Hikmet Kıvılcımlı – Türkiye’nin Meseleleri Bölüm III
Bölüm 2
Ayrım V
Bugün bir memleketin ne olduğunu anlamak istedik mi, onun sanayisinin ne olduğuna bakılır.
Türkiye’de sanayi yapımız ne kırattadır?
Bunu anlamak için, Batı dünyası memleketleri ile Türkiye’nin, Ziraat dışında yaptıkları işleri karşılaştıralım. (Rakamlar, Birleşik Milletler’in ve Türkiye’nin resmi istatistiklerinden alınmıştır. Bkz: Tablo 1)
Görüyoruz, yeraltı zenginliklerimizi işletmekte, hemen hemen İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki Batı dünyasına benziyoruz. Ama 1950 yılı Kore Savaşı yüzünden madenlerimize, Batı Avrupa’dan aşırı bir istek hücum etmişti.
Maden üretimini bir yana bırakalım. Çünkü memleket içinde işlenmeyen madencilik, sömürge ekonomisidir. Asıl imal sanayisi, yerüstü üretimleri için aynı rakamlar ve oranlar şöyledir: (Bkz: Tablo 2)
Asıl sanayi adına layık olan imalat sanayimizin çeşitli kolları arasındaki oranlar, Batı oranları ile karşılaştırılınca, iki dünya arasındaki uçurum büsbütün belirir.
Batıda sürekli mal üretiminin süreksiz mal üretimine oranı Savaş’tan önce 37/46, Savaş’tan sonra 45/44 olur. Demek, 10 yıl geçince, sürekli mal üretimi %7,24 arttığı halde, süreksiz mal üretimi %2,02 eksilmiştir. Yani, Batı Medeniyeti’nde ilerlemek, sürekli mal üretiminin çoğalmasından anlaşılır.
Batı’da 1949 yılı sürekli mal süreksizden yüzde ancak 0,28 kadar fazla iken (yani iki çeşit sanayi hemen hemen denkleşmiş iken), bizde sürekli mal sanayisi süreksizinkinden tam yüzde 36,4 noksandı. Demek, Medeniyet sürekli mallarla adeta dünyaya kazık çakarken biz, çadır hayatına benzer bugüne bugün yiyip yatalım yarına Allah kerim, demişiz. Batılılar, yarıdan fazla iş ile yarını sağlamaya çalışırken, biz mahut Ortaçağ’dan kalma: “Yevmün cedit, Rızkun cedit” (Yevmün cedit, Rızkun cedit (Yeni bir gün, yeni bir rızık): Günü gününe yaşama; o gün kazanma, o gün yeme.) tevekkülüyle, ne kendimizin ve ne de çoluk çocuğumuzun ilerisini hesaba katmaksızın çabalamışız!
Batı’da sürekli mal üretimi, imalat sanayisinin yarı’dan fazlasını tutarken, bizde dörtte bir bile değil: %23… İktisatta köklülüğümüz ve istikrarımız Batı’nın yarısından az. İki misli gerilik!
Madeni eşya üretimi, Batıda %12,4 ile 13,8 arası (sanayinin hemen hemen 7’de 1’i); bizde %5,8 (neredeyse 18’de 1). İki buçuk defa gerilik.
Makine ve taşıt sanayi, Batı’da, Savaş’tan önce %16,7 ve sonra %22,7. Bizde, Savaş’tan sonra %3,6. Savaş’tan öncesine göre hemen 5, sonrasına göre 6 misli gerilik…
Batı’ya oran, bütün bir Dünya Savaşı’na rağmen ilerlememiş, yüzde 20 gerileyiş!
Gerçekte bütün makinelerimiz dışarıdan getirildiğine göre, bizim henüz montaj derecesinden üstün makine sanayimiz hemen hemen yok demektir.
Süreksiz mal üretimi alanında, Batı ile karşılaştırılınca da az ibret alacak durumumuz yoktur. Aynı rakamların dili konuşsun.
Dokuma, giyim ve ekleri sanayisi Batı’da Savaş’tan önce %11,2 sonra % 11,8 iken; bizde %24,6’dır. Yani Batılıdan 2 defa daha fazla üste başa düşkün ve gayret sarf eder görünüyoruz: Avrupalı giyimine 10’da 1, biz 4’te 1 gayretimizi harcıyoruz.
Yeme, içme sanayisinde dahi Avrupalı gene 10’da 1 emek harcarken, biz onun hemen hemen iki misli (%18,7) boğaz derdindeyiz.
