Site rengi

Tasarım

Cumhuriyetin “Beyaz Devrimi” Şeker Fabrikalarını satmak VATANA İHANETTİR… SATILAMAZ!

06.03.2018
760
A+
A-

 “Memleketimizin her müsait mıntıkasında Şeker Fabrikalarının çoğalması ve bu suretle memleketin şeker ihtiyacının temini mühim hedeflerimiz sırasında tanınmalıdır.” 20.12. 1930

Gazi Mustafa Kemal

 

“Yerli ve Yabancı Tekeller” kıskacında

“Yerli ve Milli Tarım(! )” Yalanları

Ülkemizde yeraltı ve yerüstü tüm kaynakların özelleştirilip satışa çıkarıldığı olağanüstü karanlık günler yaşıyoruz. Son haber ne yazık ki Şeker Fabrikalarından geldi. Cumhuriyetin “Beyaz Devrim” adını verdiği bu kaleleri satmak, vatana ihanettir.

AKP’nin “Milli Tarım” dediği, çokuluslu şirketlerin saldırılarını halkın gözünden kaçırmak için söylenmiş koca bir yalandır. İktidara geldiği ilk günden beri IMF’ye selam çakıp yoluna devam eden soyguncular çetesi, tarımı tamamen dışa bağımlı hale getirirken, yerli ve yabancı tekellerin yararına çok sayıda yasal düzenleme ile çiftçilerin üretim yapma güçlerini de ellerinden aldı.

 

Cumhuriyet’in Tarım Politikaları

Türkiye’de tarımın geldiği son noktanın fotoğrafını çekmek istersek, öncelikle Cumhuriyet dönemine ve yapılan devrimlere göz atmamız gerekir. Toplumumun her alanında kalkınmayı hedefleyen Cumhuriyet; eğitimden kültüre, tarımdan sanayiye birçok alanda köklü atılımlar gerçekleştirdi. Nüfusun % 80’i tarım alanında çalışan genç Cumhuriyet’te öncelikle köylünün durumunun iyileştirilmesi için, ürün üzerinden alınan ve devlet gelirlerinin dörtte birini oluşturan Aşar (Öşür) Vergisi kaldırıldı (17 Şubat 1925). Köylünün ezilmeden, rahat bir şekilde üretim yapması anlamına gelen bu yasayla bütçe açığı oluşmasına rağmen uygulamadan vazgeçilmedi ve “Köylü Milletin Efendisi” olduğunu yaşayarak anladı.

Tarımsal üretimi arttırmak için köylüye tohum, fidan ve damızlık hayvan verildi. Yurdun dört bir yanında tohum ıslah istasyonları, örnek çiftlikler, haralar, fidanlıklar kuruldu.

Mustafa Kemal’in bizzat tarımı geliştirmek ve koruma amaçlı kurdurduğu Ankara’da “Gazi Orman Çiftliği”, Silifke’de “Tekir”, Yalova’da “Baltacı”, Tarsus’ta “Piloğlu”, Dörtyol’da “Karabasamak” çiftlikleri ile Ankara’da “Bira Fabrikası”, 1937 yılında yine Mustafa Kemal Atatürk tarafından devlete bağışlandı. Bu işletmeler 1925 yılından beri tarımda yeniliklerin uygulatılması ve yaygınlaştırılması için çalışmalar yürüttü.

1928 yılında  çiftçiye kredi verilmesini sağlayacak olan Tarım Kredi Kooperatifleri ile kamu ve çiftçi arasında sağlam bir bağ kurulmasını sağladı. 1932’de Yüksek Ziraat Enstitüsü açılarak halka ve çiftçiye modern tarım yöntemleri anlatıldı. Ziraat Bankası’nın imkânları arttırıldı. Çay, şeker pancarı vb. ürünlerin üretilmesine başlandı. Ayrıca topraksız çiftçiyi topraklandırma amaçlı 1925 yılında kabul edilen bir kanunla, devlete ait arazilerin köylüye dağıtılmasına başlanmıştır. İlk on yılda köylüye 1.077.526 dönüm arazi dağıtılmıştır. Toprak sahibi olan köylünün toprak, tohum, tarım araçları borçlarının 20 yılda ödenmesi sağlanmıştır.

