Küçük bir çocuğun hayatından bir Sümerbank geçti
Prof. Dr. Özler Çakır
Geçenlerde, 2018 yılı yapımı, Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın tarihini anlatan “Başka Tren Gıdı Gıdı” belgeselini izleme fırsatım oldu. Belgesel beni çocukluk yıllarıma, o yılların geçtiği Konya’nın Ereğli ilçesine aldı götürdü.
İlkokul öğretmeni olan annem ile matematik öğretmeni olan babamın ilk görev yerleri olan Konya-Ereğli’ye, 1960 yılında, ben henüz altı aylıkken gelmişiz. 1966’da İlkokul birinci sınıfı bitirdiğim yıl Konya merkeze tayin oldular.
Bir insan yaşamı içinde çok kısa, bazen de bir o kadar uzun olan altı yılım, ilk çocukluk yıllarım geçmiş bu İç Anadolu’nun o zamanlar yemyeşil olan ilçesinde. Kokuları burnumda, tatları damağımda kalanlarla, görüntüleri hâlâ en canlı renkleri ve tüm berraklığıyla gözlerimin önünde olanlarla, hiç kimseye söylemeyip kendimde sakladığım çocukluk sırlarımla dolu, anımsadıkça bugünmüş gibi beni heyecanlandıran, sevindiren, zaman zaman da içimi acıtan anılarla dolu altı yıl.
Biz Gülbahçe semtinde, demiryolunun hemen altında, önünden o zamanlar “akar” dediğimiz küçük bir derenin geçtiği, bahçeli, müstakil betonarme evler olan 81 Evler’de oturuyorduk geniş bir aile olarak: Büyükbabam, anneannem, lise öğrencisi olan teyzem ve biz.
Bu evler, ön bahçelerinde çiçeklerin, arka ve yan bahçelerinde meyve ağaçlarının ve mevsimlik sebzelerin yetiştirildiği evlerdi. Mahallenin çocukları olarak serbestçe bahçelere girer, hiç çekinmeden canımızın çektiği meyvelerden günlük rızkımızı alırdık. Biz kız çocukları, dalından kopardığımız kirazları, vişneleri bir yandan yerken bir yandan da çift saplı olanlarını seçip kulaklarımıza üstten asarak kiraz-vişne küpeleri yapmayı ihmal etmezdik. Akarın kenarında, büyüklerimizin uyarılarına aldırmadan yeni giydiğimiz giysilerimizle çamura bulandığımız, evcilik oyunumuz için çamurdan kap kacak yapmaya çalıştığımız, sonra bunu yaptığımız anlaşılmasın diye giysilerimizle akara girip yıkanmaya çalıştığımız, o halimizle bahçelerin kendimizce en kuytu köşelerinde çocuk dünyamızın gizemli masallarını canlandırdığımız oyunları oynadığımız, hanımeli çiçeğinin içindeki balı soğurmayı ve beştaş oynamayı birbirimize öğrettiğimiz, komşu evdeki Habbe Nine’nin bahçedeki tandırda pişirdiği, kokusunun tüm mahalleye yayıldığı o (benim için) dünyanın en lezzetli ve bir daha bulunmaz ekmeğini tandırdan çıktığı gibi nasiplendiğimiz yıllardı o yıllar.
Ve yine o yıllar, Ereğli’de bir Sümerbank Dokuma Fabrikası’nın olduğu yıllardı. O çocuk gözümle dahi “seçici algı”mın yönlendiği, bilincime kazınan anılarımda yer alan ve neden yer aldıklarını bu ülkenin ekonomik, sosyal ve toplumsal olaylarını kavramaya, anlamaya başladığım zaman keşfettiğim bir Sümerbank vardı yaşamımızda o zaman.
Benim çocuk dünyamda nasıl vardı Sümerbank?
