Yükseköğretimin Halleri
Hüseyin Ali
Din Bezirgânları iktidarının 18 yıldan beri tahrip ettiği kurumlardan birisi de yükseköğretim. Ortaçağcı kafa yükseköğretimde büyük tahribat yaptı, yapmaya devam ediyor. Çünkü, topluma, ülkeye zarar vermek amaçları. Emperyalistler tarafından kurulmuş oyuncak bu din bezirgânları bir bakıma.
Üniversiteler, bir ülkenin gözbebeğidir aslında. Bilimsel bilgi, kültürel değerler, ağırlıklı olarak üniversitelerde üretilir.
Dolayısıyla bir ülkeyi bilimden koparmak ya da bilimde gerilemesine yol açmak o ülkeye yapılan en büyük kötülüktür. Vatan hainliği ile eşdeğerdir.
Bu ihanet çok boyutlu…
Öncelikle, ilköğretim ve ortaöğretimde yapılan dinci tahribat kaçınılmaz olarak yükseköğretimi olumsuz yönde etkiliyor. İmam hatip okullarının sayısındaki büyük artış, kalan devlet okullarınınsa imam hatipleştirilmesi, doğrudan yükseköğretimin kalitesini düşüren etkenlerden birisi.
Adaletsiz eğitim sistemine rağmen, sosyal ve kültürel birikim bakımından eşit olmayan öğrencileri sözde “eşit” oldukları bir sınava sokarak görünürde adil olunduğunu gösterme çabası kandırmacadır. Bilindiği gibi, din bezirgânları bu kandırmacayla da yetinmediler. Sahtekârlıkta da en uç noktaya vardılar. Sınav sorularının çalınması gibi… Bu durum üniversite öğrencilerinin altyapısında gerilemeye yol açtı. Üniversite öğretimi bakımından yetersiz, üniversite eğitimine hazır olmayan öğrenciler üniversitelere girdi.
Bu süreç aslında AKP öncesinde, 1950’lerden beri yürütülen gerici planın parçası. Köy Enstitülerinin kapatılması, imam hatip okullarının pıtrak gibi her yanı sarması, bu planın görünürdeki yansımaları. Plan emperyalizmin ünlü “Yeşil Kuşak Projesi”. Daha 1968’de, o zamanki Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, açıktan; “Bugünkü okullarda yetişen gençlere ülke yönetimi teslim edilemez. Biz, laik okullara karşı İmam Hatip Okullarını bir seçenek olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri, bu okullarda yetiştireceğiz”, diyordu.
Arkasından 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 Faşizmleri aynı yolda, halkımızı ve devleti dincileştirme yolunda ilerledi. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra “Yeşil Kuşak Projesi”, “Büyük Ortadoğu Projesi”ne dönüştü.
Şimdi dinci-faşist kırması diktatörlük çok daha uşakça bu yolda ilerliyor. Din bezirgânları iktidarı daha önceki satılıkların yapamadığı boyutta tahribata yol açtı ne yazık ki. Cumhuriyet’in Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasası artık fiilen ortadan kalkmıştır.
Şimdi yükseköğretimdeki tahribatı daha yakından inceleyelim.
Türk Dil Kurumu, üniversite sözünü şöyle tanımlıyor:
“Bilimsel özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip, yüksek düzeyde eğitim, öğretim, bilimsel araştırma ve yayın yapan fakülte, enstitü, yüksekokul vb. kuruluş ve birimlerden oluşan öğretim kurumu, darülfünun.”
Doğru bir tanım… Özerklik vurgusu yapılıyor, bilimsel araştırma ve yayın yapma esas alınıyor.
Ne var ki, 1950’lerden beri zaten tahrip edilmiş olan üniversite özerkliği AKP döneminde tümüyle yok edildi. Devletin başka kurumlarında olduğu gibi, YÖK de yüzde yüz Malum Kişi’nin denetiminde.
Tanımda da belirtildiği gibi, üniversite özerkliği kavramı ve bilim iç içedir. Eğer üniversite özerkliği tahrip edilmişse bilim ve araştırma da kaçınılmaz olarak güç kaybedecektir. Özgür düşünce, özgür kafa, bilimsel gelişim için şarttır.
Bugün Türkiye’de durum Ortaçağ Engizisyon dönemine doğru savrulmaktadır. Bilim, bilimciler ve bilimsel gelişim küçümsenmekte, Ortaçağın medrese kafası öne çıkarılmaktadır. Örneğin, Mardin Artuklu Üniversitesi eski Rektörü Ahmet Ağırakça, makamında çektirdiği ve Arap şeyhi gibi giyinmiş olduğu fotoğraflarını medyaya salan; “Akademisyene sarık uygun”, diyen, üniversitede bilimi kazıyan Ortaçağ özlemcisi birisiydi.
