Site rengi

Tasarım

Vatan Partisi 1957 Genel Seçimleri Sirkeci Meydanı Konuşması (17 Ekim 1957)

10.07.2021
1.477
A+
A-

Hikmet Kıvılcımlı

1954 yılında Hikmet Kıvılcımlı’nın Genel Başkanlığında kurulan ve 1957 Genel Seçimlerine katılan Vatan Partisi’nin en ünlü Seçim Mitingi Eyüp Mitingi’dir. O mitingde Hikmet Kıvılcımlı’nın yaptığı konuşma da “Eyüp Konuşması” olarak ünlenmiştir.

Bu konuşmanın metni broşür haline getirilerek Derleniş Yayınları tarafından 1979 yılında yayımlanmıştı. Nisan 2003’te de İkinci Baskısı yapılmıştır. Aynı seçim sürecinde Sirkeci Meydanı’nda da bir miting yapılmış, o mitingde Hikmet Kıvılcımlı’nın yaptığı konuşma da tıpkı “Eyüp Konuşması” gibi mahkemelik olmuştur.

Her iki mitingde yapılan konuşmalar, polislerin diktafonla kaydetmeleri ve mahkemeye delil olarak sunmaları sayesinde bugün elimizde bulunmaktadır.

Hollanda’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’ndeki (Partimizin girişimiyle dijitalleştirilen) Hikmet Kıvılcımlı Arşivi’nden derleyerek yayımladığımız bu metin, bir bütünlük oluşturduğu için “Eyüp Konuşması”nın ileriki süreçlerde yapılacak Üçüncü Basımına dahil edilecektir.

 

Vatan Partisi (VP)’nin 17/10/1957 Perşembe günü saat 13-17 arası Sirkeci Garı önünde yaptığı açık hava toplantısında hatiplerin diktafonla tespit edilen konuşmaları.

 

Aziz vatandaşlarım, Sevgili işçi kardeşlerim.

Dört sene yalnız vekilleri konuşan Türk milleti, bugün kendisi asil olarak, vekillerini seçmek için, geniş vatanımızın topraklarının her köşesinde toplanarak büyük meselelerini konuşuyor; büyük meseleleri hâl için teklif ve çareler arıyor.

 

Sevgili vatandaşlarım,

Dört senede bugünkü imkânlarımız yalnız 45 gün olarak tespit edilmiştir. Kanun, dört sene millet susacak, dördüncü senenin sonunda yalnız 45 gün konuşacak, diyor. Bu kanunu bizim vekillerimiz meydana koydular. Yani biz asiliz, biz dört sene susacağız, bizim vekillerimiz dört sene istedikleri gibi hareket edecekler.

Bunda bir haksızlık yok mu vatandaşlarım?

Bu Sırada Bir Dinleyici: Yok, yok Hikmet Bey siz yanılıyorsunuz. Yanılıyorsunuz kardeşim, yanılıyorsunuz. Siz biliyorsunuz, siz maruf [bilinen] bir zatsınız.

  1. Kıvılcımlı: Evet.

Dinleyici: Komünistlik yüzünden mahkûm olan bir zatsınız.

  1. Kıvılcımlı: Evet.

Dinleyici: Siz yanılıyorsunuz. Sizin gibi komünistlikten 15 sene mahkûm olmuş bir insan bugün söz hürriyetine sahip, konuşma hürriyetine sahip.

  1. Kıvılcımlı: Teşekkür ederim.

Dinleyici: Siz yanılıyorsunuz.

  1. Kıvılcımlı: Teşekkür ederim.

(Gürültülerin artması üzerine, H. Kıvılcımlı: Bu yalandır, dedikten sonra sözüne devamla:)

Siz hazırlanmış, burada sabotaj yapmak için gelmiş insanlarsınız. Müsaade edin biz söyleyelim. İşte millet burada dinlesin. Millet halindeyiz. Müsaade buyurun konuşalım. Vatandaş ve millettir [konuşması gereken].

 

Sevgili vatandaşlarım,

Görüyorsunuz. Kanunların bize bağışladığı konuşma hürriyetini dahi men etmek isteyenler var.

Bunlar kimdir?

Biz yalan mı söylüyoruz? 45 gün değil midir? Bu memlekette 4 sene millet asil olarak yapılan işlere seyirci kalmıyor mu? Yalan mı? Bunu soruyoruz.

Dört senede yalnız 45 gün söz hakkı bize düşüyor. Bundan bahsediyoruz. Vekillerimiz bize yalnız 45 gün konuşma hakkı verdiriyor, bu yalan mıdır?

Kanuni bir hadisedir. Yalansa söyleyin.

Hayır; “Hayır, böyle değil, her gün toplanabilirsiniz, her gün konuşabilirsiniz”, diyen bu vatandaşım. Böyle bir şey yok. Biz de onu söylüyoruz.

Ama her gün sokaklara mı dökülsün bu millet?

Yalnız, buna bir çare bulmak lâzımdır.

Yani biz, herhangi bir zamanda olduğu gibi siyaset davasında dahi, vekil seçiyoruz deyince, demek vekil bizim karşımıza çıkmalı mıdır? Ben bir yüz liralık alacağım için avukat ararken, yani ona vekâlet verirken, evsafını [niteliklerini], benim işimi nasıl takip ettiğini düşünerek hareket etmiyor muyum? Yüz liram için bu kadar dikkatle vekil seçmek gayesini ve gailesini kendime iş edinmişken, bütün 4 senelik hayatımı, dört senelik geçimimi, dört senelik ve hatta namusumu teslim ettiğim vekilimin nasıl hareket edeceğine dair tedbir düşünmemeli miyim?

Buyursun vatandaşlar, düşünme desinler.

Fakat elbette vatandaşlık hakkı, kendi siyasi vekâletini verdiği insanlara karşı her zaman bu vekâleti kontrol edebilmek yetkisine de sahip olabilmelidir. Mebus, benim, sizin, hepimizin vekilidir. Vekil hiçbir zaman asilin emrinden dışarı çıkamamalıdır.

