Bir Din Bezirgânının çağrıştırdıkları
Dr. Mustafa Şahbaz
Doğup büyüdüğüm, ilk, orta, lise eğitimimi aldığım memleketim Konya, bilindiği gibi Türkiye’nin Tahıl Ambarı diye anılır. “Konya Türkiye’nin Tahıl Ambarıdır”, denince Konya topraklarının çok verimli olduğu, bu yüzden “Tahıl Ambarı” yakıştırmasının yapıldığı sanılabilir. Öyle değildir. Benim çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda yaz tatillerimi babamın manav dükkânında çalışarak geçirdiğim Konya’nın Kulu ilçesinin Kürt köylerinde yapılan tarımda bire on-on iki verim alındığında başarı sayılırdı. Bu verim de ancak tohum ilaçlaması yaparak, tarla gübrelenerek ve ekin ilaçlanarak elde edilebilirdi. Ayrıca çoğunluğu atlarla ya da öküzlerle yapılan bu tarımsal üretim, tüm aile bireylerinin gecelerini gündüzlerine katarak çalışmalarıyla yürürdü. Bunca emeğe ve bunca harcamaya karşılık alınan ürün, giderleri zor karşılar; köylü bir türlü borçtan kurtulamazdı.
Köylüye sözüm ona destek sağlamak üzere kurulmuş bir de “Tarım Kredi Kooperatifleri” vardı. Hâlâ da vardır ya… O adı güzel, amacı güzel kuruluş da köylünün ayağına vurulmuş yeni bir prangadan başka bir sonuç yaratmamıştır. Şöyledir ol hikayet:
Tarım Kredi Kooperatiflerinin geçmişi, tâ Osmanlı’ya, 1863 yılında Mithat Paşa’nın kurmuş olduğu “Memleket Sandıkları”na dayanır. 1935’te 2836 sayılı yasayla bugünkü adıyla kurulur ve 1972 yılına kadar Ziraat Bankasına bağlı bir kamu kuruluşu olarak çalışır. Kuruluş amacı da kendi web sitelerinde şöyle anlatılır:
“1935 yılında çıkarılan 2836 sayılı ‘Tarım Kredi Kooperatifleri Kanunu’ ile ‘Tarım Kredi Kooperatiflerinin’ kuruluş adı ve varlık nedeni belirlenerek, kuruluşu gerçekleştirilmiş ve asıl gelişmeler bu kanundan sonra meydana gelmiştir. Bu kanunla kooperatiflere; ortakların üretimini düzeltmek, artırmak ve kıymetlendirmek için ucuz üretim kredisi ve tarımsal girdi, alet ve makinalar temini suretiyle ortakları pahalı kredi yollarına başvurmaktan alıkoymak ve böylece yurt içi ve dışı rekabet edebilme gücünü geliştirmek gibi görevler yüklenmiştir.” (https://www.tarimkredi.org.tr/kurumsal/koklu-gecmisimiz)
Kuruluş amacındaki iyi niyetlere aldanmayalım. Bu kuruluş, köylüye başlangıçta düşük faizli bir kredi vermiştir. Doğru… Bu kredi bir yıl vadeliydi. Vade de köylünün hasadını kaldırdığı sonbahar aylarında, Eylül-Ekim aylarında, sona ererdi. Köylü, bu aldığı krediyi, daha ilk yılında ihtiyaçlarına harcamış ve elinde nakit kullanabileceği bir parası kalmamıştır. Ama vadesi gelince bu kredinin kooperatif kasasına yatırılması gerekir. Vade geldiğinde ise köylülerin kimi henüz hasadını satamamış, kimi parasını tüccardan ya da devlet kuruluşu olan Toprak Mahsulleri Ofisinden henüz alamamış, kimi de parasını almış ama daha acil olan ihtiyaçları için harcamış ya da beklemeye tahammülü olmayan Tefeci-Bezirgâna olan borcunu ödemiştir. Ama bu Kooperatif kredisinin de faiziyle birlikte önce ödenmesi, sonra gelecek yılın kredisi olarak tekrar çekilmesi gerekmektedir. Köylü için gereklilik ne kelime, zorunluluktur bu. Krediyi yatırma ve geri çekme arasında 1-2 aylık bir süre vardır. Krediyi faiziyle ödemek ve bu 1-2 aylık süreyi geçirebilmek için köylü, Tefeci-Bezirgânın kapısını çalmak zorundadır. Artık köylü Tefeci-Bezirgândan aldığı ve birkaç saatten fazla elinde tutamadığı bu para için Kooperatife “düşük faiz”, Tefeci-Bezirgâna “yüksek faiz” ödemek zorundadır. Krediyi tekrar çektiğinde yine bir iki saat kadar elinde tutabildiği bu parayı Tefeci-Bezirgâna faiziyle (tabiî fahiş Tefeci-Bezirgân faiziyle) birlikte öder. Kredinin üzerine eklenecek faiz tutarı kadar parası yoksa (ki çoğunlukla yoktur) gelecek hasat döneminde ödemek üzere yine tefeci faiziyle Tefeci-Bezirgâna borçlanır. Artık yalnızca faiz ödemekle kurtulamaz bu kıskaçtan, bir de faizin faizini ödemek zorunda kalır. Yani tek bir yıl ağız tadıyla kullanabildiği kredi karşılığında sittin sene faiz öder. Yetmez… giderek katlanan faizin faizini de öder.
Neyse… Asıl konumuz bu değil…
Konya Toprağının Zehirli Ürünleri
Hani yukarıda dedik ya; “Konya ‘Türkiye’nin Tahıl Ambarıdır’, denilince, Konya Topraklarının çok verimli olduğu sanılabilir. Fakat işin aslı öyle değildir”, diye. Bu kadar ürün verebilmesinin sebebi Konya Ovası’nın verimliliği değil; uçsuz bucaksız genişliğidir. O yüzden Konya’da arazi ölçü birimleri bile farklıdır. Türkiye’de kullanılan yüzey ölçü birimi yaygın olarak “Dönüm ya da Dekar”dır bilindiği gibi. Ve bir dönüm ya da aynı büyüklüğü ifade eden dekar, 1000 metrekaredir. Fakat bir de Konya Dönümü vardır ki, 2500 metrekaredir. Yani Konya’yı Türkiye’nin Tahıl Ambarı yapan büyüklüğünü ölçmek, böylesi bir ölçü birimini gerekli kılmıştır. Sözün özü, Orhan Kemal’in Çukurova için söylediği “Bereketli Topraklar” betimlemesi Konya Toprakları için geçerli değildir.