Benzer şekilde, bugün bir üniversite öğretim elemanı; “Hz. Nuh’un oğluyla cep telefonu aracılığıyla konuştuğunu, Hz. Nuh’un tufanda gemiden insansız hava aracı gönderdiğini”, rahatlıkla söyleyebiliyor. Başka bir “profesör”, Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümünden Bedri Gencer, Elazığ Depremi’ni; “zinayı ve livatayı yasallaştırarak, Allah’ın helal kıldığı yaşta evliliği tecavüz sayarak gayretullaha dokunmaya”, bağladı (Gayretullaha dokunmak: Allah’ın gazabını tahrik eden, cezasının hemen gelmesine neden olan eylemde bulunmak). Bu dinci tayfanın kafası hep belden aşağıdadır. Hem her türlü cinsel pisliği yaparlar, hem de namuslu insanlarımıza çamur atarlar.
Bu tür yaklaşımlar Ortaçağ medrese kafasının yansımasıdır. Oysa bilim; gözlem, deney ve öne sürülen deneysel bilginin başkaları tarafından da tekrarlanabilmesini gerektirir.
Tabiî, özgür düşüncenin yanı sıra yükseköğretimin altyapısı da bir o kadar önemlidir.
AKP döneminde yandaşlar, “alnı secde gören” diye tanımladıkları dinciler, tarikat-cemaat mensupları, liyakate ve yetkinliklerine bakılmaksızın öğretim elemanı yapıldı, hatta etkin noktalara getirildi. Yeterince birikimi olmayan sözde öğretim elemanlarının haksız yere öğretim elemanı konumuna getirilmesi hem üniversitelerde daha önceki birikimin yitirilmesi, yetkin öğretim elemanlarının şevkinin kırılması, hem de üniversitelerdeki öğrenci artışına gereği gibi cevap verilememesiyle sonuçlanır: Kalite düşer!
Diğer bir altyapı sorunu bilime ya da araştırma ve geliştirmeye (AR-GE) ayrılan kaynaktır. Türkiye’nin AR-GE’ye ayırdığı kaynağa diğer ülkelerle kıyaslamalı olarak bakalım (Şekil 1).
Görüldüğü gibi Türkiye, kendisinden çok daha küçük ülkelere göre Ar-Ge’ye daha az kaynak ayırmaktadır.
Sadece bu şekle bakarak, AR-GE’ye ayrılan kaynak düşük ama fena da değil, denilebilir. Ancak, bu kaynak tüm ülkedeki üniversiteler hesaba katıldığında seyrelmektedir. AKP iktidarının 18 yıllık döneminde, uygulanan popülist politikalarla üniversite sayısı iki katından da fazla artmıştır. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında 68’i devlet, 25’i vakıf üniversitesi olmak üzere toplam 93 üniversite vardı; 2019’da bu sayı 129’u devlet, 73’ü vakıf olmak üzere 202’ye yükseldi.
Bu kadar sürede böylesine artış, yükseköğretim kalitesini düşürdü. Çünkü, üniversite demek sadece bina demek değildir. Başta eğitici kadrolar, diğer altyapı gerekleri (laboratuvar, kütüphane, araştırmaya ayrılan bütçe vb.) bu artışa ayak uydurabilmelidir. Ancak, durumun böyle olmadığı açıktır. Örneğin yukarıda sözünü ettiğimiz Artuklu Üniversitesinin Rektörü Ahmet Ağırakça, rektör olduğu dönemde, aynı zamanda kendi üniversitesindeki 5 fakültenin de dekanıydı.
Öğretim görevlisi sayısına baktığımızda bu durum açıkça görülüyor. Örneğin Avrupa Birliği istatistiklerine göre 2017 yılında 83 milyon nüfuslu Türkiye’de 7 milyon 199 bin yükseköğretim öğrencisi varken (bu nüfusun yaklaşık % 9’u anlamına geliyor; neredeyse her 10 kişiden birisi üniversite öğrencisi), 83 milyon nüfuslu Almanya’da 3 milyon 91 bin 7 yüz öğrenci var.
(https://ec.europa.eu/eurostat/statistics-explained/index.php/Tertiary_education_statistics)
Bu bizim daha gelişmiş olduğumuz anlamına mı geliyor? Ya da tesadüfî bir bilgi mi?
Bu sadece Almanya’ya has bir bilgi değil. Benzer şekilde, bizden daha gelişmiş 56 milyon nüfuslu İngiltere’de 2 milyon 431 bin 9 yüz yükseköğretim öğrencisi var.
Öğrenci sayısındaki artış çok hızlı: 2002’de Türkiye’de öğrenci sayısı 1 milyon 678 bin kadar. AKP döneminde öğrenci sayısı yaklaşık 4.5 kat artırılmıştır.
Bu “her ile bir üniversite” popülist yaklaşımının bir yansımasıdır.
Devam edelim… Aynı istatistiklerde öğretim görevlisi başına düşen öğrenci sayıları da ülkelere göre grafik halinde veriliyor (Şekil 2).