Ben vekilimin yanlış yola gittiğini görürsem dört sene ellerimi kavuşturup seyirci kalmalı mıyım?

Bugün bu seçimden sonra Türkiye’de anayasa değişikliği yapılacaktır. Bu anayasa değişikliğinde bütün hedef, bugünkü yolsuzlukların, bugünkü kifayetsiz kanunların düzeltilmesidir.

Bunların  ana hatlarında düzeltilmesi icap eden noktalar yok mu?

Bunun başında, vekâlet verdiğim insanların, mebus diye Ankara’ya yolladığım ve benim namıma ve millet namına kanun çıkaracak olan insanların ne yaptıklarını, nasıl yürüdüklerini kontrol etmeliyim. Bunu VP şiar olarak, düstur olarak yazmış, üniversitemize de vermiştir.

Bu noktanın manası şudur: Bütün medeni memleketlerde, milletvekili seçilip toplantı yapan bir heyet, eğer milletin içinden bir kısım vatandaşların beğenmediği bir fikir, beğenmediği bir kanun çıkarırsa, milletin onu reddedebilme hakkı vardır. Buna Referandum, der milletler.

Yani, ben vekilimi seçtim. Kendi vekilim oturdu. Dört sene istediği kanunu çıkaracak mı?

Şimdi öyle… Çıkarıyor… Ve biz gık diyemiyoruz.

E, bu haksızlık değil mi? Yahu benim vekilim bana sormadan nasıl iş yapsın?

“Dört senede bir sorar”, diyorlar. “Ondan sonra dört sene alabildiğine istediği gibi hareket etsin…”

Bu haksızlık değil mi?

Ben vekilimi o dört sene zarfında dahi her zaman, haksız bir iş yaptığı zaman, sıygaya çekebilmeliyim. Diyebilmeliyim ki: “Ey vekil!.. Sen benim millet olarak asil olduğumu unutma. Şu verdiğin karar yersizdir.” Bunu Referandum yolu ile durdurabilmeliyim.

Bütün başımıza gelen dertlerin birinci basamağı bu değil midir, vatandaşlarım?

Bugüne kadar mütemadiyen [sürekli olarak] söylenmiş, bayatlamış bir lâf var: Her millet layık olduğu devlete kavuşur, derler.

Bundan şu kadar yüz sene evvel bir kefere çıkmış, kendi zamanı için belki de az çok doğru olan, böyle bir palavra atmış.

Yani, demek ki bizim bugün, siyasi mekanizmamızda ne kusur varsa, hepsi şu toplu olan vatandaşlarımızın kabahati mi? Öyle mi? Demek biz bütün kusurlara layık bir millet miyiz?

Affedersiniz, halt etmiş böyle ulema.

 

Vatandaşlarım,

Milletlere karşılıklı etki eden kuruluşların da millet hayatı üzerinde olumsuz rolleri vardır. Bunun karşılıklı etkilerini inkâr edemeyiz. Nasıl millete layık devletten bahsediyorlarsa, tıpkı öyle devletin de millete lâyık olmasını istemek, sevgili milletimizin hakkı değil midir?

 

Sevgili vatandaşlarım,

Bugün en büyük sıkıntısını çektiğimiz dert, milletin reyi ile-oyu ile yapılan bir idare kuruluyor, denilebilir ki o halde, milletin dört sene sesini çıkaramaması gibi bir aksi ve hadiseleri geri teptiren olayla karşı karşıyayız. Buna karşı tedbir düşündükçe, ne yaparsak bir an içinde milletin içinde davullar çalınır, milletin oyları o gürültü ile toplanır. Ondan sonra, dört sene milletin hiç hayalinden geçmeyen kanunlar pekâlâ çıkarılabilir. Ve devlet cihazları elinde olan bu siyasi (…) oluşum, her zaman millete istediği etkiyi yapabilir.

Size bir misal arz edeyim:

Vatan Partisi, beş günden beri İstanbul’da, kanunun verdiği yetkiyle, vatandaşlarla temas toplantıları yapıyor. Bunlardan birinde VP konuşmalarından birisi “Ezan-ı Muhammedi” veya “Hatem-ül-Enbiya” gibi bir iki kelime konuştu diye, bunun hakkında maalesef yanlış olarak dini siyasete alet ediyor gibi bir suçüstü kanununa tabi tatbikata bile kalkışıldı.

Şimdi dikkat buyurun hadiseye. Buna karşılık bakın sizlere başka bir uygulamayı, gazeteden aynen okuyayım. (H. Kıvılcımlı gazeteyi okur):

“CHP camileri ve ezanı kaldıracak, diyorlar. Ezan da, cami de yerinde kalacak…”

Burada söylenen sözü bir başka parti, bir başka parti muhalefet sözcüsü, iktidar partisine, suçlama yollu söylüyor. Yani iktidar partisi diyormuş ki; “Eğer bu muhalefet iktidara geçerse, camileri yakacak.”

İşte dini siyasete alet etmek budur, vatandaşlarım.

Daha geçen gün hepiniz okumuşsunuzdur. Gazetede açık açık bir bakan, yani (DP) iktidarı partisine mensup bir siyasi şahsiyet, eğer biz iktidardan çekilirsek, din mektepleri kapanacak, diye geniş vatandaş kitlesine telkinde bulunuyordu.

Bu ne demektir ey vatandaşlar?

Dinî hissiyatımız varsa, oyunuzu DP’ye verin demektir.

Bu haklı bir iş midir vatandaşlarım? Bu siyaset, dini siyasete alet etmek değil midir? Vatandaşın dinî hislerini siyaset uğruna, hem de bir partinin, doğru mu yanlış mı olduğu şüpheli olan politikası uğruna, kullanmak değil midir?

Fakat buna karşı, devlet babadan hiçbir tepki yok.

Ne oldu?

VP, “Allah” derse; “Gel bakalım, sen galiba dini siyasete alet ediyorsun”, diye tahkikat yapılıyor. İktidar partisi şahsiyetlerinden biri kendi propagandası için buz gibi dini politikaya alet ediyor; ona kimse göz koyamıyor.