En azından Sovyetler Birliği’nin uygulamalarından esinlenerek bu gibi girişimler başlatılmıştır. Ne yazık ki Finans-Kapital+Tefeci-Bezirgân ittifakı, bu girişimlerin tam başarıya ulaşmasını engellemiştir. Ve bu ittifak ülkemizi bugünlere, bu karanlık günlere getirmiştir.

 

Şekerin Stratejik Önemi

Yurdumuzda şeker pancarı tarımı Cumhuriyet’le başlamıştır. Kuruluş yıllarında ülkemizde tarım tekniği çok geri ve pancar verimleri çok düşüktü. Tarımsal bir ürün olmasının yanı sıra sanayi alanında önemli derecede stratejik öneme sahip şeker pancarının işlenmesi de tabiî ki Cumhuriyet’in önemli atılımlarından birisidir. 1926 yılında açılan  Alpullu Şeker Fabrikası ilk olma özelliğini taşıyor. Türkiye Şeker Sanayinin yıllar boyunca kontrollü bir teknik tarım sistemini uygulaması ve çiftçimizin bu sitemi benimsemesi sonucu bugün pancar verimi Avrupa düzeyine ulaşmıştır. Yurdumuzda hiçbir kültür bitkisinde bu kadar verim artışı sağlanamadığı bir gerçektir. Sanayinin fabrika dışındaki üretim süreçlerine ve ziraata bu kadar olumlu etki ve katkısı Türk Şeker Sanayinin özenle vurgulanması gereken bir yönüdür.

Bu fabrikalar, tarım hayatının sosyo-kültürel yönünü; bölgesel kalkınma, istihdam, ev ekonomisine katkılar, eğitim, spor etkinlik ve kuruluşları yoluyla etkilemiştir. Şeker fabrikalarının kuruluşundaki ana hedef, yalnız ülkenin şeker gereksinimini karşılamak değil, tarımı ve aynı zamanda hayvancılığı dolayısıyla her anlamda çiftçiyi kalkındırmak olmuştur. Günümüzde şekerin insan sağlığını yakından ilgilendiren bir boyutu var ki bu da şekerin nasıl bir ekonomik değer taşıdığının bir başka göstergesi. Şeker pancarı üretiminde dünyada 5’inci, şeker üretiminde ise 12’nci sırada yer alan ülkemizin, küresel ölçekte söz sahibi olduğunu görüyoruz. Böylesine geniş bir pazar hâkimiyetimiz varken 14 Şeker fabrikasının özelleştirilmesi sonucu  amaçlanan  nedir acaba?

Bu sorunun cevabını  Kaçak Saraylı Reis’in 2006 yılında Mersin’de Mustafa Kemal Öncel adlı bir çiftçiyi azarlayarak  “Ananı da al git” sözünde ve  2003 yılında buğday fiyatlarına itiraz eden çiftçileri “Gözünüzü kara toprak doyursun” diyen Tarım Bakanı Sami Güçlü söylemlerinde karşılık bulan “Milli Tarım Politikalarında(!)” bulabiliriz.

 

AKP’nin Milli Tarım Yalanları

Yerli yabancı tekellerin yararına birçok yasal düzenlemeyi KHK’lerle hayata geçiren AKP’giller ve Reis’i  sayesinde, küçük ölçekli çiftçi ve üreticiler iflasın eşiğine gelmiş durumda. 2016 yılında açıklanan “Milli Tarım Projesi” artık Türkiye’de tarımın iflas ettiğinin bir başka göstergesidir.

1980 Amerikancı Faşist Darbeden sonra ekonomiyi kendi tekellerine alan IMF ve Dünya Bankası, tarımı dışa bağımlı hale getirmek üzere çeşitli yönlendirmelerle tarım/gıda tekellerinin önünü açarken, AKP’giller de bu konuda üstüne düşeni daha doğrusu kendilerine biçilen misyonu fazlasıyla ve layıkıyla yerine getirdi.