Ama bir konuda Konya toprağı gerçekten çok verimlidir:
Ortaçağcı yobaz yetiştirmekte “Bereketli Topraklardır” Konya Toprakları…
Güzel Konya’mızın yetiştirdiği bu Ortaçağcılardan birine sadece bir örnek olarak değineceğiz. Ama Türkiye’nin kimler eliyle nasıl bir Ortaçağ karanlığına çekilmek istendiği ve hatta çekildiği bu örnekle bir kez daha gözler önüne serilecektir sanırız…
Kişimiz. Tayyipgiller tarafından, Konya başta gelmek üzere, Türkiye’nin birçok yerinde adı caddelere, bulvarlara, kültür merkezlerine vb.ne verilmiş olan Ali Ulvi Kurucu’dur.
Kendisi Konya’nın damardan “Dinci” bir ailesinin ferdidir. Kendisini anlatmaya geçmeden önce adına Konya’da kocaman bir cami de inşa edilmiş olan amcası Hacı Veyiszade Mustafa Efendi’den (1889-1960) kısaca söz edelim.
Çocukluğumuzda rastlardık, hacı misi küpünden çıkmışçasına kokular saçarak dolaşırdı, Konya caddelerinde. Yol boyunca insanlar büyük saygı gösterir, elini öperlerdi ya da o elini öptürürdü. Ve kendisi hakkında menkıbeler anlatılırdı Konyalılar arasında.
Örneğin: Bir gün bindiği faytonun (Konyalılar Payton ya da Körük derler) sürücüsü meğer faytonu ve atlarını yeni almış. Ve; “Hacı Veyiszade bir muska yazsa da atlarıma ve arabama nazar değmese”, diye geçirmiş içinden ama söyleyememiş. Evine varınca Hacı Veyiszade, sürücüye dönerek; “Benimle gel oğlum, arzun yerine getirilecek”, demiş. Ve kısa bir bekleme süresinden sonra elinde muskayla gelmiş ve “Hayırlı uğurlu olsun, Allah nazardan saklasın”, demiş. Yani böylesine gaibi (görünmez âlemi) görebilen bir ermiş mertebesinde tutar Konyalılar bu kişiyi hâlâ. Oysa burada insanların beklentilerini tahmin edecek kadar zeki ve bunu istismar edecek kadar cin fikirli bir adamın, saf insanların halisane din duygularını sömürmesinden başka bir keramet yoktur, olamaz da.
Bir örneği de bizzat Ali Ulvi Kurucu’dan verelim. Ortaçağcı kafaların nerelere kadar zırvalayabildiklerini görelim:
***
Elleri Zincirli Hasta
1935 yılında olmalı. Bursa’dan faytonla birisini getirdiler. Uzun boylu, yirmi yaşlarında, Ahmed adında bir gençti. Elleri zincirle bağlanmıştı. Bir de kilidi vardı. Gözleri korkunçtu. Akıl hastasıymış. Defalarca Bakırköy’de yatmış. O sırada hayatta bulunan Doktor Mazhar Osman, babasını çağırıp, “Amca, demiş; sen bir oğlunla başa çıkamıyorsun. Benim elimde sekiz yüz tane oğul var. Çocuk çok genç, yazık olmasın, götür buradan, kurtar çocuğunu… Vereceğimiz ilaçları verdik, yapacağımız tedbirleri kullandık. Elimizden başka bir şey gelmez…”
Babası iki arada kalmış; çocuğunu almış ama doktora:
“Bu vuruyor, kırıyor; güçlü kuvvetli, ne yapacağım, ben bunu öldüremem ki?” diye sormuş. Hastayı faytona bindirirlerken, Mazhar Osman, babanın kulağına eğilip, “Oğlunu okuttur.” demiş.
Bunun üzerine adam Bursa’ya gelince, oğlunu, artık kimi duyduysa götürüp okutmuş. Bu arada kim söylediyse,
“Konya’da Hacı Veyiszade var, ona götürün.” demişler… Getirdiler, ben de evdeydim. Ahmed’in yanında anası, babası, bir de ağabeyi vardı. Amcam, evin alt katında, kitaplarla dolu olan odasında, okumaya başladı. Şifa âyetlerini okudu. Kur’an-ı Kerim’i eline almış, hastanın başına, göğsüne, bütün azasına sürüyor; bu sırada bazı âyet-i kerimeleri tekrarlıyordu.
Amcam, sanki çocuğa musallat olan cinnîleri görüyor da onlarla dövüşür, boğuşur gibi, onları kovar gibi bir sesle okuyordu… Okudu, bitirdi. “Buyurun” dedi. Sokağa çıktılar. Faytona bindireceğiz. Çocuk, amcama döndü:
“Hocam, bu zincirler benim elimi çok sıktı. Çöz de öyle gideyim.” dedi.
Ağabeysi hemen çocuğun arkasına geçti, oradan amcama işaret ediyor:
“Sakın hocam, sizi de döver, çarpar…” şeklinde, zincirlerin çözülmesine mani olmaya çalışıyordu.
Amcamın Mânevî Tesiri
Amcam, çocuğun o ricası üzerine, sanki İlâhî âlemden emir almış gibi,
“Aslan Ahmed’im! Niye geldin sen buraya? Tabii çözeceğim zincirlerini… Sen buradan, hastalıklardan, zincirlerden kurtulup döneceksin… Ben sana ne okudum, biliyor musun? Şifa suresi olan Fatiha’yı okudum. Şifa âyetlerini okudum… Resûlullah Efendimiz’in yalnız Ahmed’i değil, bütün insanlığı tedavi ettiği Kur’an-ı Kerim’in ruhunu okudum sana… Allah’tan şifalar diledim. Hiçbir doktorun veremeyeceği ilâçları verdim ben sana… Elbette çözeceğim senin zincirlerini…” dedi.
“Nerde anahtarı bu kilidin!”
Ahmed’in annesi, elleri titreyerek çantasını açtı kesesini çözdü, içinden anahtarı çıkardı, amcama verdi.
