Türkçe de Tayyip Diktatörlüğünün Hedefinde
Hüseyin Ali
“Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Gazi M. Kemal, 2 Eylül 1930
Tayyip Diktatörlüğü, hayatın her alanında olduğu gibi Türkçemize de zarar veriyor. Bunu hem dolaylı olarak, hem de doğrudan yapıyor.
Bilim, kültür ve dil birbirinden ayrılmaz. Bilim ve kültür alanındaki gelişmeler, dil ile toplumda paylaşılır, yeni kuşaklara aktarılır. Dolayısıyla bilim, kültür ve dil sürekli birbirlerini etkilerler. Bu yüzden dil dinamiktir, sürekli gelişir. Bu gelişim bilimsel ve kültürel gelişimle iç içedir. Tayyip Diktatörlüğünün bilim ve kültür alanında yaptığı gerici uygulamalar, dolaylı olarak dilin gelişimini de engelliyor.
Tayyip Diktatörlüğü doğrudan da Türkçemizin dinamizmini engelliyor. Açıktan Osmanlıca diyerek Arapçayı yaygınlaştırmaya çalışıyor. Örneğin, bu yılın başlarında Tayyip şöyle diyor:
“MEDENİYETİMİZ OSMANLI İLE OLGUNLUK ÇAĞINA ERİŞTİ: Malazgirt Zaferi’nin ardından Anadolu’yu fikren ve fiziken bayındır hale getirmek, temelinde adalet olan nizama kavuşturmak için milletçe çok çetin mücadeleler verdik. Bir taraftan Haçlıların ve Moğolların tahripkâr saldırılarını bertaraf ederken diğer taraftan dünya tarihinin akışını değiştiren büyük bir medeniyetin inşasına giriştik. Anadolu’nun her bir köşesini camiler, medreseler, dergâhlar, kütüphaneler, çeşmeler, köprüler, çarşılar, hamam, han ve kervansaraylarla tıpkı gergef gibi ilmek ilmek dokuduk. Fethettiğimiz bu topraklar başka bir çehreye büründü. Karahanlı, Gazneli, Selçuklu devirlerinde doğan, büyüyen gelişen ve Anadolu’ya taşınan medeniyetimiz Osmanlı ile olgunluk çağına erişti.
“MİLLETİMİZ İSLAM’IN RENGİNE BÜRÜNDÜKÇE GÜZELLEŞTİ: Ecdadımız yaşadığı coğrafyayı bu şanlı medeniyetin renkleri, desenleriyle bezerken aynı zamanda kendini de inşa etti. Milletimiz İslam’ın rengine büründükçe güzelleşti. Dilini de Kur’an ile güzelleştirdi. Kur’an’ın temel kavramlarını, fiillerini, tabirlerini hayranlık uyandıracak marifetle Türkçeye taşıdı. Türkçe bu sayede kazandığı ifade kudretiyle tarihinin en parlak çağlarını yaşadı. Fuzuli, Baki, Hacı Bayram Veli, Şeyh Galip, Süleyman Çelebi, Nedim, Erzurumlu Emrah, Ziya Paşa, Mehmet Akif, Yahya Kemal gibi birçok şair nice şaheserlere imza attı.
“1930’LARDA SÖZDE SADELEŞTİRME FAALİYETLERİ YÜRÜTÜLDÜ: Maalesef 17. yüzyıldan itibaren ilmi ve edebi metinlerde Arapça ve Farsça tamlamaların bolca kullanılmaya başlanmasıyla yazı dilimizle konuşma dilimiz arasında fark oluştu. Buna karşı çıkan yazarlarımız Türkçemizi aslına en uygun şekilde sadeleştirmek için gayret gösterdiler. Bu sayede geçtiğimiz asrın başına geldiğimizde yazı dili ile konuşma dili arasındaki fark büyük ölçüde kapatılmıştır. Türkiye, 1930’lu yıllara geldiğinde bu defa da sözde dilde sadeleştirme faaliyetleri tefrit derecede neticelerin doğmasına sebep oldu.