(Bu sırada dinleyicilerden biri: “Bey, bey VP Allah demez. Onun için Allah var mı? Komünistler için Allah var mı? H. Kıvılcımlı – “Bu sözünüz için sizi mahkemeye vereceğiz. İftira ediyorsunuz, iftira ediyorsun. Bunlar, hazırlanmış komploculardır. Milleti aldatmak için. Millete hakikati duyurmamak için gönderilen ajanlardır.” Bu sırada mırıldanmalar arasında tek tük alkış sesi duyulmuştur. Hikmet Kıvılcımlı devamla:)

Hiçbir fert çıkıp da, ben milletin üstünde, istediğim fermanı veririm, diyemez ve diyemiyor. Hepsi kapınıza gelmiş vatandaşlarım, hepsi avuç açıyorlar. Sadaka dilenir gibi: “Oy verin”, diyorlar.

Neden?

Sizsiniz, hâkim millettir. Bu memlekette iradesini ferman edecek kitledir.  Bütün partiler bu milletin hakiki menfaatini güttükleri takdirde söz sahibi olmalıdırlar ve olabilirler, aziz vatandaşlarım. Demek ki bizim memleketimizde mevcut güzel kanunlarımıza rağmen öyle ters bir hava var ki, öyle bir aksi zihniyet yaşıyor ki, kanunun bile vatandaşa bahşettiği haklar, bakıyorsunuz, herhangi bir oyunla tersine dönebiliyor. Kiminin kaşına gözüne göre, “Bu istediğini söyleyebilir”, diyor; kiminin yine kaşına gözüne bakıp: “Hayır, sen sus, sen konuşamazsın”, diyorlar.

Kanun bu değildir, vatandaşlarım. Kanun, herkesin, bütün vatandaşların kendi önünde aynı derecede hak sahibi olduğunu söylüyor. Fakat işte bugün bahsettiğim, bazı yanlış, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bize arta kalmış (…) anlayışların hâlâ kafalarımızın diplerinde küflü örümcek gibi yer etmiş birtakım basmakalıp lâfların peşinde…

Millet hakları önünde maalesef kafamızı işletmekten ziyade, az bir (…) palavra lâflar için vatandaş hakkını çiğnemeye kadar teşebbüs ediyoruz.

 

Aziz vatandaşlarım,

Anayasamız, her Türk’ün kanun önünde aynı derece hür olduğunu söyler. Kanun önünde hiçbir vatandaş, ister milyoner olsun, ister en fakir hamal, boyacı çırağı olsun… kanun önünde her vatandaş, her Türk aynı derece kuvvetle hak ve müsavat [eşitlik] sahibidir, diyor. Fakat bu büyük anayasa… Anayasa demek, onun dışında başka kanun olamaz, demektir. Anayasanın üstünde kanun çıkarsa bunu derhal geri almak zarureti vardır. Anayasanın bu açık hükmüne rağmen, senelerce iktidarı işgal etmiş olan partiler, ne yapmışlardır?

Öyle ikinci derece kanunlar çıkarmışlardır ki, bunlar anayasamızın en güzel hükümlerini hiçe indirmişlerdir. Anayasamız hepimize siyasi hürriyet veriyor. Fakat bu siyasi hürriyetimin kontrolünü icra kuvveti [yürütme gücü-hükümet] olarak ele almış olan faraza polis memurlarımıza, inzibat memurlarımıza bir talimatname veriliyor. Bu talimatnameyi dün ben bir defa acı acı dinleme lüzumunu hissettim. Bunu vatandaşların önünde açıklamak gerekiyor. Diyor ki, siz karşınızdaki eshab-ı mesalihe [devlet dairelerinde işlerini takip eden kimselere], toplumsal durumlarına göre muamele edeceksiniz.

Anlıyor musunuz vatandaşlarım?

Yani diyor ki, sen adamına göre muamele et! Evet, en küçük kademedeki polis memuru, işi böyle anlıyor… Manidardır, tabiî. Anayasa diyor ki, hamal yok, bakkal yok, milyoner yok. Herkes vatandaştır ve herkes eşittir, diyor. Ondan sonra, o anayasanın hükmü dışına çıkmaması lâzım gelen ikinci derece bir talimatname, icra kuvvetine: Sen adamına göre muamele et, diyor.

E, bu yazık değil mi, vatandaşlarım? Bu, kanuna aykırılık değil mi?

O da kanun, bu da kanun. Ama anayasa, adı üstünde, bütün yasaların, bütün kanunların anası… Hepsine hâkim olan kanundur. Dolayısıyla etkin olan odur.

Nasıl oluyor da bu anayasanın açık hükmüne karşı, onu adeta nakıs eden [ortadan kaldıran]  başka bir kanun çıkmış?

İşte, demin arz ettiğim mesele budur. Millet o anayasayı uygulansın diye koymuş. Türk milleti, büyük Kuvayimilliye üzerine kalem kalem ayırarak bir anayasa koymuş. Ondan sonra gelen partiler iktidarının çıkardıkları ve milletin oyu ile çıkardıklarını iddia etikleri vasıtalarla, anayasaya karşı, aykırı hükümler çıkarmışlar. Bugün bütün muhalefet; dün, şimdi iktidarda olan DP dahi muhalefette iken, mütemadiyen, bu (…) vatandaşımızın söylediği sözü mütemadiyen söylediler. Antidemokratik kanunları kaldıracağız, dediler.

Nedir bu Frenkçe laf?

Yani, halkın menfaatine olmayan, demokrasiye uymayan kanunlar yok edilecek, denildi. DP millete, size bize bu sözü vererek iktidara geldi. Ondan sonra bir de baktık ki, hiç antidemokratik kanun yokmuş meğer! Hepsi olduğu gibi kaldı. Ondan sonra, biraz daha hoşuna gitmeyen bazı şeyler varsa, onlara karşı da yine anayasanın verdiği hürriyetleri kısmak için yeni yeni icatlar çıkarıldı! Ondan sonra da buraya gelmiş, bir vatandaşım, anlamadan, dinlemeden, senin için bunlar çıkarıldı, diyor. Tasavvur edin [düşünün] vatandaşlarım. Yirmi beş milyonda bir kişicik buna sebep olmuş vatandaşlarım!