Son bir ibret daha: Yeme, içme gibi, giyim kuşama da emek vermekte Batılıyı 2 (iki) misli geride bırakan bizlerin, kültür sanayisi demek olan kâğıt ve matbaacılık’taki halimiz, tıpkı ağır sanayidekine benzer. Avrupa’dan 4-5 misli gerilik!
Kendi kendimize soralım: Avrupalı bizden daha mı hırpani, daha mı aç geziyor?
Eskilerini bize sattıklarına, gıda maddelerimizin en iyilerini kendilerine çektiklerine bakılır ve onların geçim standartları göz önüne getirilirse, hayır. Tersine Batılı, ağır sanayi temeline fazla emek ve sermaye vermekle, hem sanayinin nispeten çok azını yiyim ve giyim işine yatırıyor hem de bizden çok refah içinde yaşıyor. Demek biz, gösterişimizi kurtarmak için bile gösterişten vazgeçmeliyiz. Üst baş ve boğaz düşkünlüğümüz için dahi, gene önce ağır sanayimizi başa geçirsek daha akıllılık etmiş oluruz.
Şöyle yuvarlak dünyanın bütününü değil, yalnız Batı dünyasını ele alalım. 1938-39 ile 1954 yılları arasında sanayi üretim endeksi orada 51’den 109’a çıkmış, yani %113 artmıştır. Aynı devir Türkiye’sinde; bazı sanayiye bakarsak, mesela bakır %900 artar, fakat öteki üretim kolları %77 ile 220 arasında dolaşır.
Bakır, evvela [birincil olarak] savaş metasıdır, saniyen [ikincil olarak]; yeraltı işi, sömürge üretimidir. Ölçü olamaz.
İstatistik Genel Müdürlüğünün Milli Gelirimize dair yayımladığı “Kesin rakamlar”ı alalım. Madencilik, elektrik, havagazı, su işlerini de içine alan tekmil sanayimizin cari fiyatlarla üretimi 1938’de 204,4 milyon, 1954’te 2032,1 milyon liradır: %900’e yakın… Fakat bu görünüştür. Sabit fiyatlarla (yani gerçek değer ile) 1938’de 684,9 milyon, 1954’te 1395,7 milyon liradır: %103 artış… Dünyadan %10 geri.
Hemen hemen Dünyanın ortalama ilerleyiş temposuna yakınız. Lakin burada da şu üç mülahaza [düşünce] göze çarpıyor:
1- Dünya deyince orada “Doğu” denilen bölge yok. Oralarda, sanayinin ilerleme temposu, her 3 yılda 1 misli hesaplanıyor.
2- Batı dünyası deyince, oraya, örneğin Afrika çölleri gibi ölü bölgeler de giriyor.
3- Nihayet: Batı âlemi, 1939 ile 1945 arasında 6 yıl süren, tarihin en müthiş ve tahripçi harbini geçirmiştir. Türkiye, tam tersine o harbin izafi fevkaladeliklerinden [olağanüstülüklerinden] faydalanma imkânları ile karşılaşmıştır.
Türkiye sanayi üretimini başka iki memleketle kıyaslayalım. Bunlardan biri İspanya, coğrafya ve tarih bakımından bize en çok benzeyen 492.865 kilometrekare ve 28.5 milyon nüfusludur, ötekisi; 30.447 kilometrekaresi ile Türkiye’nin bir vilayeti kadar olan, yarımızdan az (11,7 milyon) nüfuslu Belçika’dır.
Her üç memlekette mevcut 4 çeşit aylık üretim şudur: (Bkz: Tablo 3)
Yukarıki aylık ortalama üretimlerden Türkiye’nin payını 100 sayarsak: (Bkz: Tablo 4)
Üretim kapasitemiz, bize benzeyen İspanya’ya oranla; demirde 5 defa, çimentoda 7 defa, kömürde 2 defa azdır; Belçika’ya oranla ise; kömürde 5 defa, çimentoda 9 defa, demirde tam 24 defa azdır. İlerleyiş tempomuz dünya temposundan %10 geri kalmış olduğuna göre, aynı tempo ile gidersek, Batılılara kıyamete dek yetişemeyiz.