Hepsi, Ahmed kime vuracak diye, endişe içinde beklerken, bana da “geriye çekil.” dediler. Korktum, uzağa gittim, seyrediyorum.
Amcam kilidi açtı. O Ahmed önce annesine döndü.
“Anne, dedi; senin bende çok hakkın var; evvela sen bin arabaya…”
Annesi bindi. Sonra babasına, ağabeyine döndü:
“Baba sen de bin, ağabey sen de bin!..”
Ahmed böyle deyince, amcam dedi ki:
“Aslan Ahmed’im! Ben seni arabacının yanına mı bırakırım. Annenin, babanın koynuna vereceğim seni… Ağabeyin biniversin arabacının yanına…”
Bu hâdiseye ben gözlerimle şahit oldum. Amcamın böyle manevî tesirli bir nefesi vardı. Hele son günlerinde, artık hiç boş kalmazdı. Parayla okumaz, hastaların ayağına da giderdi… Hatta, ineği hasta olan da gelir, ona da muska yazar, “Şu şu âyet-i kerimelerdir, suda eritin, içirin…” derdi. Allah’ın izniyle bu hâle gelmişti.
Bir hafta sonra Ahmed’in babası, trene binmiş, bir küfe şeftaliyle teşekküre geldi. Amcam sordu:
“Ahmed ne oldu, Ahmed?”
“Ahmed mağazaya devam ediyor. Ağabeysiyle ikisi beni emekliye sevkettiler…” (M. Ertuğrul Düzdağ, Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar-1, s. 215-217)
***
Dinci, Bilim Alanına Tecavüz Edince
Nasıl da tatlı tatlı anlatıyor, değil mi?
Bunları okuyan meczupların nasıl etkileneceklerini, ortalığı “Allahu ekber” nidalarıyla inleteceklerini tahmin etmek zor olmasa gerek. İşte böyle insanları etkileyip bilimden, düşünen bir kafadan mahrum ediyorlar. A. Ulvi’nin anlatımına göre bir bilim insanı olan Prof. Dr. Mazhar Osman; “Oğlunu okuttur”, yani bir hocaya götür, okusun üflesin demiş oluyor. Saçmalığa da bir bakar mısınız?..
Kişi olarak benim de Hacı Veyiszade’yle ilgili bir anım var:
4-5 yaşlarımda ağır bir Akut Eklem Romatizması hastalığı geçirdim. Yaşım küçük olmasına rağmen hastalığımla ilgili olayları çok net hatırlıyorum. Benim güçlü, zorluklara boyun eğmez annem, Konya Musalla Mahallesi Takkeli (Konyalıların deyimiyle Takkalı) Sokaktan Devlet Hastanesine, sayısını bilemeyeceğim kere, sırtında taşıyarak götürüp getirdi beni. Oldum olası iri bir çocuk olduğum için sokakta oynayan çocukların (tabiî benim rahatsızlığımdan habersiz); “Kocaman çocuk, annesinin sırtına binmiş.”, diye dalga geçmesinin bana verdiği ıstırabı bugün bile unutamam. Annemin bu fedakârlığıyla o tarihte (1952 ya da 1953 olmalı) tıbbi tedavi gördüm. (Belki abartılı bir söylemle aile arasında 40 iğne yediğim söylenirdi. Belli ki henüz penisilin kullanılmıyordu). O kocaman, kaynatılarak kullanılan iğnelerin verdiği ağrıyı hiç hatırlamıyorum da şiş dizime yorganın küçücük kıvrımı bile dokununca hissettiğim ağrı, hiç hatırımdan çıkmıyor.
Derken okula başladığım 1955 yılında olsa gerek, hastalığım nüksetti. Bu kez anacığım bilim yerine dine sığınmak gereği mi duydu, yoksa hastaneye gidecek imkânı mı bulamadı bilmiyorum, beni bu kez tabiî yine sırtında taşıyarak, kerpiç bir ev yaparak yerleştiğimiz Sedirler Semtinden Veyis-Zade’nin Mevlana Türbesi yakınlarındaki Asmalı Mescit’in, yanlış hatırlamıyorsam, hemen karşısındaki kısa-dar bir çıkmaz sokakta yer alan iki katlı, yarı kerpiç, yarı ahşap evine götürdü. Fakat bu kez, ilkine göre ağrılarım neredeyse yarı yarıya azalmış durumdaydı. Hacı Veyis-Zade nam hoca, bana mürekkep kalemle iki muska yazıverdi lütfedip(!) Bunlardan birini hemen oracıkta suya koyup bir süre bekledikten sonra o suyu bana içirmesini söyledi anneme. Tabiî annem bu buyruğu hemen yerine getirdi. Hoca efendinin verdiği bir çay bardağındaki suya koydu bu muskayı. Kâğıttaki yazının çözülmesiyle suya geçmiş mürekkep kalemin boyasıyla açık mor renge bürünmüş suyu içirdi annem bana. Diğer muska da boynuma asılmalıymış. Onu da annem üçgen biçimi bir bezle dikip boynuma bir iple astı. Ve belli ki mikropla karşılaşmadığım için hastalığım uzunca bir süre nüksetmedi.
Ortaokul ikinci sınıftayken hastalığım yine nüksetti. Fakat ağrılar, artık ilk ağrıların üçte, belki dörtte biri kadar şiddetliydi. Annem, hastalığımın nüksetmesini, Hacı Veyis-Zade’nin yazdığı muskayı, ilkokul üçüncü sınıftayken abimin yerine gittiğim, bir ay süreli Beyşehir’deki Kızılay Yaz Kampı’nda kaybetmeme bağladı. Öyle ya koca Hacı Veyis-Zade’nin muskası, tıpkı kurşun geçirmez hamaylısı gibi, hastalık geçirmez hamaylısıydı. Her türlü hastalığı benden uzak tutmaya yeterdi. Onu kaybetmekle hastalığa davetiye çıkarmıştım.
