AKP’giller’in İşçi Sınıfına yönelik saldırıları hız kesmeden sürüyor
Hükümet tarafından Sözde Tartışmaya Açılan Tasarıda; Sözde Mahkemelerin İş Yükünün Hafifletilmesini Sağlamak Adına, Açıkça İşçi sınıfının kazanılmış hakları ile İş Hukuku’nun temel felsefesi olan “İşçiyi Koruma” ilkesini ortadan kaldırmayı amaçladıkları görülmektedir.
Siyasi iktidarın İşçi Sınıfımıza ve emekçi halkımıza yönelik saldırıların güncel olanlarına geçtiğimiz yazılarımızda yer vermiştik. Olası hak kayıplarını ve bunlara karşı neler yapmak gerektiğini anlatmaya çalışmıştık. Yakın geçmişte; AKP’giller’in Asgari Ücret aldatmacasını, Taşeron işçilerinin “kadroya alıyoruz” diyerek kandırılmasını, “Özel İstihdam Büroları” olarak getirdikleri “Köle Pazarları”nı işlemiştik.
Şimdi ise gündemlerinde; (hiç akıllarından çıkmayan ve fırsatını kolladıkları Kıdem Tazminatı hakkının ortadan kaldırılması bir yana) 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu değişiklikleri var.
AKP’giller, iktidara geldiklerinden bu yana, işçilere ve bir avuç Parababası ile Tefeci-Bezirgânın dışında kalan tüm emekçilere yönelik saldırılarını hep yargıyı alet ederek yapmaktalar. Giderek, salt ceza yargılamasında değil, özel hukuk ve idare hukuku alanında da kendilerinin ve yandaşlarının çıkarlarını koruyan bir mekanizma oluşturdular.
Bunların imar yolsuzlukları, kamu mallarını aşırmaları ve yandaşlarına peşkeş çekmeleri artık İdare Mahkemelerinden veya Danıştaydan dönmez oldu. İşgal ettikleri devlet makamlarındaki usulsüz harcamaları denetleyen bir Sayıştay da kalmadı yazık ki. Hele hele TCK 299’uncu madde mağdurları binleri aştı. Yıllardır kullanılan, hiçbir şekilde soruşturma konusu olmayan pankartlar, dövizler artık “Cumhurbaşkanına Hakaret” olarak değerlendirilmekte. Oysa ortada anılan maddenin koruduğu şekliyle bağımsız, tarafsız bir Cumhurbaşkanı da olmadığı ve hatta adamın defalarca söylediği gibi “fiilen başkanlık rejimine geçildiği” halde…
Yani eğer başkanlık rejimine geçilmişse, TCK 299’uncu maddenin de uygulama olanağı kalmamaktadır. Bizzat Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden şahıs, “ben artık devlet başkanıyım” dediği halde, hâlâ bu maddeden dava açan ve savcılar ve ceza kararları veren yargıçların bağımsız ve tarafsız, vicdanının sesini dinleyen gerçek hukukçu olduklarından söz edilebilir mi?
Tabiî ki hayır.
Öyle ki, bu maddenin açıkça Anayasaya aykırı olduğunu düşünen ve Anayasa Mahkemesine başvuran gerçek yargıçlar ise sürgünlerle karşılaşmaktalar.
Sonuç olarak; yüksek yargıçların cübbesine “çay lekesi” de bulaşınca, artık bunların; ne hukukun üstünlüğü, ne adalet, ne özgürlük, ne eşitlik, ne temel insan hakları gibi bir dertleri kalmadı. Artık tüm kararlar, işlemler ve eylemler AKP’giller’in “Büyük Reisi”nin o anki günlük çıkarlarına endekslenmiş durumda.
AKP kendi yandaşlarının çıkarını koruyor
Gelelim İş Mahkemeleri Kanununda yapmak istedikleri değişikliklere…
Hükümet tarafından Sözde Tartışmaya Açılan Tasarıda; sözde mahkemelerin iş yükünün hafifletilmesini sağlamak adına, açıkça işçi sınıfının kazanılmış hakları ile İş Hukuku’nun temel felsefesi olan “İşçiyi Koruma” ilkesini ortadan kaldırmayı amaçladıkları görülmektedir.
Tasarının üçüncü maddesi ile getirilen “Zorunlu Arabuluculuk” sistemi ile İş Mahkemelerinde açılacak tüm davalarda, (işe iade davaları dahil) önce arabulucuya gitme zorunluluğu dayatılmaktadır.