Gülbahçe’de “Taş Evler”i ile vardı. Bizim oturduğumuz 81 Evler’in uzandığı mahallenin karşısında (aramızda anayol tabir edebileceğimiz araç trafiğinin sağlandığı bir yol vardı), kesme taşlardan yapılmış, çok güzel ağaçlandırılmış bahçeler içinde yer alan, bizim tek katlı evlerimizden farklı olarak iki katlı, hepsi birbirinin aynı, çok nizami biçimde yapılmış, düzenli ara sokakları olan bir mahalle oluşturan ve benim çocuk aklımla ayrıcalıklı gördüğüm evlerdi bunlar. Sümerbank’ın çalışanları-işçileri için lojman olarak yaptırıldığını, onlara çok düşük bir ücretle kiraya verildiğini, bakımlarını her yıl Sümerbank’ın yaptırdığını yıllar sonra öğrendiğim, önlerinden her geçişimde taş kaplama cephelerini çocuk gözümle evler bitene kadar bir sanat eserini inceler gibi hayranlıkla izlediğim evler.
Taş Evler’in de yer aldığı bu çok geniş olmayan anayolun devamında, kahvelerin, kasabın, manavın, bakkalların bulunduğu Gülbahçe merkeze ulaşılırdı. Bu güzergâhı, İlçe merkezine giderken çoğu kez Ereğli’de o zamanlar yaygın kullanılan taşıma aracı olan bisikletle kat ederdik. Direksiyonda babam, selesinde ben. Babamın beline sarılmış giderken, gözlerim hep etrafta. İşte Taş Evler, Taş Evler’i geçiyoruz, Gülbahçe merkez. Gülbahçe’den çıkıyoruz merkeze doğru gideceğiz. Bisiklet asfalt bir yoldan yokuş yukarı tırmanmaya başlıyor. Yokuşun en üst noktasına ulaştığımızda, demiryolu makas var. Onu aşıyoruz, ben soluma baktığımda yolun hemen altında kocaman bir binayı ve kocaman bahçesini görüyorum.
Bu bahçe, yoldan duvarla çevrelenerek ayrılmış ama biz yüksekte kaldığımız için aşağıyı rahatlıkla görebiliyorum. Duvara yakın bir alanda bisikletler için yapılmış olan özel park yerinde yüzlerce bisiklet duruyor. Sıra sıra. Bu görüntü her seferinde çok hoşuma gidiyor. Oradan her geçişimizde bu manzarayı kaçırmamak için makasa gelir gelmez başımı sola çeviriyorum. Kimi zaman da bisikletlerin sahiplerinin topluca içeride yer alan binalardan çıkıp, bisikletlerine binip bizim tırmandığımız yoldan topluca yokuş aşağı indikleri muhteşem görüntüye tanıklık ediyorum. Bir bisikletli ordusu kaplıyor yolu. Bu insanların o yoldan aşağı bisikletleriyle inerek Taş Evler’e doğru gidişleri bana çok ihtişamlı geliyor, çocuk yüreğimde inanılmaz bir coşku yaratıyor, görkemli bir bayram gösterisi gibi izliyorum. Bende bu duyguları yaratan o binanın Ereğli Sümerbank Dokuma Fabrikası olduğunu, bisikletli amcaların ise orada çalışan ve vardiyaları sona eren işçiler olduğunu öğreniyorum sonraları.
Şunları da öğreniyorum sonraları: Emperyalizmin boyunduruğunda inim inim inleyen mazlum halkların ulusal kurtuluş mücadeleleri için de örnek olan Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının önderliğinde Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı verdiğimizi. Emperyalizme ve onların yerli işbirlikçilerine karşı verdiğimiz bu mücadeleyi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin hiçbir karşılık gözetmeksizin altın, para, silah ve teçhizat yardımı yaparak desteklediğini. Bu sürecin ardından kurulan Cumhuriyet ile birlikte, Cumhuriyet devrimcilerinin başta ekonomi olmak üzere Osmanlı’dan nasıl bir enkaz devraldığını ve genç Cumhuriyet’i bu durumdan kurtarmak için gösterdikleri çabaları. Bir sanayi hamlesi olarak planlanan Sümerbank Dokuma Fabrikaları’nın Cumhuriyetin ürünü olan Kamu İktisadi Teşekkülleri olduğunu. Bu fabrikaların kuruluşunda Sovyetler Birliği’nin 20 senede geri ödenmek üzere 8 milyon altınlık kredi verdiğini, hiçbir faiz almadığını, malla geri ödeme yapılmak üzere anlaşma sağlandığını, hem teçhizat hem de mühendis-uzman desteği verdiğini. Kısacası, Kurtuluş Savaşı’mıza verdiği destek gibi, Sovyetler Birliği’nin Cumhuriyet’imizin bu ilk Kamu yatırımına da yine maddi ve teknik destek verdiğini, fabrikaların kuruluşunda Sovyet uzmanların çalıştığını. Sümerbank bez dokuma fabrikalarının 1935 yılından başlayarak, Kayseri, Ereğli, Nazilli ve Malatya’da kurulduklarını. Nazilli Sümerbank’ın açılışında fabrika yöneticisinin verdiği açılış komutuyla birlikte dokuma tezgâhlarının, makinaların tamamının bir anda çıkardığı ilk çalışma seslerinden kaynaklı coşkusunu, açılışı yapan Mustafa Kemal’in “İşte, bu bir musikidir” diye betimlediğini.
