın bütün yeteneklerini, potansiyelini ve kapasitesini ancak ve ancak sınıfların ve sömürünün ortadan kalktığı Komünist Toplum Düzeninde ortaya çıkarabileceğini söylüyor.
O halde görev, bir zorunluluk olan Mücadeleyi, Sınıflar Savaşını daha da alevlendirmektir. İnsanca yaşamanın biricik yolu budur.
Peki ya Türkiye’nin içinde bulunduğu ve ne yazık ki birçok insanımızı umutsuzluğa sürükleyen Cehennemcil felaket?
Ya bu felaketin baş sorumlusu Ortaçağcı AKP’giller Diktatörlüğü?
Gerçek Bilimin ışığında yürüttüğümüz Mücadeleyi büyütmemiz durumunda bu hainleri kolayca yeneriz. Yeneceğiz de…
Çağ açıp çağ kapatan; kralları, sultanları, şahları, padişahları tahtından alaşağı eden “Varoluşun Nihai Yasası” karşısında üç beş Amerikan uşağı hainin ne hükmü olabilir ki…
12 Şubat 2025