“AMAÇ ECDADIMIZIN BÜTÜN İZLERİNİ SİLMEKTİ: Güya Türkçemizi yabancı kelimelerden arındırma bahanesiyle nice kelime dilimizden dışlandı, hor görüldü. Bunların yerine konmak istenen tatsız, tuzsuz, renksiz, ahenksiz yüzlerce kelimeyle kadim medeniyetimiz kesintiye uğratılmaya çalıştı. Hayali kurulan şey aslında devletimizin müesseselerinden de milletimizin gönlünden de ecdadın bütün izlerini silmekti. Aleni, bariz, aşikâr, ayan, bedii, sarih, münhal, üryan, berrak kelimeleri yerine günümüzde sadece açık kelimesini kullanmaya mahkûm olmamız başka nasıl izah edilebilir?
“YABANCI KELİME KULLANMA HASTALIĞI LİSANIMIZI TEHDİT EDİYOR: Sosyal medya denen mecralarda kullanılan dil Türkçemiz için tam bir felaket habercisidir. Bu meseleyi ciddiyetle ele almazsak fikri muhtevamızın kısırlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağımızı üzülerek ifade etmek isterim. Lisanımızı tehdit eden bir diğer unsur ise tabelalarda, yazışmalarda ve konuşmalarda yabancı kelime kullanma hastalığıdır. Bu salgın da 1930’larda başlayan dilde tasfiye hareketinin menfi neticelerinden biridir.
“BU BİR MİLLİ MÜCADELEDİR: Türkçemizi kısırlaştırma çabaları onu Avrupai dillerin istilasına da müsait hale getirmiştir. Dilimiz adeta müstevlilerin istilası altındadır. Çağdaşlıklarını ve ilericiliklerini ortaya koydukları fikir, eser, ürünlerle değil de kullandıkları yabancı kavramlarla göstermeye çalışanların zavallı hallerini acı bir gülümsemeyle takip ediyoruz. Halbuki Türkçemizi korumak, geliştirmek ve zenginleştirmek için verdiğimiz mücadele bir milli mücadeledir, bir beka mücadelesidir. Diğer mücadelelerimiz gibi dilimizi koruma gayretini de başarıyla neticelendireceğiz.” (https://www.gazeteduvar.com.tr/erdogan-sosyal-medya-denen-mecralarda-kullanilan-dil-turkce-icin-felaket-habercisi-haber-1550998, 22 Ocak 2022).
Burada Türkçe için hoş şeyler söylüyor gibi Tayyip ama hemen her dediği yalan ve yanlış.
Başta Osmanlı’yı ve Osmanlıcayı övüyor. Bu tarihi dümdüz görmesinden kaynaklanıyor. Osmanlı Tarihini dümdüz görüyor. Osmanlı Tarihi düz gitmez. Kuruluşta adildir ama çok sürmez. Fatih öncesinde bezirgân ekonomi, Tefeci-Bezirgân sömürüsü hâkim olur. Halkın hoşnutsuzluğu, Bedreddin’lerin, Börklüce Mustafa’ların çıkışı bundandır. Fatih ile birlikte Osmanlı’da bir diriliş olur. Toprak düzeninde adalet kısmen sağlanır. Bu da çok sürmez… Bizlere “Muhteşem Yüzyıl” diye yutturulmaya çalışılan Kanuni döneminde yeniden bezirgân ekonomi hâkim olmuş, sömürü ayyuka çıkmıştır. Sonuçta Tefeci-Bezirgân sömürüsü gittikçe artmış ve Osmanlı batağa saplanmıştır. Demek ki, Osmanlı Tarihi düz bir çizgi izlememiştir. Tayyip’in anlatmaya çalıştığı gibi hep parlak bir Osmanlı olmamıştır. Tersine parlak dönemler çok da kısa sürmüştür. Bu işin bir yanı…
Osmanlıcaya gelince… Aslında Osmanlıca diye bir dil yok. Türkçenin Arapça ve Farsça söz, terim ve tamlamalarla yozlaştırılmayla oluşturulmuş yazı dilidir Osmanlıca. Halka tepeden bakan saray erkânının yazı dilidir. Özellikle “aydın” kesimin kullandığı Farsça-Arapça-Türkçe kırması, melez bir dildir. Halk anlamaz. Halkın konuştuğu dil, Türkçe saray erkânı için “avam lisanı”dır, hor görülür.