İkinci büyük derdimiz, mütemadiyen elde bir bayrak gibi dalgalandırılan, gene büyük bir laf etrafında geçiyor. Bu büyük laf, her gün işitiriz, bütün VP haricindeki kendine muhalif süsü veren bütün öteki partilerin ağzında pelesenk haline gelmiştir: Hâkimlerin teminatı diye bir lâf tutturulmuştur.

Hâkim teminatı ne demektir?

Buna da hiçbir parti açık bir şey söylemiyor.

Vatandaşlar mı, millet mi hâkime teminat versin? Fakat hâkim millete nasıl teminat verecek? İşin asıl çözülecek noktası bu değil midir?

Hâkim bir insandır. Bütün bir millet ona bir teminat versin.

Ama buna karşılık, milletin hâkimden karşılıklı olarak bir teminat istemek hakkı değil midir? Buna dair hangi parti ortaya ne koyuyor?

Boş lâflar…

Hiçbir parti demiyor ki, hâkime şu teminatı vereceğim; ama millete karşı da hâkimin şu teminatı olacak, diyemiyor. İşte CHP, davulu her gün dövülen, bütün Türkiye basınının üstüne bağdaş kurmuş oturmuş, muazzam örgütüyle milletin üzerinde hâlâ etkisini devam ettirmeye çalışan Halk Partisi dediğimiz parti teklif etmiş. Daha dün neşrettiği [yayımladığı] seçim propagandası risalesinde [broşüründe] der ki:

Hâkim teminatı yüksek şûra ile temin edilir.

Ne oldu vatandaşlarım?

Hâkimi temin edeceğiz ama onun üstüne bir de yüksek şûra, beş on kişiden ibaret bir heyet daha kuracağız. Yani yukarıdan. Yani seçtiğimiz kendimize yarar beş on kişiyi getirip suyun başına, hâkimlerin üzerine, partilerin üzerine… yine etki edeceğiz.

Bu mudur hâkime verilen teminat?

Bugün bir Adliye Bakanı, hâkimi tutup oradan oraya atıyor; o zaman al sana “yüksek şûra” dediğimiz hâkimler heyeti, hâkimleri yine dama taşına çevirecek.

Böyle hâkim teminatı olur mu? Bunun teminat neresinde?

Hangi parti iktidara geçerse, gene hâkimler şûrasını elinde tutacak, istediği gibi, adliye cihazı üzerinde borusunu öttürecek. Böyle hâkim teminatı olmaz vatandaşlarım…

Fakat millete karşı bu teminat büsbütün yolsuzdur, yersizdir ve imkânsızdır.

VP, gene anayasa teklifi olarak hâkimlerin teminatını bir kelime ile gayet basite irca ederek [indirgeyerek] hallediyor.

Diyor ki, Hâkim nedir?

Anayasamız açıklamış: Hâkim, millet namına icra-i kaza eden [yargılama yapan] insanlardır. Yani hâkim de, senin, benim, milletimizin adına yargısını yapıyor, hüküm veriyor. Yani senin, benim adıma iradesini kullanıyor. Yani hâkim de, yine benim vekilim!

Kanun açıkça diyor ki: Hâkimler milletin her gün bir araya gelip yapamayacakları işi, millet namına oturup yapacaktır. O halde yine benim tayin edeceğim vekilimdir. Hâlbuki hâkimimi ben tayin edemiyorum.

Buna karşı VP açıkça teklif ediyor: Biz nasıl mebusumuzu seçiyorsak, hâkimimizi de öylece seçmeliyiz. Hâkimi millet seçerse, o zaman hâkim bir defa milletten üstün bir kuvvet olamayacağı için, milletin emrinde, milletin vereceği direktifle hareket eden bir insan olacaktır. Artık icra kuvvetinin tesirinden yahut herhangi bir bakanın emir ve iradesinden korkmayacaktır. Elindeki kanun ne ise onun dışına çıkmaz. “Falan vatandaş hamalmış, öbürüsü milyonermiş, dinlemez, kanun ne emrediyorsa ona göre hareket ederim”, der. O zaman hâkime teminat vermişizdir. O zaman hâkim de millete karşı herhangi bir teminatsız harekette bulunamaz. Çünkü düşünür; yarın bu milletvekillerinin çıkardığı kanunun sınırından bir milim bile dışarı çıkmamalıyım, der. Çünkü hâkim de bir insandır, vatandaşlarım. Hâkim gökten zembille inmiş bir melâike değildir. O da korkar, o da bakarsınız zayıf olan cihetiyle [yönüyle] bir acze düşer, insandır. O da beceriksiz olabilir, bilgisiz olabilir. Buna karşı milletin de bir teminat istemek hakkıdır. Bu teminat, milletin kendi namına icra-i kaza edecek hâkime oyunu bizzat verip, onu hâkim seçmesiyle mümkündür.

Bu da o kadar güç bir şey değildir, vatandaşlarım. Hukukçular sendikası olur. Bu sendika… İstanbul’un, farz ediniz ki ağır ceza mahkemesine hâkim seçilsin… Seçilecek, ağır ceza hâkimliği yapmaya elverişli hukukçularımız içerisinde kaç kişi var? Sendikası onu gösterir. Milletin önüne bu adaylar çıkarılır. Millet de o adayların içinden tıpkı bir mebus seçer gibi kendi hâkimini seçer. O zaman hem hâkim kendi teminatını milletten alır, milletin [verdiği] bir kuvvete dayanıp korkmaz. Hüküm verirken yalnız vicdanına ve millete sığınır; hem de buna karşılık milletin hâkimden korkusu kalmaz: acep hâkim tesir altında mı kalır, icra kuvveti hâkimi şaşırtır mı? Benim aleyhime hâkim herhangi bir zenginin, herhangi bir ağanın tesir ve nüfuzundan korkar mı? diye aklına bir şey getirmez. Çünkü hâkimlerin ekmeğini doğrudan doğruya millet tayin etmiş olur.

İşte bu nedir?