Burada öğretim görevlisi sayısı içerisine önlisans, açıköğretim vb. lise sonrası tüm eğitim görevlileri alındığından oran gerçek sayının altında. Sadece üniversiteler alındığında bu oran % 47’dir. Görüldüğü gibi, öğretim görevlisi başına en çok öğrenci yükü olan ikinci ülke, Yunanistan’ın arkasında Türkiye’dir.
Böyle olunca hem öğretim görevlisi yetersizliği doğuyor, hem AR-GE’ye verilen destek, eh, kediye göre budu, toplamda hatırı sayılır bir meblağ gibi görünse bile üniversite ve öğrenci sayısı dikkate alındığında seyreliyor, azalıyor.
Bu durum kaçınılmaz olarak üniversitelerimizin uluslararası ortamda nispi olarak gerilemesine yol açıyor. Örneğin QS Dünya Üniversite Sıralamasında 2010’da Bilkent Üniversitesi 332’nci, İstanbul Üniversitesi, Koç Üniversitesi ve Sabancı Üniversitesi ilk 401-450’nci, İstanbul Teknik Üniversitesi 451-500’nci sırada bulunuyordu.
(https://www.universityrankings.ch/results/QS/2010?ranking=QS&year=2010®ion=&q=&s=450)
Bugün özel üniversiteler bile gerilemiş, devlet üniversiteleri ilk 500’e giremez olmuştur: Koç: 448, Bilkent: 456, Sabancı: 501-10, ODTÜ: 551-60, Boğaziçi: 571-80, İTÜ: 651-700, Ankara: 801-1000, Gazi: 801-1000, Hacettepe: 801-1000, İstanbul: 801-1000.
(https://www.topuniversities.com/university-rankings/world-university-rankings/2019)
Demek ki, kaynaklar heba olmaktadır. Bu durumda “bilime ayrılan” kaynaklar nereye gitmektedir?
Seyrelmenin yanı sıra safsataya gitmektedir ne yazık ki… Yukarıda bilim dışı düşünen, gözlem ve deneyi hiçe sayan sözde profesörler varken üniversitelerin gerilemesi doğaldır.
Toplumda bilime değer verilmeyince, Fizik, Kimya, Biyoloji, Matematik gibi temel bilim alanlarına ilgi de azaldı. Ayrıca işsiz üniversite mezunları arasında bu bölümler başta geliyordu. Bu yüzden de bu bilim dallarında kontenjanlar azaltıldı. Örneğin 2010 ve 2015 yıllarında temel bilimlerdeki kontenjanları karşılaştıralım (Tablo 1).
Tablo 1. Temel Bilimlerde Kontenjan Azalması
YILLAR | FİZİK | KİMYA | BİYOLOJİ | MATEMATİK |
2010 | 8266 | 8977 | 8885 | 9439 |
2015 | 556 | 1529 | 1310 | 3761 |
(Kaynak: Mehmet Sayım Karacan, Yüksek öğretimde temel bilimlerin yeri ve Türkiye’deki durumu, Elektrik Mühendisliği Dergisi, 2016 (456): 22-24.)
Görüldüğü gibi, Fizik, Kimya, Biyoloji Ve Matematik gibi temel bilimlerin kontenjanlarında köklü azaltma yapılmıştır. Oysa gerçek bilim bu temel bilim dalları üzerinde yükselir.
Bilimde gidişi belli eden en iyi göstergelerden birisi de yıllık yayın sayısı ama daha da önemlisi bu yayınlara yapılan atıf sayısıdır. Şimdi bu verilere bakalım: AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında Türkiye’de yapılan ve indekslere giren yabancı yayın sayısı 12.708. Buna karşılık 2017’de bu sayı 44.584’e yükselmiştir.
İyi artış, denilebilir. Ancak makale başına yapılan atıf sayısına bakılınca gerçek ortaya çıkıyor: 2002’de makale başına ortalama atıf sayısı 18.84 iken bu sayı 2017’de 2’ye düşmüş. Yayın sayısı artmış ama atıf sayısı, dolayısıyla gerçek bilime katkı 9, neredeyse 10 kat azalmış.
Bütün bunlar gösteriyor ki AKP iktidarı geçen 18 yıl içinde, her alanda olduğu gibi yükseköğretimi de makyajla iyi, parlak göstermiş ama aslında içini boşaltmıştır. Yükseköğretim alanında da bir kandırmaca söz konusudur.
Yükseköğretim değersizleştirilmiştir.
Öğrenciler iyi eğitim alamamaktadır.
Öğretim elemanları yetersizdir.
Gerçek bilimin temel dayanağı olan Fizik, Kimya, Biyoloji, Matematik gibi temel bilim dalları değersizleştirilmiş, bu bilim dallarının kontenjanları azaltılmıştır.
Ne yazıktır, yükseköğretimde çürüme devam etmektedir.
Yükseköğretimin bu çürüyüşten kurtuluşu, başta bu din bezirgânlarından kurtuluşu gerektirir.