Geriye baktığımda, benim Sümerbank’la ilgili çocukluk anılarıma damga vuran şeylerin, sosyalist bir ülkeden gelerek teknik destek veren, sosyalist üretim yordamının işleyiş ilkeleriyle yoğrulmuş Sovyet uzmanlarının, Sümerbank fabrikalarının yerleşke düzenlemelerinden tutalım da işleyiş süreçlerine ve çalışanlarına sağladığı olanaklara kadar katkı sundukları bakış açılarının ürünü olan farklılıklardan kaynaklandığını görüyorum.
Sümerbank yalnızca bir üretim alanı olarak değil, aynı zamanda hem işçilerin hem de çocuklarının, ailelerinin sosyal, kültürel ve eğitim gereksinimlerinin düşünüldüğü yerleşkeler olarak yapılanmışlardı.
Bu olanakları, Ereğli Sümerbank Fabrikası’nı ilçenin adeta atan kalbi yapıyordu. İlçeyi besleyen, sosyalleştiren can damarı oluyordu. Yazlık- Kışlık lokalleri vardı. Bizler de yararlanırdık. Ben evimizin dışında, birçok masanın konduğu ve insanların topluca yemek yediği ve sohbet ettiği bir deneyimi ilk kez bu lokallerde yaşadım. Hele Ereğli’nin serin yaz akşamlarında, çok güzel bahçe içinde yer alan bu açık hava lokallerinde saklambaç oynamak en büyük eğlencemizdi çocuklar olarak.
Aileler toplanır, ucuza yemek yer, sohbet eder, eğlenceler düzenlenir, Sümerbank ürünü kumaşlardan dikilen giysilerin sunulduğu ya da giyilerek gelindiği günler düzenlenirdi. Benim o dönemdeki giysilerimin pek çoğu annemin Sümerbank kumaşlarından diktiği giysilerdi. Öğretmen, işçi, memur ailelerinin çocukları olan bizler, fabrika lokalinin bahçesinde bir araya gelip oynamaya başladığımızda etrafta allı, yeşili, morlu renk cümbüşü içinde çiçekler ve kelebekler dolaşmaya başlardı. Sümerbank bizim çocuk ruhumuzu okşayarak giydirirdi.
Ben Abdürrahim İlkokuluna giderdim. Ama bir de Sümer İlkokulu vardı. Başka ilkokul var mıydı Ereğli’de o zaman bilmezdim. Adı sayılan, çocuk olarak duyduğum hep bu iki ilkokulun adı. Bir benim okulum, bir de Sümer İlkokulu. Yine sonradan öğrendim fabrika yerleşkesinde yer alan bu okulun öncelikli olarak çalışanların çocuklarına yönelik olarak Sümerbank tarafından yaptırılan, ihtiyaçları da yine fabrika tarafından karşılanan Milli Eğitime bağlı bir okul olduğunu.