İşten çıkartılmış bir işçinin bir ay içinde açması gereken işe iade davasından önce, kendisini yeni işten çıkartan işvereniyle hemen masaya oturabilmesi/oturabileceğinin düşünülmesi ya da aynı masaya otursa dahi buradan adaletli bir sonucun ortaya çıkabileceği ülkemiz gerçekleriyle bağdaşmaz.
Yine Toplu İş Sözleşmesine (TİS) dayanan bir uyuşmazlıkta, TİS’in tarafı olan sendikanın dışlandığı bir arabuluculuk sisteminin adil bir sonuç veremeyeceği açıktır.
Dolayısıyla salt yargının iş yükünü hafifletmek için; “silahların eşit” olmadığı, güçlü işveren karşısında zayıf işçinin korunmaya muhtaç olduğu iş hukuku uyuşmazlıklarında zorunlu arabulucuya gidilmesi kabul edilemez.
Arabuluculuğun gönüllü olması bir yere kadar kabul edilebilir. Kaldı ki, Arabuluculuk Kanununda da “gönüllülük” esas alınmıştır. Hal böyle olunca iki kanun arasında da çelişki ortaya çıkacaktır. Ama AKP’giller’de kanunlar arasında çelişkinin olup olmamasının bir önemi yoktur. Onlar için önemli olan; kendilerinin ve yandaşlarının çıkarlarıdır.
Eğer bu konuda samimi olsalar; İşçi alacağı davalarında, davadan önce arabulucuya gitmek ya da doğrudan dava açmak konusundan işçiye seçimlik hak tanırlardı ve daha hakkaniyetli davranmış olurlardı. Ama nerede bunlarda hak-hukuk?..
Tasarının 6’ncı maddesiyle, bugüne kadar uygulanmakta olan; İş Mahkemelerinde açılacak davalarda “yetki sözleşmelerinin geçersiz olacağı”na yönelik düzenleme çıkartılmaktadır. Şu anda işçi, davasını genelde işyerinin bulunduğu yerin mahkemesinde açmaktadır. İş sözleşmeleriyle getirilen “yetkili mahkeme” düzenlemeleri geçersizdir. Ancak tasarı bu haliyle yasalaşırsa, uygulamada çok sık yetki karmaşaları yaşanacaktır. Dolayısıyla davaların daha da uzun sürelerde sonuçlanmasına neden olunacaktır.
Tasarının 13’üncü maddesiyle 4857 sayılı İş Yasasının 20’nci maddesinde yapılan değişiklikle, işverence yapılan fesih bildiriminin işçiye “tebliği” koşulunun kaldırılıp “bildirim”le yetinilmesi, uygulamada ciddi ispat sorunlarına neden olacaktır. Kötü niyetli işverenlere ciddi olanak sunan bu düzenlemenin kabulü mümkün değildir.
Kaldı ki, şu anki uygulamada işverenin derhal feshi hallerinde işçiden savunma alınmamakta ve fakat fesih bildiriminin yapılması gerekmektedir. Dahası, İş Kanununun 20’nci maddesinde yapılmak istenen bu değişiklik aynı yasanın 19’uncu maddesindeki; “İşveren fesih bildirimini yazılı olarak yapmak ve fesih sebebini açık ve kesin bir şekilde belirtmek zorundadır.” şeklindeki emredici kural ile de çelişmektedir.
Tasarının 14’üncü maddesiyle İş Kanununun 21’inci maddesinde yapılmak istenen değişiklikle, şu anki uygulama olan; “(…) feshin geçersizliğine karar verildiğinden, işveren, işçiyi bir ay içinde işe başlatmak ZORUNDADIR” şeklindeki işçi lehine emredici hüküm kaldırılmaktadır.
Ayrıca bu değişiklikle, işçiyi koruyucu mevcut hükümler tamamen ortan kaldırılıp, yargılamada geçen sürenin ücreti tazminata dönüştürülerek; hem işçinin en az dört aylık kıdem tazminatı alması ve sigorta günlerine 120 gün eklenmesi ortadan kaldırılacak hem de ilk fesih tarihindeki ücret baz alınarak bu tazminatlar belirlenerek emsal ücretten uzaklaşılacaktır. Böylece işe iade davasını kazanan işçi; yargılama süresince işyerinde gerçekleşen ücret artışlarından, kıdem tazminatı tavanı artışlarından ve hatta asgari ücretteki değişikliklerden yararlandırılmamış olacaktır.
Ciddi hak kayıpları yaşanacak
Esasen, mevcut uygulamada dahi, bir iki yılı bulan yargılamaların ancak 4 ayının çalışılmış gibi kabul edilmesi de adaletli değildi. Ama tasarıda buna bile tahammül edemiyorlar. Bu durum kabul edilemez.