Bu son nükste, ağrılara katlanarak, bastonla yürüyebiliyorum. İyice büyümüş olan beni, sırtında taşımak zorunda değildi artık annem. Anneciğim bu kez de beni tedavi amacıyla Konya’nın Kulu kazasına bağlı, Annemin köyü olan Kürtçe Germik, Türkçeleştirilmiş adıyla Arşıncı köyüne 2,5-3 km kadar mesafedeki Hisar (Kürtçe Hasar) Köyündeki “Ocak”a götürdü. Herhalde Hacı Veyis-Zade 1960’ta vefat ettiğine göre, o yol kapanmış olmalıydı. Orada da “kutlu” olmaktan ziyade aldığı paradan ya da hediyeden “mutlu” bir kadıncağız, bir Amerikan bezine sarılmış, her halinden Soğukkuyu Lastiği olduğu besbelli olan bir ayakkabı ile anlaşılmaz dualar ve üfürükler eşliğinde, hareketsiz durduğum zaman ağrımayan dizlerimi dövdü. Uyuyan ağrılarımı ayaklandırdı. Ve sözde beni tedavi etti.
Gaibi bile bilebilen Hacı Veyis-Zade’nin bu kadıncağızdan en ufak bir farkı yoktu. İkisi de bilimden uzak ama din aracını kullanmakta mahir birer umut taciriydi.
Tabiî sonradan mesleğim olan hekimlik sayesinde olayın yani hastalığımın ne olduğunu bilimsel olarak öğrendim. Hastalığım, bir yönüyle trajik sonuçlar doğurabilecek kadar büyük, bir yönüyle de çok kolay tedavi edilecek kadar küçüktü:
Beta-Hemolitik Streptokok dediğimiz bir mikrop, vücudun herhangi bir yerinde, özellikle de boğazda, bir enfeksiyona neden olur. Enfeksiyon durumu geçtikten sonra, bu mikrobun vücuda yaydığı antijenlerine karşı hassas olan, daha doğrusu alerjik olan bünyeler, bu antijene karşı yeterli mücadeleyi verecek antikorlar üretemez; alerjik reaksiyon verir. Bu reaksiyon sonucunda deride ağrılarla, kızarıklarla ortaya çıkan Kızıl, eklemlerde şişlik ve kızarıklıkla beliren Akut Eklem Romatizması, böbreklerde Akut Glomerülonefrit dediğimiz böbrek iltihaplanması, kalpte Akut Endokardit dediğimiz kalp iç zarının ve kalp kapakçıklarının iltihaplanması gibi alerjik reaksiyonlar oluşur. Ve bu reaksiyonların hepsi de çok önemlidir. Özellikle de Akut Glomerulonefrit ve Akut Endokardit ölümle sonuçlanabilir. Ya da çok önemli sekeller (doku bozuklukları) bırakarak iyileşebilir. Bazen de hiçbir sekel bırakmadan iyileşir.
Bu yönüyle gerçekten trajik bir hastalıktır.
Ama tedavi bakımından bakılınca da Beta-Hemolitik Streptokoklar, hâlâ-günümüzde bile Penisiline bir direnç oluşturamamış, kolayca tedavi edilebilen bir mikrop türüdür. Yani hastalık, aktif-enfeksiyon aşmasında Penisilin ile tedavi edilir; sonrasında da belli bir yaşa kadar Depo-penisilinler ile korunma sürdürülürse bu hastalık herhangi bir sekel bırakmadan, bir zarar vermeden geçiştirilebilir. Ayrıca bulgular belirmiş ise Aspirin ile bu bulgular bastırılabilir ve hastalığın şiddeti asgariye indirilebilir. Zaten bu mikropla karşılaşa karşılaşa vücut bir süre sonra alerjik bir bünye olmaktan çıkar. Normerjik dediğimiz yani o mikrobun Antijenlerine karşı artık alerjik bir reaksiyon değil de onu önleyici bir reaksiyon (normerjik-normal bir reaksiyon) gösterir hale gelir.
Tedavisi böylesine birkaç liralık Penisiline ve Aspirine bağlı olan bir hastalık, Bilimin ışığı düşürülmez, hacılarla hocalarla tedavi edilmeye kalkışırsa birçok sakatlığa ve ölüme neden olur. İşte Ortaçağ düşüncesi-Ortaçağ yöntemleri, bilimle-insanlığın geldiği aşamayla böylesine zıttır, çağdışıdır.
Ortaçağcılar, dini dogmaları ve din adına uydurdukları işlemleri hayatın her alanına uygulamak isterler, bildiğimiz gibi. Bu bilimden uzak anlayışlar, sağlık alanına uygulandıkları zaman böylesi acı sonuçlara, felaketlere yol açar. Ve gaybı bile bilebilen Hacı Veyis-Zade hazretleri, bu bilimsel gerçekten fersah fersah uzaklardadır. İşin kötüsü; “Bu beni aşar, hekime gitmeniz gerekir”, diyecek kadar da bilime ve insan sağlığına saygısı yoktur. O, namı yürüsün istemektedir. Kaba bir deyimle bilim değil, film çevirmektedir. Bu zat, aynı zamanda Konya’da İmam Hatip Lisesi açılması için çalışan, bağışlar toplayan ekibin de lideridir.
İşte Ali Ulvi Kurucu da bu amcasına çok üst düzeyde saygı duyan, onu öve öve bitiremeyen bir zat-ı namuhteremdir. Aynı kafadaki bir diğer elemandır. Şimdi onun neler yumurtladığına bir bakalım:
Ortaçağcılık-Ümmetçilik insanı nerelere savurabiliyor
Bu zat-ı namuhterem ve ailesi, Konya’nın gerici atmosferini bile yeterince geri bulmadıkları için 1939 yılında Konya’dan Medine’ye “hicret” etmişlerdir. Yani Konya’da dinlerine uygun yaşama olanağı kalmadığı gerekçesiyle Medine’ye “hicret” etmek zorunda hissetmişlerdir kendilerini. Böylesine bağnazdırlar. Bağımsız Türkiye onların dinlerini yaşamaları için yeterli gelmezken, İngiltere’nin, ABD’nin koltuğu altına sığınmış, onlara uşaklık etmeyi ve karşılığında kral tahtında oturmayı en yüce erdem bellemiş ve Muhammed İslam’ıyla ya da başka bir deyişle Kur’an İslam’ıyla hiçbir ilgisi olmayan Suudilerin saltanatı altında yaşamak onların din anlayışına uygun gelmiştir.
Bakın Türkiye’den niçin kaçıyorlar, (pardon) hicret ediyorlar?