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Ahmet Midhat şöyle diyor örneğin:
“Türkistan’dan bir Türk ve Necid’den bir Arap ve Şiraz’dan bir Acem getirsek edebiyatımızdan en güzel parçayı bunlara karşı okusak hangisi anlar? Şüphe yok ki hiçbirisi anlayamaz. Tamam işte bunlardan hiçbirinin anlayamadığı lisan bizim lisanımızdır diyelim. Hayır, onu da diyemeyiz. Çünkü o parçayı bize okudukları zaman biz de anlayamıyoruz… Pekalâ ne yapalım? Lisansız mı kalalım? Hayır, halkımızın kullandığı bir lisan yok mu? İşte onu millet lisanı yapalım.” (Şükrü Haluk Akalın, Atatürk Döneminde Türkçe ve Türk Dil Kurumu, https://turkoloji.cu.edu.tr/YENI%20TURK%20DILI/5.php).
Bu sözler, hem Osmanlıcanın melez bir yazı dili olduğunu, hem Osmanlı’nın son demlerinde Türk halkında uluslaşma kıpırtılarının başlamış olduğunu göstermektedir. Halktan kopuk saray dilini, aydınlar bile anlayamamaktadır. Tayyip işte bu dili özlüyor. Ve bu dilin yaygınlaşmasını zorluyor. Kendisi okusa hiçbir şey anlamayacak oysa! Yukarıda saydığı isimlerden Fuzuli, Baki, Şeyh Galip, Nedim, Ziya Paşa’nın eserlerini anlaması mümkün değil. Diğerlerini Hacı Bayram Veli, Süleyman Çelebi, Erzurumlu Emrah, Mehmet Akif ve Yahya Kemal’i bir parça anlayabilir belki. Hacı Bayram Veli, Süleyman Çelebi ve Erzurumlu Emrah’ın eserleri halk dilindedir çünkü. Mehmet Akif ve Yahya Kemal’de ise zorlanacaktır.
Tayyip’in “İslam’ın Rengi”nden kastı Arapçadır. Zaten açıkça; “Dilini de Kur’an ile güzelleştirdi”, diyor. Ona göre varsın halk anlamasın, daha iyi. Sunturlu, anlaşılmayan sözlerle halkı gütmek daha kolay olur çünkü, halk geri kalır.
Bu dili, Türkçemizi, dine peşkeş çekmektir! AKP’nin yapmaya çalıştığı budur.
Atası, yere göğe koyamadığı “Abdülhamid Han” da öyle, açıktan resmi dilin Arapça olmasını savunan bir gerici. Kızıl Sultan Abdülhamit’in şöyle dediği aktarılır:
“Arapça güzel lisandır, keşke eskiden resmî dil Arapça kabul olunsa idi. Hayrettin Paşanın sadrazamlığı zamanında Arapçanın resmî dil olmasını ben teklif ettim. O zaman Sait Paşa başkâtip idi, direndi. ‘Sonra Türklük kalmaz’ dedi. O da boş lâf idi. Neden kalmasın? Aksine Araplarla daha sıkı bağlantı olurdu…” (Şükrü Haluk Akalın, Atatürk Döneminde Türkçe ve Türk Dil Kurumu, https://turkoloji.cu.edu.tr/YENI%20TURK%20DILI/5.php).
Görüldüğü gibi, Tayyip de aynı yolda! Amaç Arapçayı resmi dil yapmak, Araplarla daha sıkı bağlantılar kurmaktır. Kuvayimilliye düşmanı Ali Kemal de aynı görüştedir: “Arapçasız Türkçe olamaz” Ali Kemal’e göre.
Bugün SADAT’ın İslam Devletleri Birliği ASRİKA Projesi de bu yaklaşımın daha bir ete kemiğe bürünmüş halidir. Hepsi aynı kalıptan kesme bunların!
Şimdi bakıyoruz her yerde Arapça yazılar, tabelalar. Milyonlarca Suriyelinin ülkemizde tutulmasının bir nedeni de budur. Dilimizi bozmak, Arapçayı ve Arap harflerini yaygınlaştırmak.
Ayrıca dil zora gelmez. Zor, kültürel gelişimde kopukluklara yol açar. Dilde dayatma halkın düşünce sisteminin gelişimini önler. Çünkü dil ve düşünce birbirinden ayrılmaz. Bu kopukluklar hayatın her alanına kaçınılmaz olarak yansır. Halkın geri kalmasına, gelişmeleri yakalayamamasına yol açar. Zaten gericilik için amaç da bu!