Bir de Sümer sineması vardı; fabrikaya ait olduğunu, işçi ve memurlara haftanın belli günleri parasız film izleme olanağı da sunulduğunu sonradan öğrendiğim. İlk sinema deneyimimi de Sümer sinemasında yaşadım. Hem yazlık, hem de kışlık bölümleri vardı. Her gidişimizde çok kalabalık olduğunu anımsıyorum sinemanın. Özellikle hafta sonları çoluk çocuk, Ereğli Halkı sinemaya akın ederdi. Rahmetli babam ile annemin sinema çıkışındaki kalabalık nedeniyle birbirlerini kaybetmelerini kahkahalarla anlattıkları bir de anıları vardı: Akşam matinesine gidiyorlar. Film bitiyor, salondan açık alana çıkıyorlar. Annem her zamanki alışkanlığıyla yanındaki adamın koluna giriyor. Annem yürümek istiyor ama sıkı sıkıya sarıldığı kol onu durduruyor, annem “Hadi Erol, yürüsene” diyerek çekiştiriyor ama bir türlü yol alamıyorlar. Bu çekişmenin sürdüğü sırada daha ön taraflardan arkasına döndüğünde annemin içinde bulunduğu durumu gören babamın o gür sesiyle adını ünlediğini duyuyor: “ Özteen! Ne yapıyorsun?”. O sırada annem koluna girdiği yanındaki adamın yüzüne şaşkınlıkla bakıyor, kolundan çıkıp tek bir söz bile söyleyemeden hızla uzaklaşıyor.
Sonra, talepte bulundukları takdirde, çalışanların ailelerine de çok cüz’i bir ücret karşılığında fabrikada çıkan yemeklerin hem öğlen hem de akşam yemeği olarak verildiğini; fabrikanın küçük bir ilçe olan Ereğli’de futbol, tenis, güreş, basket, masa tenisi, voleybol sporlarının gelişimine öncülük ettiğini, Ereğli’de ilk kurulan futbol takımının Sümer Spor olduğunu, fabrika yerleşkesi içinde futbol sahası ve tribünü ile tenis kortu da bulunduğunu öğrendim.
Ve benim çocukluk anılarımda Ereğli’nin devinimli, sosyal, neşeli, sıcak, capcanlı yaşayan bir insan gibi yer etmesinin nedenlerini hep bunlardı. O fabrikaydı her şeyi canlandıran. O fabrikadan gelen seslerdi, paydoslarda evlerine dağılan işçilerdi, akşam olunca camlara çekilen rengârenk perdelerdi, Habbe Nene’nin torununun çeyizi için işlediği kanaviçeydi, komşu çocuğunda gördüğümüz ve imrendiğimiz yeni desenli basma ya da pazenin ertesi günü akşama dikilmek üzere bize de alındığının sevinciydi.
Şimdi Cumhuriyet’imizin kazanımı, halkın yararına çok işler yapan, üreten, iş olanağı sağlayan, küçücük ilçelere, oralarda yaşayan işçi-emekçi halkımıza azımsanmayacak sosyal, kültürel olanaklar sağlayan, nitelikli işgücünün yetişmesine, işçilerin, ailelerinin ve hatta yöre halkının müzik, spor vb. alanlarda kendilerini geliştirmelerine katkı sunan kamu kuruluşları olan Sümerbank fabrikaları yok artık.
Özellikle 1950’li yıllarla birlikte, Cumhuriyet’imizin kazanımları tepemize çöreklenen yerli-yabancı Parababaları tarafından kerte kerte yok edilmeye başlandı. Cumhuriyet’imizin yadigârı olan kamu malları olan Sümerbank fabrikaları da bundan nasibini aldılar, yeyim edildiler. 12 Eylül Faşizminin ardından, 1980’li yılların ikinci yarısında sermayeye peşkeş çekilmek üzere “devlet işletmelerinin verimsiz çalıştığı” kara propagandasıyla hedef tahtasına oturtuldular, özelleştirme kapsamına alındılar. Ve sonra da haraç mezat satıldılar. Ereğli Sümerbank da bilindik isim Albayraklar’ın payına düştü.
Ama bu yazı böyle sonlanmaz, sonlanmamalı! İşte yazının devamı:
Denilir ki insan yaşadığı gibi düşünür. Bir gün, bir çocuk, bir fabrika çıkışında, bisikletli işçi ordusunun yokuş aşağı inerken oluşturduğu görüntünün ihtişamıyla büyülenip, onu belleğine kazıdı. O günden beri de aklından hiç çıkaramadı o görüntüyü ve kahramanlarını. Ve şimdi artık o bisikletlilerin iktidarının da ne muhteşem bir şey olacağını biliyor. Çocukluğumuza iz bırakan güzellikler uğruna mücadele etmek ne güzel!