2001 krizinden sonra IMF tarafından dayatılan Şeker Kanunuyla; yurt dışından şeker ve nişasta bazlı şeker ithalatı serbest bırakılmıştır. Bu kanun çıkarılmadan önce 492 bin aile şeker pancarı üretirken, 2016 yılında bu sayı 162 bine kadar düştü. Benzer durum tütün üreticilerinin de başına geldi. Tütün Yasası çıkmadan önce 578 bin aile tütün üretirken bu sayı 2016 yılında 56 bin aileye kadar indi. Bu arada Tarım Satış Kooperatifleri  Birliği Yasasıyla da çiftçilerin üretim ve pazarlama arasındaki ilişkileri kopartıldı. Kopan zincir halkalarının yerine büyük şirketler geçti.

Türkiye’de tarımın milli olmaktan çıkarılıp özelleştirilerek yerli ve uluslararası tekellere peşkeş çekilmesinde son hamle, şeker fabrikalarına yapılan saldırı oldu. Kamuya ait 14 şeker fabrikasının özelleştirme kapsamına alınmasının ardından  şeker pancarı üreticisinden fabrikada çalışan işçilere kadar geniş bir yelpazedeki nüfus bu durumdan olumsuz düzeyde etkilenecektir.

Öte yandan şeker tüketen insanların mağduriyeti de sorunun diğer yanını oluşturuyor. Şöyle ki çiftçinin şeker pancarı üretmesinin önü özelleştirmeler ve kotalarla sınırlandırılırken tüketiciye ithal nişasta bazlı şeker dayatılacak. ABD ve İngiltere gibi kapitalist ülkelerde “siklamat” adı verilen yapay tatlandırıcılar kanserojen olması sebebiyle yasaklanırken, ülkemizde dondurmadan, çikolataya, meyve sularından gazozlara kadar tüm hazır yiyecek ve içeceklerde mısırdan elde edilen şeker kullanılıyor. Çünkü nişasta bazlı şekerin 1 kg’ı 22 kg şekerin verdiği tatlandırıcıya eş değerde. Hal böyle olunca 1 kg baklavanın fiyatı da 5 TL olabiliyor.

AKP’nin  2018 hedefleri arasında yer alan tarımda sadece sertifikalı tohumların kullanılması da  tarım ve gıda şirketlerinin tekelleşmesinin  önünü açan bir başka  adımdır.

Kısaca, ülkeyi örümcek ağı gibi saran yerli ve uluslararası işbirlikçilerin iktidarında ekolojik tahribat artarken, merkezine insanı değil kârı koyan yerli satılmışların, doğayı, çevreyi ve insanı düşünmeden kurdukları HES’ler, Jeotermal Santraller, Rüzgar Enerji Santralleri (RES), nükleer santraller ile termik santral çalışmaları tüm doğal kaynakları yok etmeye devam ediyor.

 

Peki, bu karanlıktan çıkmanın yolu yok mu?

Var elbet.

En başta yapılacak iş, ABD ve AB Emperyalistleri, onların ekonomik örgütleri IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü’yle işbirliği içinde çalışan soyguncu, vurguncu AKP’giller çetesinden kurtulmak olacaktır.

Çiftçiler, üreticiler, köylüler ve tarım örgütlerinin ortaklaşa hazırladığı bağımsız, demokratik  ve devrimci bir tarım politikası ülkemizin tek “Yerli ve Milli” Kurtuluşu olacaktır.

Son sözü Köy Enstitülerinde okunan Ziraat Marşı’na bırakalım:

 

Ziraat Marşı

Sürer, eker, biçeriz güvenip ötesine

Milletin her kazancı milletin kesesine,

Toplandık baş çiftçinin Atatürk’ün sesine,

Toprakla savaş için, ziraat cephesine.

 

Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz,

Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.

 

İnsanı insan eden ilkin bu soy, bu toprak,

En yeni aletlerle en içten çalışarak,

Türk için yine yakın Dünya’ya örnek olmak.

Kafa dinç, el nasırlı, gönül rahat, alın ak…

 

Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz,

Biz Yurdun Öz sahibi, efendisi, köylüyüz.

 

Güfte: Behçet Kemal ÇAĞLAR

Beste: Ahmet Adnan SAYGUN

 Ankara’dan Eğitim Emekçisi

bir Yoldaş