Yani, en son sistem insan iradesinin, insan siyasetinin en elverişli 3 üç parçalı işinden birincisi; mebus seçmek, ikincisi; hâkim seçmek, yani mahkemelerin istiklâli [bağımsızlığı] ve adalette mutlak hiçbir şeyden korkmaksızın, millete yüzde yüz sadık olması, bu şekilde mümkündür.

VP üçüncü siyaset cihazını: yani icra kuvvetini dahi gene böyle açık teklifle halletmiştir. Biz nasıl mebusumuzu seçiyorsak, nasıl hâkimimizi seçmeli isek, tıpkı öyle valimizi de, kaymakamımıza da seçmeliyiz. Batı Avrupa memleketlerinde, işte Amerika’da valiler seçiliyor. Bizde seçilemiyor. Seçemeyince, vali de ister istemez, kendinden mafevk yani kendinden üstün makamların yüzde yüz emrinde oluyor. Kanun şöyle emretse dahi, kanunun emrinden daha üstün gibi gelen ona, amirleri başka çeşitte, başka tefsirde emirler verdiği zaman, vali itiraz edemeyebiliyor. Yahut kaymakam inkıyat edebiliyor [boyun eğebiliyor]. Biz icra kuvvetinin dahi, mademki millet namına icra ediyor, tıpkı mebuslar gibi seçilmesine taraftarız. O zaman icra kuvveti millet önünde bir mesuliyet duygusu duyar. Lalettayin iktidara gelmiş herhangi bir partinin tesiri altında kalmaz.

Bu üç meseleyi ortaya koyuşumuz, maalesef VP dışında mevcut bütün kendine muhalefet süsü veren partilerin bu üç laf üzerinde sürekli gürültü çıkarmalarına karşı basit, kestirici bir cevap vermek içindir. Bu partiler, başka söyleyecek bir şeyleri olmadığı için, milletin dişine dokunur, milletin midesini tatmin eder, milletin hayatını düzene kor, rahatlaştırır şartlar, teklifler yapamayacakları için, mütemadiyen, bol keseden millete birtakım hürriyetler vaat ederler, birtakım muhtariyetlerden dem vururlar. Bunların başında üniversite muhtariyeti, radyo muhtariyeti vb. gibi lâflar söylüyorlar.

(Bu sırada dinleyiciler arasında yeniden söylenme ve gürültüler olması üzerine “Hikmet Kıvılcımlı -Sayın inzibat memuru, şurada bir vatandaş, vatandaşlarımızın dinleme hakkını men ediyor. İstirham ederim, müdahale edin. Bu vatandaşı dinlemeye sevk edin yahut alın götürün. Sayın inzibat memurumuz, lütfen müdahale buyurun. Vatandaşlarımızı konuşmaktan men ediyorlar. Vatandaşlarım, bize bu konuşma hakkını kanunlarımız vermiştir. Hiç kimse almamalıdır.” Gürültü bir müddet devam etmiş. Kıvılcımlı devamla: Vatandaş, vatandaşlar bakın nasıl iftira ediyorlar. Nasıl susturmak için hileler çıkarıyorlar. Kendisinin de bir sözü varsa, kendisi bir siyasi partiye girer, gelir; vatandaş önünde hesabı verir. Biz alnı açık hesap veriyoruz. Burada lâf karıştırmak, burada insanları birbirine katmak marifet değildir.” demiş ve devamla:)

 

Muhterem vatandaşlarım,

İşte bu bize Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras kalmış, maalesef derebeyi ananelerinden bir misaldir. O vatandaşımız mazurdur. Fikri ile kendi düşüncesi ile hareket etmiyor. Fikri ile hareket etse… Biz parti kurmuşuz. Bu parti, işçi partisi, köylü partisi diyoruz. O da çıksın, bir parti kursun. Ben şu partiyim, desin. Haydi Allah rızası için bunu yapsın. Çıksın milletin önüne, desin ki, ben şu şu teklifleri yapıyorum; bana oyunu ver, desin. Alsın. [Ve bir dava] koysun. O zaman millet önünde bir vatandaş gibi, medeni, modern bir vatandaş gibi fikrini söylesin lütfen. Biz de dinleyelim. Güzel teklifler yaparsa, kendisini alkışlayalım. Fakat biz konuşurken, bizim millete hitap etmemize engel olmasın. Neden korkuyor? Biz kendimizi millete tanıtıyoruz. Millet bizi görüyor.

(Gürültülerin ve münakaşaların yeniden çoğalması üzerine, H. Kıvılcımlı; “Dikkat ediyor musunuz? Bütün söylediği laf: Millet cahilmiş, millet kandırılıyormuş… Yağma mı var millet cahil olsun? Cahil, milleti cahil sananlardır. Milletin oyunu toplamıyor mu bütün partiler? O halde cehaletten mi istifade ediyorlar? Bütün bu hadiseler,  maalesef Vatan Partisi’nin niçin kurulduğunu bir kere daha ispat ediyor. Hatırlarsınız ki Vatan Partisi’nden başka partiler milleti çizmeden aşağı olan insanlar gibi görüyor. “Çizmeden yukarı konuşma”, diyor. İşçi çizmeden yukarı çıkmasın, diyor. Sevgili vatandaşlarım hâlâ tek parti devrinin haksızlıklarını, tek partinin kanunsuzluklarını müdafaa etmek istiyorlar” demiş, devamla:)

O devir kapanmıştır vatandaşlarım. Üç tane yıldızlı, mahmuzlu paşanın verdiği her fermana bütün millet kul köle gibiydi. Türk milleti demokrasi devrine girmiştir. Türk milleti yalnız kendi iradesiyle hükümet edilmesini istiyor. Türk milleti kendisinin cahil, çocuk sayılmasını istemiyor. Millet bıkmıştır bu laflardan. Millet namına, millet iradesini kullanıyoruz, diyor bütün siyasiler.

O halde yalan mı söylüyorlar?

Milletin iradesi ne ile belli olur?

Toplanıp konuşmakla belli olur.