Çünkü emperyalizm, ulusal kimliğin en önemli bileşeni olan dili yok etmeye çalışır. Türkçemize yapılan saldırıları da böyle görmek gerekir.
Tayyip’e zemin hazırlayan 12 Eylül Cuntasının Amerikancı Faşist generalleri, Cumhuriyet’in ve Mustafa Kemal’in en önemli kuruluşlarından Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nu kapattılar. Bu emperyalizmin buyruğuydu, yerine getirdiler. Yerine koydukları siyasi otoritenin emrinde, bilimden uzak kuruluşlar. Dilin dinamizmine ket vurmayı amaçlayan, dini hep ön plana çıkaran, halkın konuştuğu dili esas alan özleşmeyi bir kenara bırakan ve bütün bunları sinsice yapan bir kuruluş artık Türk Dil Kurumu. Böylece halkın dili değil, egemen sınıf veya zümrelerin kullandığı dil esas alınarak halkın gelişimi engellenmek isteniyor, ulusal kimliğe zarar vermek amaçlanıyor.
Şimdi Tayyip de bu yolun yolcusu. Çünkü Türkiye’yi dağıtmak için programlanmış bir robot. Dolayısıyla Türkçemiz de hedefinde.
Tayyip’in dediklerine bakmaya devam edelim. Her zaman olduğu gibi Mustafa Kemal’e, Cumhuriyet’in kurucularına saldırmadan edemiyor.
Tayyip’e göre yazı diliyle konuşma dili arasında bir fark oluştu ama 20. Yüzyıl’ın başında bu fark yazarlar tarafından giderildi. Ama şu Mustafa Kemal yok mu; “1930’lu yıllarda sözde dilde sadeleştirme”, diyerek “tefrit (yetersiz) derecede” sonuçların doğmasına neden oldu, diyor.
Tayyip’in yazı dili ile konuşma dili arasındaki fark giderildi lafı da yalan. Çünkü 1930’lara gelindiğinde Türkçemizde yabancı söz (Arapça ve Farsça) oranı %70-80’dir. Bunun böyle sürmesi Türkçenin zamanla yok olması anlamına gelir.
Tayyip, sen o Mustafa Kemal’in başlattığı Dil Devrimi ve öncesindeki Harf Devrimi (Yazı Devrimi) sayesinde okudun, iletişim kurabildin. Halkımız okuma yazma öğrendi, Türkçe gelişti, ulusal kimlik gelişti. Bu ne büyük aymazlık, ne büyük nankörlük!
Gerek Yazı Devrimi, gerekse Dil Devrimi Türkiye için gerekliydi. Çünkü ümmet toplumundan ulus toplumuna geçiş bunu zorunlu kılıyordu. Bu dönemde, başlangıçta radikal bir özleştirme-sadeleştirme çalışması yapıldığı doğrudur. Ama bu sayede çok fazla sayıda öz Türkçe, halkın kullanmakta olduğu sözün kullanıma girdiği de doğrudur. Ve ikincisi her zaman ağır basar. Halk dilinin her alanda kullanılmasıdır esas. Tayyip’in rahatsızlığı asıl burada yatıyor. Çünkü kafası ümmetçi. Ulus kavramı yok onda. Ümmet ve Din devleti arayışında.