Aynı karşılaştırmayı en ileri Batı ülkeleri ile yaparsak, sonuç büsbütün yürekler acısı olur. En çok benzemek istediğimiz Birleşik Amerika Devletleri’nin 1954 yılında üretiminden aylık ortalama rakamlar: (Bkz: Tablo 5)
Bu rakamlara göre, Türkiye’mizin üretim kapasitesi, 1954 yılında Birleşik Amerika’dakinden, maden kömüründe; 66 kere, çimentoda; 97 kere, ham demirde: 277 kere azdır.
Yukardaki nispetler nicelik (miktar) bakımından öyledir. Nitelik çok daha düşündürücüdür. Yirminci yüzyılın birinci yarısı bir sözle: Petrol çağıdır. Devlet bütçemizin 50-100 yıllık geliri kadar sermayesi (20 milyar dolar) bulunan petrol kumpanyaları dünyayı sarmıştır. Çünkü her şey o enerji ile yürüyor. Birkaç yıl evvel petrol ithalatımız 15 milyon iken, 1955’te 60 milyona çıktığı ile radyoda övünürüz.
Beride, dünyaya 5 misli ucuz maliyetle petrol veren Ortadoğu’dayız. Irak petrollerinin kökleri bizde iken, dünya petrol üretiminde sıfırız. Türkiye çağımızın sıfırlığına boyun eğmeye layık değildir.
Almanya, geçen yüzyıl İngiliz büyük makine sanayisinin cihangirliği önünde kalınca, kendi gücüne uygun kimya sanayisinde hamle yapıp, ağır sanayiyi kurdu. Sermaye birikişimizin geriliği önünde, böyle bir kimya sanayi hamlesi de, Türkiye’nin iktisadi kuruluşunda büyük rol oynardı. Maalesef, henüz gereği gibi üç ana asidi bile üretemiyoruz. Bütün kimyacılığımız dışarıdan ucuza soktuğumuz eczaları, kaba ambalajlarla pahalı pahalı satan sanayi vurgunculuğundan ileri geçememiştir.
Bu acı gerçekler bir yana dursun.
Asıl facia denecek ve bizim bünyemize özgü bir başka gerçeğe dikkat edelim. Hiç mi bir üretimde dünyada üstünlüğümüz yok? Var. Fakat bu “keşki olmasaydı” dedirtecek bir paradoksu gizler. Çünkü… (Bkz: Tablo 6)
Bu rakamlar bize iki neticeyi açıklıyor:
1- Tüm inşaata yatırılan para; sanayi, kültür, sıhhat, sosyal yararlı yapılara yatırılanın 10 mislinden, yalnız sanayiye yatırılanın 13 mislinden fazladır.
2- 1950 yılı, tüm Türkiye’nin 20 büyük sanayi grubuna yatırılmış bütün sabit sermayenin (makine ve tesislerin) değeri 873 milyon 127 bin liradır. Yani 27 yıllık Cumhuriyet himayelerine karşılık sanayiye makine ve tesis olarak yatırılan sermaye, DP gelişiminin 1 yılında inşaata yatırılmıştır.
Bu kıyaslamayı bizde “Büyük Sanayi” adı verilen sözde büyük işletmelerle yapalım. 1953 yılı sabit sermaye yatırımları şöyledir: (Bkz: Tablo 7)
Demek, her yıl az çok sanayiye yatırılan paranın en az 3 misli inşaata yatırılır. Bu paranın yarısı sanayiye yatırılsa, her yıl 2-3 misli fazla fabrika kurulabilir.
Sanayi dururken, inşaata hücum neden?
Biliyoruz; sermayenin bir tek dini imanı, bir tek aşkı, ülküsü vardır; KÂR! Kabahat falan veya filan sermaye sahibinin şahsında değildir. Kaderini bir kere sermayenin emrine veren insan, ister istemez en son duruşmada sermayenin emrine uyar ve başka her sesi içinde, dışında susturur. Eğer kâr inşaatta ise, hiçbir kuvvet sermayeyi oraya akmaktan alıkoyamaz.
Sanayide kâr yok mu?
Rayiç bakımından, belki dünyanın en büyük sanayici kârı Türkiye’dedir. Çünkü sermayenin uzvî terkibi [organik bileşimi] (yani: üretim sırasında değeri değişmez sermayenin, değişir sermayeye oranı) bizdeki kadar düşük az ülke bulunur. 1950 yılı sanayi sayımına göre: (Bkz: Tablo 8)
Bu hesaba göre kâr rayici 235/100’dür.
Bir de irat misalini düşünelim. Buna dair resmi istatistikler susarlar. Ancak, inşaatla en ufak ilgisi olanlar pekiyi bilirler.