Toplanıp konuştuğu zaman da, “Sen sus, öteki konuşsun!” denir mi? Sen de kur bir parti, sen de millete fikrini açıkla denilsin bakalım… Ama yalan söylersen, tabiî millet seni dinlemez. Susmayın vatandaşlarım! Bütün millet susmasın…

Bugün milletin dinlediği davalar nelerdir?

Buna dair hiç kimse bir şey söylemiyor.

Bugün en büyük sıkıntımız hayat pahası değil midir? Hadi buyurun, hayat pahasına ne çara düşünülüyor?

Vatandaşlarım, iktidar partisi daima öne rakamlar sürerek kendi muvaffakiyetlerini sayıyor.

Bu rakamların karşılığı olan hakikatler nelerdir?

Bunları da, müsaade etsinler, biz söyleyelim.

Vatandaşlar, hayat pahası niçin oluyor?

Buna karşı hiçbir kimse hiçbir izah yapmış değildir. Buna karşı daha geçen gün Trabzon’da konuşan Sayın Adnan Menderes:

“Göstersinler bir çare de bakalım ne diyorlar?”, diyor. Ve kendisi kanaat olarak diyor ki: “Bunun çaresi yoktur!” diyor.

Düşünün, hayat pahasının çaresi yoktur, diyorlar.

Vatandaşlarım, hayat pahası bir hastalıktır. Kabul edelim.

Bu hastalığın sebebi nedir?

Onu bulursak, ona karşı elbette çare buluruz. Hayat pahası gökten bir âfet-i semaviye [göksel afet] diye inmiyor. Hayat pahası Allah’ın gazabı değildir. Hayat pahası bizim politikamızın olumsuz neticesidir. Yani, hayat pahası, yine bizim, yine insanların herhangi bir yanlışlığından doğan bir neticedir.

Bu hayat pahasını bizde hangi sebepler meydana getiriyor?

VP buna iki büyük sebep öne sürüyor: Birincisi maalesef Osmanlı İmparatorluğu’ndan yanlış fikirler gibi, muzur [zararlı] bir cihaz gibi intikal eden [miras olarak geçen] Tefeci-Bezirgân ilişkileridir. Vatan Partisi buna “şuursuz [bilinçsiz] ticaret”, diyor.

Bakın, demin, olgun şuurla bize hitap eden vatandaşa da hak veririm. Kendisi de lütfen dinlesin ve izanla [anlayışla] düşünsün. Lütfen ezber kelimelerle değil, söyleyeceğim olaylar ve rakamlar üzerinde bir an için lütfen kendi kafasının içiyle düşünsün ve milletin büyük menfaati bakımından düşünsün. Hırsına kapılmasın. Biz de vatandaşız.  O da vatandaş. Ama vatandaşça konuşmaya alışalım.

(Hikmet Kıvılcımlı’nın sözünün burasında dinleyiciler arasında yeniden gürültü çıkmış ve anlaşılmayan münakaşa sesleri tespit edilmiştir. Hikmet Kıvılcımlı sözüne devamla:)

Ben size, hayatın nasıl pahalılaştığını, iki kere iki dört eder gibi, size rakamla ispat edecek, bir buğday meselesinden bahsedeceğim. Bunu, şimdiye kadar her toplantıda bahsettim. Velev tekrar olsun, yine bahsediyorum. Çünkü maalesef, bizim Hür Basın dediğimiz kurumlar, bizim sözlerimizi hiçbir zaman vatandaşa ulaştırmıyor. Eğer biz yanlış söylüyorsak, lütfen ulaştırsın da vatandaş kendi telkiniyle [düşüncesiyle] bizi reddetsin. Ulaştırmıyor. Çünkü bizim sözümüz doğrudur. Ve vatandaşın bunu duymasını istememektedir.

Buğday meselesi bugünkü iktidar partisi henüz iktidara gelmezden önce başlamıştır. DP henüz muhalefetti. Ve Mecliste DP’nin sözcüsü Sayın Adnan Menderes bulunuyordu. O zaman Türkiye bugünkü gibi daha 40 (bin) traktör de sokmamıştı memlekete. Fakat 300 bin ton buğday biriktirmiş ve bu buğdayını memleket haricine satmıştır. Bu buğday satışı üzerine Büyük Millet Meclisimizde büyük bir kavga çıktı. Vatandaşım, ofisten 18 kuruş 18 santime buğday satın almış, yabancıya 15 kuruşa satmıştır. Yanlış değil: 18’e almış, 15’e satmış… E, bu nasıl ticaret diyeceksiniz? İşte bilinçsiz ticaret burada başlıyor, bu rakamların altında gizleniyor, Vatandaşlarım. Ve hayat pahası buradan çıkıyor, vatandaşlarım.

Bunu hayrına mı yapmış bu tüccar?

Az aşağıda ikinci bir misalle bunun nasıl müthiş bir kâr yaptığını, yine rakamla sizlere ispat edeceğim. Burada yalnız şunu söyleyeceğim ki bu alışverişte sözle görülen bu alışverişte müthiş kâr olduğu için muhalefet partisi sözcüsü aynen şu cümleyi söylüyordu. Diyordu ki Sayın Adnan Menderes:

“Bu hububat yekûnunun (Meclisteki zabıtlardan aynen okuyorum) (Sayın Adnan Menderes iktidara gelmezden evvel aynen şöyle diyordu): “Bu hububat yekûnunun 400’den fazla talibi bulunduğu halde 25 kişi eline geçirilmesini intaç eden [oluşturan] tutumun ve gidişin durdurulması lâzım geldiğini takdir buyurursunuz”, diyordu.

Yani, ne diyordu?

Affedersiniz, cümle fazla uzun, fazla afilli. Maalesef daima böyle konuşurlar. Millet anlamasın diye galiba…

Ben iki kelime ile özetleyeyim:

O zaman sözcü diyor ki, 200, 300 bin ton buğday çıkıyor. Bu çok muazzam bir kâr sağlıyor. Çıkan bu kâr, Halk Partisi tarafından Tefeci-Tüccar-Bezirgânlara, 25 kişiye bağlanmış. Hâlbuki bu kârı, Türkiye’de 400 kişi yapmalıydı, diyor.

