Ahmet Say’ın kaleminden Hikmet Kıvılcımlı Usta…
Her yönüyle müthiş bir militan olan “Doktor”u düşündükçe, “Onun gibi bir insan bu ülkeye bin yılda bir gelir” derdim içimden; sonra düzeltirdim: “Hayır, iki bin beş yüz yılda bir!”
Çünkü Dr. Hikmet, hem toplum düzenimiz üzerine yaptığı özgün çözümleme ve saptamaları, hem de çevresindekileri yetiştirmesi yönüyle bir antik çağ düşünürü gibiydi.
Belki de daha çok, 13’üncü yüzyılın yarı Şaman yarı Müslüman Babai isyancısı Baba İlyas ve Baba İshak’a, ya da 16’ncı yüzyılın paşalara maşalara meydan okuyan mangal yürekli aşıkı Pir Sultan Abdal’a benzerdi.
Yakından tanıyanlar iyi bilir: Olağanüstü üstün vasıflarının yanı sıra, olağanüstü alçakgönüllüydü. Pythagoras gibi çok yönlü yaratıcı zekâya sahip, Hâce Bektaş gibi derinlikli ve örgütçü, Marx gibi felsefeyi çaresiz bırakmayan, Köroğlu gibi yürekli ve deli dolu, Dadaloğlu gibi gürleyen bir Anadolu yiğidi olmasına karşın, hiç öyle değilmiş gibi davranırdı. Yirmi iki yıl zindanda yatmış olmasını, uyumak, su içmek, çiş etmek gibi olağandan sayardı. En karanlık, en korkulu günlerde bile sızlanacak adam değildi. İşkenceyse işkence! Zindansa zindan!
Zindanda da durmadan çalışmış, kitaplar dolusu yazmış, tarih anlayışına soluk katmıştı.
*
1960 yılının başlarında Doktor Hikmet’ in muayenehanesi, Cağaloğlu Meydanı’nda, Kapalıçarşı’ya uzanan yolun sağdaki hemen ilk binası olan üç katlı eski bir taş evin girişindeydi.
Mandela adının geçmediği henüz o yıllarda, düşünce suçlusu olarak dünyada en uzun süre hapis yatanlar listesinin başında olan Dr. Hikmet’le tanışmak, görüşlerini dinlemek için onun muayenehanesine gittim.
Bembeyaz olmuş gür saçlarıyla bu uzun boylu, sırım gibi, dimdik duran insanla karşılaştığım anda etkilendim. Yüzünden özgüven ve kararlılık akıyordu. Benimle hoşgörülü bir tavırla ve kısık bir sesle konuşuyordu. Dost ya da düşman olabileceğim konusunda umursamazdı. Bunu hissettikçe rahatlıyordum. Zaten o sormadan ben kimliğimi beş on cümlede özetlemiştim. Bunun üzerine o, konuşmasının arasına teoriyle ilgili birkaç soru serpiştirdi. Ateş gibi cevaplayınca gülümsedi.
Ona duyduğum derin saygıyla 1967 yılında yayımlamaya başladığımız haftalık “Türk Solu” dergisine sürekli yazmasını istemek üzere, ona bu kez Vahap Erdoğdu’yla birlikte gittik. Türk Solu’nda doktorun 120 dolayında yazısını yayımladığımızı tahmin ediyorum.
Bir kez de Ankara’ya geleceğini birkaç gün önceden bildirmişti. Mihri Belli ve birkaç arkadaşımızla bu randevuya gittik. Türk Solu hareketinin stratejisi üzerinde mutabakatımızı pekiştirdik. O akşam Kıvılcımlı ve arkadaşlarından ayrılırken doktor sırtıma dostça iki kez vurdu, gülümseyerek şöyle dedi: “İyi bir aydınsın, kaldıramayacağın yükün altına sakın girme! Yoksa seni hepten kaybederiz!”
Dr. Kıvılcımlı’nın bu öğüdüne hep uydum. Beceremeyeceğim işlere girmedim. Üstesinden gelebileceğim işlerde ise gözümü kırpmadım. Kısa sürelerle değişik hapishanelerde yattığım bir buçuk yıl, bana eğlence gibi geldi. Davaların hepsinde aklandıktan sonra, boşuna yatırılmış olmam dolayısıyla tazminat davası açmaya tenezzül etmedim. Vicdanımdan yükselen sese göre, “Yargıçlar aklımdan geçenleri okuyabilse, müebbede mahkûm olurdum” düşüncesindeydim.
Yaşam boyunca sıkı çalıştım, ciltler dolusu kitap yazdım. Giriştiğim her işin en iyisini yapmak istedim. Kendimle barışığım. 76 yaşındayım, kafam dinç, dilediğim gibi yaşıyor, yani okuyup yazabiliyorum…
*
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, “Günlük Anılar” adlı son kitabında şöyle yazar:
“Trajedim, gittikçe sona yaklaştığımı bağırıyor. Bir yıldır kanıyorum. 13 sondalı, bıçaklı müdahale geçirdim. Bunlardan, 4’ü narkoz altında, 9’u uyutulmadan tam işkence olarak geçti.
“(…) 1921’den 1971’e dek Türkiye’de hiç aralıksız Marksist- Leninist olarak teorik ve pratik savaş verdim. 50 yıldır Türkiye burjuvazisi beni ‘Azılı komünist’ diye boyuna kovuşturup mahkum etti. 40 yıla yakın mahkûmiyet hükmünü ‘Komünistlik’ suçundan giydim. 22 yıl cezaevlerinde ‘Komünist’ diye yattım.
“1971 Haziranı Sofya’da -bana değil, yanımdakilere- benim Türkiye Komünist Partisi’nden atıldığım söylendi.
“O güne dek, ‘Parti’ adına hiç kimse bana özel yaşantım veya ideolojim açısından en ufak bir eleştiride yahut bildirimde bulunmadı. Düşünce ve davranışlarıma ‘saygı’ gösterildi.
“O nedenle Sofya ve Berlin’den Moskova emriyle kovuldum.
“( … ) 50 yıllık pratikte, hiçbir polis işkencesi, ağzımdan ne bir örgütü, ne bir kişiyi suçlayacak tek söz alamadı. ( … ) 50 yıldır sık sık çağrıldığım Türkiye dışına, 50 dakika dinlenmek için olsun gidemeyecek kertede ‘içerideki’ yükümlerimi bir an bırakamadığımı, sosyalist ahlâkını sıfıra düşürmemiş hiç kimse inkar edemez. Tartışılamaz gerçek bu iken, 50 yıl sonra kanser illetimin Türkiye’de tedavi olanağı bulunmadığı için, kavga arkadaşlarımın ısrarı ile ve kendi kanunlarını çiğneyen militarist-faşist mahkeme, en haksız yere idam cezasını peşime düşürdüğü gün, dışarıya kaçar kaçmaz önüme sosyalist ülkelerde çıkarılan bu politik ‘idam’ cezası, hangi vicdanın ve iz’anın ürünü olabilir?” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, “Günlük Anılar”, Bütün Eserleri: 16, Sosyal İnsan Yayınları, İstanbul, 2009)[1].
Yurt dışına kaçan kanser hastası Hikmet Kıvılcımlı, bir süre sonra öldü. Ama şerefiyle öldü.
Politik “idam” cezasını veren TKP’li bayların ise adını bile hatırlayan yok şimdi…
(Ahmet Say, Ağaçlar Çiçekteydi, Evrensel Yayınları, 2011, s. 291-294)
[1] Hikmet Kıvılcımlı, Kim Suçlamış, Yol Yayınları, s. 43-45.