***
Pınarın Başında, Susuzluktan Ölecek
Dedem bir gün mektebin önünden geçerken durup bahçedeki çocuklara bakmış: Kız oğlan karışık, beşinci sınıfın büyük talebeleri, kadın erkek muallimlerle voleybol oynuyorlar…
Eve gelince nineme “Yahu, demiş, Ali’ye ilim öğretecek kimseler kadın erkek, kız oğlan top oynuyorlar. Eski mektep de mi böyleydi?” diye sormuş ve kendisine gelmemi tenbih etmiş.
Gittim, elini öptüm. O da beni öptü. Mektepten sualler sordu.
“Programınız nedir?” dedi. Derslerin isimlerini saydım.
“Kur’an yok mu?” diye sordu. Olmadığını, yalnız dördüncü ve beşinci sınıflara Kur’an dersi olduğunu söyledim. O sınıflara başı örtülü bir hanımın geldiğini görmüştüm. “Pekâlâ” dedi. Ben çıktım.
Ben gittikten sonra, dedem, ağlayarak nineme şöyle demiş:
“Muhsine, bu çocuk pınarın başında susuzluktan ölecek… Yazık yahu, ben neslimden, hâfız-ı Kur’anlığın bu kadar çabuk kesileceğini tahmin etmezdim. Çok erken oldu. Yahu Muhsine, sinesinde Kur’an olmayan bir insan kabirde gibi karanlıktadır.
Kur’an nurdur, ışıktır, feyizdir. Kur’ansız bir okul zulmettir, karanlıktır; bu karanlık mektep çocuğa ne verecek?” (M. Ertuğrul Düzdağ, Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar-1, s.32)
***
Dedesinin gördüğü felaketi düşünebiliyor musunuz?
Dedesi; “bir gün mektebin önünden geçerken durup bahçedeki çocuklara bakmış [dikkatinizi çekerim çocuklara bakmış –M. Şahbaz): Kız oğlan karışık, beşinci sınıfın büyük talebeleri, kadın erkek muallimlerle voleybol oynuyorlar…” Yani kıyamet alameti bir duruma şahit olmuş. Neyse ki başına taş yağmadan eve varabilmiş ve Ali’yi görmeyi dilemiş… “Muhsine, bu çocuk pınarın başında susuzluktan ölecek… Yazık yahu, ben neslimden, hâfız-ı Kur’anlığın bu kadar çabuk kesileceğini tahmin etmezdim.”, diyebilmiş…
Pınar’dan kasıt nedir?
Tümü damardan dinci Kurucu Sülalesidir. Maşallah hepsi Hafız-ı Kur’an… Ama eyvah, Ali Hafız olamayacak, pınarın başında yani bu kadar hafızın arasında susuzluktan (Kur’an ezberleyememekten) ölecek. Yani dini vecibelerini yerine getirememekten, Kur’an okuyamamaktan değil, Kur’an’ı ezberleyememekten ölecek. Kaldı ki ne o zamanın Türkiye’sinde ne de sonraki zamanlarda Türkiye’de hafız olmayı önleyecek hiçbir baskıcı uygulama yoktur, olmamıştır.
İşte Ali Ulvi hazretlerinin ve ailesinin dayanamadığı ortam budur. Kafalarındaki Ortaçağ karanlığından mahrum kalmak, onlar için “ölüm” anlamına geliyor. O zaman iyi kötü bir aydınlanma yaşayan Türkiye Cumhuriyeti’nden kaçıp Ortaçağ karanlığını kendilerine tam anlamıyla bahşedecek Suudi Arabistan’a, “hicret etmek” farz oluyor kendileri için.
Bir de “göç etmek” yerine “hicret etmek” diyor hazret. Hiçbir kutsallığı olmayan “hicret” kelimesine, Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göçüne Arapça “Hicret” dendiği için, bu zat da hicret sözcüğünü kullanıyor. Hatta bu zat-ı namuhterem ve ailesi de, Mekke’den değilse de, Konya’dan, aynı Muhammed gibi, Medine’ye “hicret” etmiş oluyor. Yani kaçaklığına böylesine ulvî bir gerekçe uyduruyor. Ülkesinden kaçmasını, ulusal değerlerinden kopup gitmesini gözlerden saklamak için ümmetçi kavramlara sığınıyor.
Ve amaca ulaşılıyor.
Ailece Medine’ye göç ettikten sonra kendisi, Mısır’ın Başkenti Kahire’deki El-Ezher Üniversitesine gidiyor. Ve orada, 2014 cumhurbaşkanlığı seçiminde CHP ve MHP’nin ortak adayı olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babası İhsan Efendi’nin öğrencisi oluyor. İhsan Efendi de kendisi gibi Cumhuriyet’in aydınlığından kaçıp emperyalist uşağı Kral Fuat, daha sonra da Kral Faruk Mısır’ının karanlığında yaşamayı seçmiş bir Ortaçağcıdır. Ali Ulvi’nin babası gibi, bu karanlığa koşmak için 1939 yılını da beklememiştir. Daha Cumhuriyet bir yaşındayken yani 1924’te atmıştır kendini Ortaçağ karanlığına. 1935-1952 yılları arasında kralın tercümanı ve Abidin Kraliyet Sarayı’nın Türk Arşivi başuzmanı olarak çalışmıştır. Ali Ulvi’nin aktarımıyla, bu zatın (İhsan Efendi’nin) Kuvayimilliye ve Cumhuriyet hakkındaki düşüncesi ise şudur:
“Millet başına geçenlerin hıyanetleri yüzünden şimdi şaşkın ve üzgündür. Bu günler geçecek. Millet uzun harplerden, kıtlıklardan çıktı. Biraz kendini toplasın, bak neler olur!” (agy, s. 354)
Bugünler, İhsan Efendi’lerin gördüğü rüyanın Tayyipgiller eliyle hayata geçirdiği günler midir?
O günlerin ancak bir önsözü, girişi sayılabilir. Çünkü onların nihai amacı, Taliban, Suudi vb. tarzında bir din devletine dönüştürmektir Türkiye’yi.
Ama nafile… Tarihin akışı, bazen geriye gidişler olsa da, hep ileriye, aydınlığa doğrudur.