Şimdi anlıyor musunuz vatandaşlarım işin içyüzünü?

Aynılar…

Kendisine iki büyük siyasi parti süsü veren iki siyasi teşekkülümüz TBMM’ye gitmiş, yüz binlerce ton buğdayın satışından elde edilecek kaymağı, birisi diyor ki 400 kişi yesin, öteki de hayır 25 kişi yesin, diyor.

 

Aziz vatandaşlarım,

Bütün kavga 25 kişi mi, 400 kişi mi yesin kavgası imiş. Daha o zaman iktidara DP gelmemişti. Ve biz bu hadiseyi görünce tüylerimiz diken diken olarak açıklamıştık. Hani memlekette demokrasi, halka ucuzluk?.. Hani millete rahatlık getirecekti bu DP?..

(Sözün bu sırasında bir dinleyici hatibe diktafonda anlaşılmayan mahiyette sözlerle müdahale etmiş, Hikmet Kıvılcımlı sözüne devamla:)

Kanun sayesinde konuşuyorum. Senin elinde, onun elinde olsaydı, Osmanlı İmparatorluğu’ndan arta kalmış fikirlerin zebunları [güçsüzleri, acizleri], ellerinden gelseydi, bu millete nefes hakkı vermezlerdi. Biz maalesef millet önüne çıkmış bu partinin, milletin büyük davalarını gereği gibi hassasiyetle ele almayacaklarını anlamıştık. Nitekim çok geçmedi, vatandaşlarım, çok geçmedi DP iktidara geldi.

Kimin sayesinde?

Millet ona oyunu verdi, iktidara geldi.

Geldikten sonra ne oldu?

1953 senesinde yeniden bir buğday meselesi ile karşılaştık. 1953 senesinde de Japonya’ya 200 bin ton buğday ihraç edildi.

Hangi fiyata?

Yine arz edeyim vatandaşlarım. Ofisten tüccarlar 96 dolara bir ton buğday almış, kefereye 90 dolara satmış, vatandaşlarım.

Şimdi bakın karşılığı ne oluyor? Eh ne olsun?

Zarar etmişler. Zarar edince vatandaşlarım… Bir küçük esnaf, bir küçük tacir, bir küçük vatandaş herhangi bir malı 5 kuruşa alıp ta 4 kuruşa satar ve iflâs ederse ona hiç kimse acımaz. O, budala mıdır, deli midir? deriz. Devlet baba da elbette aldırmaz. Ne yapalım, her koyun kendi bacağından asılır, der; bu adam da 5’e aldığını 4’e satmasaydı, der.

Hâlbuki büyük, yüz binlerce ton buğday satmış olan bu tüccarların 900 bin dolar zarar ettiğini gören hükümet ne yapıyor?

Şefkate geliyor ve diyor ki; “Sizlere ben 4 milyon 700 bin dolarlık ithalât imtiyazı veriyorum.”

Yani sen 4 milyon 700 bin dolarla gâvurdan ne alabilirsen al, memlekete sok, sat… Açık imtiyaz veriyorum, diyor.

Bunun manası nedir, vatandaşlarım?

Bakın izah edeyim. Onu yine ben söylemeyeyim. Benim fikrim zannetmeyin. Gazetenin 20.10.1953 günlü nüshasında bir tüccar vatandaş derdini şöyle yazıyor, diyor ki:

“Hükümet bizim sattığımız fındık bedeli doları 280 kuruştan alıyor. Bu üç firmaya aynı satıştan elde edilecek doları 10 liraya satmak müsaadesini tanıyor.”

Anladınız mı, vatandaşlarım? Alicengiz oyunu işin neresinden geliyor anladınız mı?

Ben Türk vatandaşı, ben Türk köylüsü çalışıp çabalayıp buğdayı meydana getiriyorum ve onu satarken, sattığım bir dolarlık buğdaya karşı 280 kuruş alıyorum. Benim bezirgân da gâvurdan bir dolarlık mal alırken benim paramla, Türk parası ile 10 lira ödüyor. Bunlar rakamdır. Bunları hiç kimse uyduramaz.

 

Vatandaşlarım,

DP iktidara gelmezden evvel, Demokrat Parti sözcüsü: “Neden 400 kişi varken 25 kişiye verdin bu kaymağı?” diye kıyamet koparıyordu. Şimdi kendisi iktidarda: 3 firmaya veriyor. Firmaların isimlerini de okuyayım vatandaşlarım: tanıyın bu meşhur firmaları. Bunların hepsi keferedir. Türk değildir, yabancıdır, biliyorsunuz: Kontinental-Bunker-Dreyfus… Bu üç kodaman kefere firma, Türkiye’de onların ajanlığını yapan 3 sözde Türk ismini almış firmayı buluyor. Onlar da: Perteks-Domeks-İnal ihracat firmaları.

Dikkat buyuruyor musunuz işin fecaatine?

3 ecnebi, Türkiye’de 3 ajan firma buluyor. Bezirgân firma… Bunlar vasıtasıyla 200 bin ton buğday üzerinde istediği gibi oynamak imkânı buluyor.

Ne yapıyor?

Devletten 4 milyon 700 bin doları, beher doları 280 kuruştan alıp cebine koyuyor. Götürüyor… Zahmet edip mal da ithal etmiyor. Götürüyor başka firmalara, başka bezirgânlara al sana bu dolarları satıyorum, sana 10’ar liradan, diyor. Aldığı doları, sizin anlayacağınız basitçe 47 milyona satıyor. Oturduğu yerde tüccar, hiç ensesi terlemeden, yüzü kızarmadan, 13 milyona alıyor, 47 milyona satıyor. Yani 34 milyon kârı cepceğizine indiriyor, vatandaşlarım.

Bu bezirgân, bu 3 bezirgân -vicdanınıza hitap ediyorum- (…) vatandaşım, sevgili vatandaşım, muhterem vatandaşım, Allah rızası için ben rakam söylüyorum.

(Sözün burasında dinleyicilerden biri: “Bunu kabul etmiyorum” demiş, Hikmet Kıvılcımlı devamla:)

Açıklıyorum vatandaşlarım, kardeşlerim. Eğer bu 34 milyon lira… rakam meydanda kardeşim. Ben uyduruyor isem Allah beni kahretsin.