Ayrıca, bugünkü uygulamada, işe iade davaları; yetki tespit davaları ile iş güvencesinin kapsamının belirlenmesinde aranan otuz işçi sayısının tespiti bakımından bekletici mesele yapılmaktaydı. Bir başka anlatımla, işe iade davasını kazanan işçi, işyerinde çalışan işçi ve eğer işyerinde sendika varsa yetki tespiti sürecinde de sendika üyesi sayılırken, bu maddenin gerekçesine göre artık sayılmayacaktır.
Ülkemizde işverenlerin, sendikal örgütlenme aşamasında birçok sendikalı işçiyi işten çıkarttıkları düşünüldüğünde, bu düzenlemelerle, işe iade davası açan işçinin üye sayılmaması ve otuz işçi sayısına dahil edilmemesinin işverenlere büyük bir ödül olduğu çok açıktır.
Tasarının 15’inci maddesiyle getirilen ve bir kısmı tazminat olan işçi alacaklarında zamanaşımının iki yıla indirilmesi de büyük hak kayıplarına neden olacaktır. Yani eğer bu tasarı yasalaşırsa işçiler; kıdem-ihbar tazminatı davaları dahil tüm alacaklarını iki yıl içinde dava konusu yapabileceklerdir. İki yılı geçirenlerin hakkı yanacaktır.
Kaldı ki, Borçlar Kanununun 146’ncı maddesinde; “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, her alacak on yıllık zamanaşımına tabidir.” hükmü bulunmaktadır. Devamındaki 147’nci maddede ise “Beş yıllık zamanaşımına tâbi alacaklar” sayılmıştır ve burada işçi alacakları bulunmamaktadır. Borçlar Kanunundaki bu uzun sürenin işçiler bakımından iki yıla indirilmesi en başta Anayasanın Eşitlik İlkesine de aykırıdır.
Yine böylesi kısa sürelerin, özellikle kısmi davalarda ıslah edilen miktarların erimesine neden olacağından uygulamada çok ciddi hak kayıpları da yaşanacaktır.
Tasarı ile 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunundaki birçok madde “Temyiz Edilemeyecek Kararlar” arasına alınmıştır.
Öncelikle belirtmeliyiz ki; Sendikalar ve Toplu İş Hukukundan kaynaklanan davalar; özgün ve teknik konulardır. Bu alanda, temyiz mercii olan Yargıtayın ilgili daireleri (çeşitli sorunlara rağmen) uzmanlaşmıştır. Bir başka anlatımla, Yargıtayın yıllara varan deneyimleri ve çabalarıyla bir hayli içtihat birikimi de oluşmuştur. Böylesine özgün bir konuda temyiz yolunun kapatılıp, itiraz mercii olarak yeni kurulmuş istinaf mahkemelerine gidilmesi doğru değildir. Zira istinaf mahkemelerinde ilk derece mahkemeler gibi yargılama da yapılacağından içtihat oluşturma ya da uygulama birliği sağlama gibi bir işlevleri olmayacaktır.
Olması gereken; 6356 sayılı yasa ile getirilen düzenlemelerle, zaten seri muhakeme usulüne tabi olan ve bir kısmı Yargıtayca on beş gün, bir ay veya iki ay gibi kısa sürelerde sonuçlandırılacağı öngörülen temyiz incelemelerinin bu sürelere uyularak yerine getirilmesinin sağlanmasıdır.
Ama bunların derdi başka.
Sonuç olarak; sözde yargının iş yükünün hafifletilmesi gerekçesiyle getirilen İş Mahkemeleri Kanunundaki bu değişiklikler, işçiler ve sendikalar açısından ciddi hak kayıplarına neden olacaktır. İşçilerin ve Sendikaların yargı yolunu etkin bir şekilde kullanmalarının önü kesilmektedir. Dolayısıyla bu tasarı; hak arama özgürlüğünün kısıtlanması ve etkin başvuru yollarının tıkanması yönlerinden de ANAYASAYA AYKIRIDIR.
Tabiî en önemlisi; bu değişikliklerin yasalaşmaması için işçi ve emekçilerin örgütlü mücadeleler yürütmeleri gerekmektedir. Bu mücadelede sendikalara da büyük görevler düşmektedir. Ama bu görevi yerine getirecek sendika sayısı da maalesef yok denecek kadar azdır.
DİSK’e bağlı Nakliyat-İş sendikası elinden geleni yapmakta, İstanbul’dan İzmir’e, Eskişehir’den Konya’ya üyelerinin bulunduğu her yerde sürekli mücadele etmektedir.
Yani bu görev de Proletarya Sosyalistlerinin omuzlarındadır…