Arapça ve Arap harfleri dilimize uygun değildi. Türkçeye yön vermek için Arap harflerinden de kurtulmak gerekiyordu. Çünkü Arapça için uygun olan Arap harfleri, Türkçe için uygun değildi. Bir dilbilimciden aktaralım:
“Yirminci yüzyılın başlarında Türk soylu halkların büyük bir çoğunluğu Arap kaynaklı yazıyı kullanıyordu. Arapça için belki mükemmel olan Arap yazısı Türkçe için ve bütün Türk soylu halkların dilleri için hiç de uygun bir yazı sistemi değildi. Arapçada ünlü sayısı son derece az iken, Türk lehçelerinde ünlü sayısı sekiz, dokuz, hatta on olabilmektedir. Yazının Türkçe için yetersizliği öteden beri tartışılıyordu. Arap kaynaklı Osmanlı yazısında oldu’nun yazılışı ile öldü’nün yazılışı; kol ile kul’un yazılışı, göl ile gül (gülmek fiili)’ün yazılışı, güz ile göz’ün yazılışı birbirine karışıyordu. Sözlerdeki ünlüler birbiriyle karışıyor, okumak bilmece çözmeye dönüşüyordu. Osmanlı yazısında ünlülerle ilgili bu güçlüklerin yanında bazı ünsüzlerin yazıda gösterilişinde de güçlükler yaşanıyordu. Söz gelişi /k/ ile /g/ ünsüzleri Osmanlı yazısında aynı harfle (kef harfiyle) yazılıyordu. Bu durumda da kör ile gör’ün yazılışı, köz ile göz’ün yazılışı, kül ile göl’ün yazılışı hep birbirine karışıyor, bu sözlerin ne olduğu da ancak cümlenin veya metnin bağlamından çıkarılıyordu.”
“…
“Yeni Türk yazısının bu kadar kısa süre içerisinde büyük bir hızla öğrenilmesinin ve çabucak benimsenmesinin ardında ise bu yazının Türkçeyi en iyi şekilde ifade eden bir yazı olması gerçeği yatmaktadır. Yeni Türk yazısında 29 harf bulunmaktadır. Matbaa yazısında harflerin kelime başında, kelime ortasında ve kelime sonunda yazılışları için ayrı ayrı şekiller bulunmamaktadır. Kelimenin neresinde olursa olsun matbaa yazısında harflerin tek bir yazılış şekli bulunmaktadır. Arap kökenli Osmanlı alfabesinde matbaa yazısında bile her harfin kelime başında, ortasında ve sonunda yazılışı için farklı şekilleri bulunabilmekteydi. Bu durum, yazıda şekil kalabalıklığını ortaya çıkarmaktan başka bir işe yaramıyordu. Osmanlı yazısındaki o günün basım evlerinde dizginin elle yapıldığını, harflerin teker teker alınarak bir araya getirildiği düşünülecek olursa, bir kitabın veya bir gazetenin dizgisinin ne kadar güç bir iş olduğu anlaşılacaktır. Kullanılan yeni yazıdaki her harfin bir ses değerinin olması, harflere iki veya daha fazla sesi gösterme veya bir sesi birkaç harfle gösterme görevinin yüklenmemiş olması, okumayı ve yazmayı son derece kolaylaştırmıştır. Yeni Türk yazısının bir başka önemli özelliği, harflerin yazılışında sözlerin şekil bütünlüğünün korunmasıdır. Osmanlı yazısında bazı harfler kendilerinden sonra gelen harflerle bitişmemekteydi. Arap alfabesinin özelliğinden kaynaklanan bu durum, sözlerin şekil bakımından bölünmesine yol açıyordu. Bitişmeyen harften sonra bırakılan boşluk, sözler arasında bırakılan boşluğa benziyordu. Böyle bir durumda okuyucu, bir sözü bitişmeyen harf yüzünden iki ayrı söz gibi görüyordu. Sözlerin şekil bütünlüğünü bozan bu durum, Osmanlı yazısında yanlış okumalara yol açıyordu. Kullanmakta olduğumuz yeni yazıda kelimelerin bütünlüğünü bozan ve yanlış okumaya yol açan yazım özelliği bulunmamaktadır.” (Şükrü Haluk Akalın, Atatürk Döneminde Türkçe ve Türk Dil Kurumu, https://turkoloji.cu.edu.tr/YENI%20TURK%20DILI/5.php).
Cumhuriyeti kuranlar, bu karmaşayı gidermekle kötü mü yaptılar?
Tayyip, “Güya Türkçemizi yabancı kelimelerden arındırma bahanesiyle nice kelime dilimizden dışlandı, hor görüldü. Bunların yerine konmak istenen tatsız, tuzsuz, renksiz, ahenksiz yüzlerce kelimeyle kadim medeniyetimiz kesintiye uğratılmaya çalıştı. Hayali kurulan şey aslında devletimizin müesseselerinden de milletimizin gönlünden de ecdadın bütün izlerini silmekti.”, diyor.