Nitekim 1952 yılında Nasır önderliğinde gerçekleşen ve Türkiye’ye özenen bir devrim yaşayan Mısır, bu Ortaçağcının keyfini tekrar kaçıracaktır. Geçelim…
Ali Ulvi nam Ortaçağcı da aynı özlemi şöyle dile getirir:
***
Hicret Üzerine Sohbetler
(…)
Babam (…) sözü kendi hâlimize getirerek şunları ilâve etmişti: “Oğlum, Peygamber Efendimiz ve diğer peygamberler, hicret edip memleketlerinden ayrıldıklarında, davalarını terk etmiyorlar, yüzüstü bırakmıyorlardı. Bilakis kuvvetlenip geri dönüp orasını feth etmeye hazırlanmak için gidiyorlardı. Onlar, ilim, irfan, ahlâk ve faziletin nuruyla geri gelerek, bırakmaya mecbur kaldıkları diyarları feth etmişlerdir.
“Biz de hicret ederek, memleketimizde elde edemediğimiz ilim silâhını, hâriçte kazanıp temin etmek için gidiyoruz. Biz şimdi gelecekteki ilim ve fazilet savaşını kazanmak için, o silâhlarla silâhlanmaya gidiyoruz…”
Babam bu sözleriyle bizi hem hicrete hazırlıyor, hem de teselli ediyordu.
İşte böylece hicrete karar vermiş ve pasaportlarımızı almıştık. (agy, s. 96)
***
Bu gericiliğin öncüleri ve sonrasında ABD’nin Yeşil Kuşak Projesinin yetiştirdiği evlatları, bugün Türkiye’yi adım adım Faşist Din Devletine doğru götürmektedirler. Fakat Ali Ulvi’nin babasının dediği gibi onlar bir “fazilet savaşı” vermiyorlar, ABD’nin çıkarlarını koruma savaşının piyonluğunu yapıyorlar.
Bir de Ali Ulvi’nin sınıfsal durumunu özetçe kendi kaleminden görelim:
“Bu sarada, toptancı bir bakkal dükkânı işleten komşumuz Kara Mustafa Efendi, pedere bir teklifte bulundu:
“Hocam bana biraz para lâzım. Verebilirsen ortak olalım. Allah ne verirse, çalıştığım için yüzde yetmişini ben alayım, yüzde otuzunu size ayırayım.”
“Babam bu teklifi kabul etti.
“Kara Mustafa Efendi, zeki bir adamdı. Bir zaman sonra “Yalnız kaldım Hocam, bana bir yardımcı lazım.” diye, beni dükkâna çekti:
“Dükkânda çalışmam 1938-39 yıllarında bir buçuk sene kadar devam etti. Dükkânı ben açıp kapatıyordum.” (agy, s. 86-87)
“Dedem Hacı Veyis Efendi’nin köyü olan Şatır köyünde tarlalarımız vardı. Ortak ekin ektirirdik. Tarla, tohum bizden, sürme, ekme, kaldırma ortağa aitti.” (agy, s. 92)
“Pederin maaşı üç dört sene önce, belediye tarafından vakıflara el konulduğu zaman kesilmişti.” (agy, s. 95)
Demek ki vakıflarda hocalık karşılığı maaş alıyormuş pederi. Vakıflara belediye el koyunca, arpalık kesilmiş.
“Ortağımız Mustafa Efendi, Konya’ya geri dönmeye karar verdiği için, Hac’dan önce ve sonra bizi de birlikte götürmek için çok diller dökmekte idi. Cazip tekliflerde bulunuyor, bana, “Sen gençsin, ben yüzde 30 alayım, size yüzde 70 bırakayım. Dükkânı yine geri alabilir veya sattığımız adam zengindir, onunla da ortak olabiliriz…” diyordu.” (agy, s. 260)
“Babam kendisine gelip de Şatır köyündeki satılık tarlalar hakkında istişârede bulununca, Fahri Efendi, hiç düşünmeden, beklenmedik bir tavsiyede bulunmuş:
“İbrahim Efendi, eğer benim elimde böyle bir para olsa, her şeyden önce hicret ederdim. Oğullarımı okuturdum. Bak benim oğullarımdan birisi marangoz, birisi tenekeci, birisi kunduracı oldu. İnsanın kendi kendine çocuklarını okutması çok zor oluyormuş. Eğer param olsa idi, hicret eder, çocuklarımı okutabileceğim bir yere giderdim…”
“Merhum Fahri Efendi’nin bu tavsiye ve irşadı, bizim ailecek Medine’ye hicretimize ve kardeşlerimle benim din ilmini tahsil yoluna girmemize vesile olmuştur. Bu konuşmanın vuku bulduğu 1935 yılından Medine’ye hicret tarihimiz olan 1939’a kadar, babam devamlı: “Hicret, hicret… Ben sizi okutacağım. İnsan evlâdını okutamazmış. Çocuk medresede okurmuş. Ne diyeyim. Medreseleri kapatanların kapıları kapansın…” derdi.
“Babamın bu niyeti ve azmi 1939 Eylül’ündeki hicretimizin tahakkukuna kadar devam etti ve hayırlı neticesini verdi. (agy, s. 84)
Aile, din adamlarından oluşmuştur ve köyde tarlalara, şehirde dükkânlara sahiptir. Ve Fahri Efendi’nin söylemiyle ellerinde Medine’ye hicret edecek ve çocuklarını okutacak kadar parası olan bir ailedir.
Yani hem din adamlığını hem de bezirgânlığı temsil eden bir aileye mensuptur, Ali Ulvi Kurucu. Dolayısıyla da Ortaçağcı, ümmetçi bir ideolojiye sahiptir, bu sınıfsal kökeni dolayısıyla.
Konumuza tekrar dönersek
Şu aşağıdaki alıntı, yorum gerektirmeyecek kadar net bilgi vermektedir, gericiliğin, Ortaçağcılığın nerelere kadar gidebildiğinin:
***
Dedemin Duası
Annemle babam Göçü köyünde kalıyorlardı. Burada annemin babasının üç yüz koyunluk sürüsü vardı. Sağılacakları vakitler geldi. Dayım, anneannemle teyzemi köye götürecek, ben Konya’da kalacağım. Onların konuşmalarını uyku arasında duyuyorum.
Şafakla uyandılar. Elli iki kilometre yol. At arabasıyla gidecekler. Söylesem, götürmeyeceklerini biliyorum… Kalktım. Araba yürüdü; peşlerinden koştum. Ana baba hasreti gönlümü yakıyor. Gözüm ne mektep, ne bir şey görüyor… Ağlamıyorum, yalnız koşuyorum. Gelen geçen bakıyor… Önce görmediler. Konya’dan çıktık. Mezbaha derler, orayı da geçtik. Göçü köyünün yoluna girdik. On kilometre kadar koşmuşum. Baktılar olmayacak, durdular aldılar.