Bu 34 milyon kârı yapan 3 firmaya gazeteci soruyor:

“Siz bu kadar kârı nasıl yaptınız? Bu sahi mi?”, diyor.

Firma cevap veriyor, diyor ki:

“Biz bu kadar büyük iş yaptık”, diyor. “Bütün yaptığımız kâr Kontinental, Bunker, Dreyfus’a (800) bin lira kâr bıraktı. Bize de ancak 200 bin liracık kâr kaldı”, diyor.

Yani 34 milyonluk kârı 1 milyoncuk gösteriyor.

Dikkat edin: Bunun altında gizli manalar vardır, vatandaşlarım. Bezirgân (34 milyon kâr ettiği açıkça meydanda iken) defterine 1 milyon yazıyor. Yani devletin kasasından 33 milyonu saklamış duruma düşüyor. Hiç olmazsa 33 milyon olduğu gibi kâr ettim dese eh…  Hiç olmazsa 5-6 milyon da vergi, belki kasamıza girer, belki milletin bir gözünün yaşına çare olur, değil mi? Onu da saklıyor. Çünkü kitabına uyduruyor. Dolar 280’den, diyor; akan sular duruyor.

Ondan sonra, daha büyük facia, hepimizin büyük sıkıntısını çektiğimiz asıl facia başlıyor. 280 kuruşa alıp 10 liraya sattığı bu dolarları, öteki bezirgânlar babası hayrına almıyorlar. Onlar da, bunlarla hariçten mal getirecekler.

Hariçten nasıl mal getirecekler? Maalesef milletin zarurî ihtiyaçlarına karşı mal mı getirecekler?

Asla. Bir fabrika getirseler, haydi yine diyelim ki, bu milyonları yediler ama neyse, memlekette bir baca tütüyor. Onun içinde 3-5 yüz vatandaşa ekmek çıktı. Eh ne yapalım? Kaderimizmiş, yine bir faydalı yola harcandı, diyelim… Öyle değil mi vatandaşlarım?.. Mademki imtiyaz almıştır; memlekete sokacağı, bezirgâna en çok kâr getiren emtia olacaktır. O memleketin fabrika ihtiyacını, şoförlerin lastik ihtiyacını, yol park düşüncesini aklından geçirmiyor! Ve bir şey düşünüyor: Kâr!

En kârlı ne girer memlekete?

Mademki bu imtiyaz bende: “lüks eşya [sokmalıyım. Çünkü  en karlısı bu”, diyor]. Onun için vatandaşım, çıkın Beyoğlu’na, bütün memleket 77 buçuk keferenin panayırı halinde, lüks eşya dolu. Buna mukabil penisilin yok, yedek parça, lastik yok. Zaruri ihtiyaç maddeleri yok. Ve memlekete giren her eşya bir dolar 15 liraya, 20 liraya çıktığı için ateş pahası oluyor.

Gördünüz mü memleketimizde siyaset dediğimiz olay, mutlak bu kadar büyük, bu kadar mühim işlerin başında demektir. Ve bu işlerin başı sizlere teslim edilmiştir. Sizlerin oyunuzla oluyor bütün bunlar. Ama bir bakıyorsunuz, hayat pahalılaşıyormuş. Soruveriniz muhalefet, iktidar partilerine: “E, ne yapalım? İnşallah belki bir çare buluruz.”, diyorlar. Bazısı da: “Bunun çaresi yok”, deyip çıkıyor…

Nasıl çaresi yok, vatandaşlarım?

Bunun çaresi meydanda, sebebi meydanda. Bu sebebe karşı alınacak tedbir: bugün artık bizim söylememize hacet bırakmayacak kadar basit tedbir… Vatandaşlarım, bir dolarlık malın 280 kuruşa satılırsa, ben de keferenin 1 dolarlık malına ancak 280 kuruşa alırım: vermem ona 10 lira, vermem ona 15 lira…

Bu nasıl olur?

Bezirgânlarımıza gem vurur, dış ticaretimizi biraz dizgin altına alırız. Bu o kadar insanüstü bir iş değildir, vatandaşlarım.

Bugünkü pahalılığın en mühim sebeplerinden bir ikincisi de, Vatan Partisi’nin Programı’nda tespit ettiği gibi ve şurada deminden beri de ifade etmek istediğimiz gibi, Pahalı Devlet’tir. Sanayisiz millete pahalı devlet maalesef kaba bir halk sözü ile ifade ediyoruz: Kel başa şimşir taraktır, diyoruz.

Biz fakir milletiz, vatandaşlarım. Fakir millete pahalı devlet, lüks devlet olmaz. Skania Vabis otobüslerini tanıyorsunuz; demir gibi otobüsler. Bunları bize satan memleket İsveç’tir. Bu İsveç’e giden bir gazeteci, buraya yazdığı havadiste demiş ki, İsveç başvekili tramvayda öldü.

Bu küçük havadisin müthiş manasını göz önüne getiriyor musunuz?

İsveç bizden beş on kere zengin memleket. İsveç’in başbakanı ölecek hale gelmiş, ihtiyar bir vatandaş… Senin benim gibi tramvayla işine gidiyor, tramvayla geliyor. Ve bir lâf arasında, İsveç Müdafaa Nazırının sabahleyin evinden bisiklete binip Harbiye Nezaretine gittiğini, akşam bisikletle evine döndüğünü söylüyor gazeteci. Evinde bir tek hizmetçi bulunduğunu söylüyor. O bakanın karısı da öğretmendir. Bakan gibi o da çalışıyor. O da memleketin hizmetindedir. Ve eve geldiği zaman, evinin çamaşırını o yıkıyor, bulaşığını da,  yemeğini de [o yapıyor]…

Bize böyle ucuz devlet lâzım, vatandaşlarım. Biz bugünkü şartlar altında neredeyse mahalle bekçisinin altına da bir Kadillak vermeye kalkıyoruz.

Aslının aynıdır.

1/12/1959