Oysa o senin adını açıkça veremediğin yiğitler sayesinde bugün Türkiye Cumhuriyeti var, Türkçe var. Ecdadın için de o yiğitler Türk Tarih Kurumu’nu kurdular 1930’larda. Ecdadın izini silmek değil, tersine, bilinmeyenlerin bilimin ışığında ortaya çıkarılması ve paylaşılması amaçlanmıştı.
Tayyip’in başta verdiğimiz alıntıdaki son sözleri kulağa hoş gelebilir.
“YABANCI KELİME KULLANMA HASTALIĞI LİSANIMIZI TEHDİT EDİYOR: Sosyal medya denen mecralarda kullanılan dil Türkçemiz için tam bir felaket habercisidir. Bu meseleyi ciddiyetle ele almazsak fikri muhtevamızın kısırlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağımızı üzülerek ifade etmek isterim. Lisanımızı tehdit eden bir diğer unsur ise tabelalarda, yazışmalarda ve konuşmalarda yabancı kelime kullanma hastalığıdır. Bu salgın da 1930’larda başlayan dilde tasfiye hareketinin menfi neticelerinden biridir.”
Başlangıçta doğru sözler ediyor gibi yapıp bugünkü yabancı söz yaygınlığını gene Mustafa Kemal’e ve arkadaşlarına yıkmak ister, 1930’lardaki öz Türkçeleştirme hareketine bağlar.
Oysa 20 yıldan beri ülkeyi sen yönetiyorsun. Arapça tabelalar 1930’larda var mıydı? İngilizce sözler var mıydı? Tersine Cumhuriyetçiler; “Vatandaş Türkçe konuş!”, kampanyası başlatmışlar, anketlerle halktan yeni sözler derlemişler, dil kurultayları toplamışlar, Türkçenin halkın konuştuğu dile dayalı olarak söz varlığını geliştirmek için çırpınmışlardı.
Kafa Ortaçağcı, arkasını dayadığı sosyal ve ekonomik güç Antika Tefeci-Bezirgân Sınıf olunca, bu bakış kaçınılmaz oluyor. Nasıl ilerici her harekete karşılarsa yazı ve dil devrimimize da karşılar.
Tabii Türk Dil Kurumu’na da kendi kafasındaki sözde “dilbilimci”leri atıyor Tayyip.
Sonuç: dilimizin dinamizmini yitirmesi, gelişememesi, hatta gerilemesi.
Dil ve düşünce birbirinden ayrılmaz dedik. Dildeki mutlak veya nispi gerileme toplumsal düşünce sistemimizi de etkiliyor.
Tayyipgil’in yaptığı her kötülükte kasıt aramak gerek. Çünkü hemen tümü emperyalist uşağı. Dolayısıyla Türkçemize de kasıtlı zarar veriyorlar. Bu kötülüğün de hesabı sorulacaktır.
Yazımızı Ziya Gökalp’in dilimiz üzerine yazdığı “Lisan” adlı şiirle tamamlayalım.
Güzel dil, Türkçe bize,
Başka dil, gece bize.
İstanbul konuşması
En saf, en ince bize.
Lisanda sayılır öz
Herkesin bildiği söz;
Manası anlaşılan
Lügate atmadan göz.
Uydurma söz yapmayız,
Yapma yola sapmayız
Türkçeleşmiş Türkçedir;
Eski köke tapmayız.
Açık sözle kalmalı
Fikre ışık salmalı;
Müteradif (eş anlamlı) sözlerden
Türkçesini almalı.
Yeni sözler gerekse
Bunda da uy herkese;
Halkın söz yaratmada
Yollarını benimse.
Yap yaşayan Türkçeden,
Türkçeyi incitmeden,
İstanbul’un Türkçesi
Zevkini, olsun yeden.
Arapçaya meyletme
İran’a da hiç gitme;
Tecvidi (sesli okuma) halktan öğren,
Fasihlerden (açık, güzel konuşan) işitme.
Gaynlı sözler emmeyiz,
Çocuk değil, memeyiz!
Birkaç dil yok Turan’da
Tek dilli bir kümeyiz.
Turan’ın bir ili var,
Ve yalnız bir dili var.
“Başka dil var…” diyenin
Başka bir emeli var.
Türklüğün vicdanı bir,
Dini bir, vatanı bir;
Fakat hepsi ayrılır,
Olmazsa lisanı bir.
Ziya Gökalp