Köye varınca, babamın ilk sözü şu oldu:
“Oğlum dedenin duası kabul oldu. Gel hâfızlığa başlayalım!”
Meğer dedem, pedere yazmış, “İbrahim Efendi”, demiş, “ben şöyle görüyorum. Eğer bir diploma lâzımsa, hayatta şart ise, çocukları yetiştir, imtihanlarını dışarıdan versinler, bataklığın içine girmesinler. Ben mektepte, çocuğun ahlâkına, iffetine zarar ve zede getirecek hâller gördüm. Benim torunumun orada kaybolmasına gönlüm razı olmadı…”
Babam “Oğlum, deden mektup yazdı. Dedenin duası kabul oldu.” dedi.
Hıfza Başlıyorum
Hâfızlığa Türkiye’de cüzün son sayfasından başlarlar. Birinci cüzün yirminci, sonra ikinci cüzün yirminci sayfaları ezberlenir; otuzuncu cüze kadar gidilir. Sonra birinci cüzün on dokuzuncu sayfası alınır. Yirminci sayfa da birlikte okunur. Böylece yine sona kadar gidilir. Hem yeni sayfa ezberlenir, hem eski ezberler tekrarlanır. Böylece cüzün bütün sayfaları tekrar edile edile sağlamlaşır.
(…)
Ben okuyorum, babam dinliyor.
“Oğlum, mâdem ki deden dua etti; Elif, lâm, mîm. Zâlike’lkitâbu lâ raybe fîh’i okutan Allah, mine’l-cinneti ve’n-nâs’ı da okutur…”
Babamın o gün bir ferahlaması, bir sevinci var! “Allah’ım, beni bir hâfız babası yaparsan, şu zamanda bir hâfız babası olursam… Oğlum, mahşer yerinde: Ey hâfız- Kur’an, oku ve okudukça yüksel! denenlerden olursa …”
Ben bunları dinliyorum. Babam hem Allah’a niyaz ediyor, hem bana duyurarak müjdeler veriyor:
“Allah’m, o gün, başta Ali’ye ve anasına babasına nurdan taçlar giydirilenlerden olursak… Oğlum, dedenin duası tuttu… Sen inşaallah Konya’nın Kapı Camiinde başhâfızlık yapacaksın… Başhâfız olacaksın, mukabele okuyan hâfızları kara kürsüde dinleyeceksin…” (agy, s. 33-34)
***
Bir alıntı daha yapıp bitirelim:
***
Yolda Okunan Ezber
Mustafa Runyun’la oda arkadaşı olduğumuz için, İhsan Efendi’nin derslerine, Sultan Mahmud Tekkesi’ne birlikte gidip dönüyoruz. Yol bir kilometre kadar var. İhsan Efendi bir gün, ikimize şöyle dedi:
Çocuklar, yahu ben sizin için bir şey düşünüyorum. Siz ikiniz de hâfızsınız. Resûlullah Efendimiz, Kur’an-ı Kerim’i ezberleyen hâfızlar için buyurmuş ki:
Kur’an’ı ezberledikten sonra ihmâl etmeyin. Zira ezberinizdeki Kur’an, sahrada bir ağaca bağlanan devenin, yularından sıyrılıp, sessizce kayboluşundan daha çabuk kaybolur; farkında olmazsınız…”
Çocuklar, yurtla tekke arasında gidip gelirken, Kur’an-ı Kerim okuyun. Sırayla biriniz okusun, biriniz dinlesin. Yanlışı olursa, söylesin…”
Biz, hocanın tavsiyesine uyup, bunu tatbike fiilen bağladık. Bize çok büyük faydası oldu. Hem hıfzımızı koruyup takviye ettik, hem de gözümüzü, gönlümüzü dağılmaktan korumuş olduk.” (agy. s. 366)
***
Osmanlı’yı Batıran Dinciler, Laik Cumhuriyet’i de Batırmanın Peşindeler
Kısacası bu Ali Ulvi denen kişi hafız olmuş, muradına ermiştir. Yani gözünü kapatıp bir başladı mı Kur’an’ı baştan sona duraksamadan, kesintisiz olarak okuyabilir.
Pekiyi bunun, başta kendisi olmak üzere, insanlığa yararı nedir?
Hiçbir şey…
Hadi Hz. Muhammed kendi zamanında neredeyse hepsi kendisi gibi ümmi (okuma yazma bilmez) sahabelerine; “Kur’an’ı ezberleyin ki unutmayasınız”, demekte yerden göğe kadar haklıdır. Ama bu çağda hâlâ anlamını hiç bilmeden Kur’an ezberlemek de neyin nesi?..
Ama insan Ortaçağ düşüncesine böylesine saplanıp kalırsa böylesine nafile işlerle ömür tüketmekten başka bir şey yapamaz. Ve o yüzden İslam Dünyası 500 yıldır bilime bir katkıda bulunamamış, bir tek teknolojik icada imza atamamıştır. Bugün de 1 milyar 400 milyon nüfusa ulaşmış İslam Dünyasının bilim alanında esamisi okunmamaktadır. Tümüyle, teknolojiyi üreten ülkelerin tüketicisi ve tabiî emperyalizmin yarısömürgesi durumundadırlar.
Ali Ulvi Kurucu’yu hiç de hak etmediği oranda konu etmemiz, İslam Dünyasının bu yüzünü en iyi şekilde gösteren bir prototip (türünü en iyi temsil eden örnek) olduğu içindir. Onun adını caddelere, kültür merkezlerine veren Tayyipgiller’le aynı toptan kesme kumaşlar olduklarını göstermek içindir.
(Bu caddelerden, daha doğrusu, bulvarlardan biri de Konya’dadır. Yakın zamanda açılan ve Ali Ulvi Kurucu adını taşıyan bu bulvar, Ankara Caddesi’nden başlıyor, Araplar Semtini ve benim Konya’da büyüdüğüm Sedirler Semtini kat ediyor; Sedirler Caddesi’ni ve daha sonra Işkalaman Caddesi’ni, Tayyipgiller gericiliğinin koyduğu adla Şeyh Ulema Recep Ağa Caddesi’ni keserek Adana Caddesi’ne ulaşıyor. Yani kocaman bir bulvara bu meczubun adı verilmiş Tayyipgiller tarafından. Ne hallere geldin Konya’m, ne hallere geldin Türkiye’m!..)
Dahası Ali Ulvi, tüm İmam Hatip Liselerinin, Yüksek İslam Enstitülerinin, İlahiyat Fakültelerinin öğrencilerine anlatılan ve empoze edilmek istenen İslam anlayışının da tipik örneğidir. Dahası, sayısı 211 bin 164’ü bulan Diyanet İşleri Başkanlığının tüm kadrosu, bu Muaviye-Yezid, güncellenmiş haliyle Pentagon-CIA İslam’ının, maaşlı savunucusu ve militanıdır. Yıl 365 gün, gün 5 vakit hatta her vakit durup dinlenmeden bu İslam’ın propagandasını yapmakta, insanlarımızı kafadan gayrimüsellah kılmaktadırlar. Onları, Cenneti özleye özleye bu dünyadan vazgeçmiş, Cehennemden korkarak pusmuş kullara çevirmektedirler. “Bu dünyanın nimetlerinden vazgeç ki öbür dünyada Cennetle mükâfatlandırılasın”, diyerek, hak arama bilincinden uzak, ne verilirse ona şükreden, sınıflar savaşından bihaber oy davarına çevirmek istemektedirler, insanlarımızı.
Diyanet (Hıyanet) İşleri Başkanı bakın daha ne müjdeler veriyor:
“Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, yaz Kur’an kurslarının açılışının ikinci haftasında öğrenci sayısının 2 milyona yaklaştığını belirterek, “Bu sezon sonuna kadar yaz Kur’an kurslarımızdan istifade edenlerin sayısı 4 milyon civarında olacaktır.” dedi.” (https://www.diyanet.gov.tr/tr-TR/Kurumsal/Detay/35637/yaz-kuran-kurslarimizda-sezon-sonuna-kadar-ogrenci-sayimiz-4-milyon-civarinda-olacak)
Yani adam demek istiyor ki, yalnızca camiye gelip giden cemaati afyonlamamız, Kuvayimilliye, Laik Cumhuriyet düşmanı kılmamız yetmez; körpecik beyinleri de aynı duruma getirmek bizim vazgeçemeyeceğimiz görevimizdir.
Yukarıda aktardığımız işler, resmi devlet kurumlarınca yürütülen din faaliyetleri daha doğrusu beyin yıkama, insanları kullaştırma çalışmalarıdır. Bilindiği gibi bir de Cemaatler, Tarikatlar var. Bunların örgütleyip yürüttüğü Kur’an Kursları, Tekkeler, Dergâhlar var. Buralarda örgütlenmiş sayısı milyonlarla ölçülen müritleri ve saf din duygularıyla bunların tuzaklarına düşmüş insanlarımız, özellikle de çocuklarımız var.
Ve tüm bu örgütlenmelerin ağababası ABD, CIA’dır. Bu örgüt mensuplarının tamamı, ABD’nin Yeşil Kuşak Projesinin ve onun güncellenmiş hali olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP’un), Türkiye açısından Yeni Sevr’in hayata geçirilmesi için devşirilmiş Ortaçağcı elemanlarıdır.
Pekiyi Osmanlı’yı da batırmış bu din alıp satan bezirgânlar, tamamen üretim dışı olduklarına, herhangi bir şey üretmediklerine göre neyle yaşarlar?
Bunda bilinmeyecek bir yön yok! İşçimizin, köylümüzün, küçük esnaf ve zanaatkârlarımızın alınteriyle ürettikleri değerlerle.
Onların ürettiği değerlere devletin el koyarak oluşturduğu bütçeden aslan payını değilse de (o beşli, onlu, yüzlü AKP çetelerinin payıdır) tilki ya da çakal payını bu unsurlara dağıtarak. Adı üstünde Diyanetin 211 bini aşkın personeli zaten doğrudan bütçeden yani emekçilerin alınterinden aşırılan değerlerden alır maaşlarını.
Tarikatlar, Cemaatler ise bir taraftan kendilerine kul köle itaatiyle bağladıkları emekçi insanlarımızın ürettiği değerleri iç ederler, bir taraftan işlettikleri şirketlerle bu insanların ve o şirketlerden alışveriş yapan insanlarımızın sırtından kâr elde ederler. Tabiî bunlar onların dişinin kovuğunu bile doldurmaz.
Devlet kaynakları ne güne duruyor?
Bunların kurdukları derneklere, vakıflara devlet bütçesinden teşvik, destek, proje vb. vb. adlar altında bol bol kaynak aktarılır. Bu da yetmez, her bir cemaat bir bakanlığı ele geçirir; kendi şirketlerine ballı kaymaklı ihalelerle devletin (daha doğrusu üretmen halkımızın) kaynakları peşkeş çekilir.
Yani işin özü bu din bezirgânları, tıpkı Ortaçağ Avrupa’sının Kilise Elemanları gibi, Osmanlı’nın yozlaşmış İlmiye Sınıfı gibi, emekçi halklarımızın sırtından geçinen, üretimle bir ilgileri olmayan parazitlerdir.
Fakat bu kadar asalağı, eski deyimle tufeyliyi, bu halkın emekçileri sürgit besleyemez. Nitekim deniz bitmiş, kara görünmüştür. Sadece bu kesimin değil, başta Tayyipgiller olmak üzere, tüm üretim dışı oldukları halde halklarımızın emeğini gasp ederek zevk-ü sefa içinde yaşayanlar yüzünden Türkiye ekonomisi karaya oturmuştur. Türkiye’de oynanan Enflasyon-Devalüasyon oyunuyla halklarımız, İşsizlik-Pahalılık Cehenneminde yanmaktadır.
Her inişin bir çıkışı olduğu gibi, bu ekonomik, siyasal, kültürel, ideolojik geriye savruluşun da dönüşünün başlaması kaçınılmazdır.
Görev, bu geri dönüşü (daha doğrusu ileriye doğru gidişi) hızlandırmak için Ajitasyon-Propaganda ve olmazsa olmaz sonucu Örgütlenme çalışmalarımıza hız vermektir.
08 Kasım 2023