Birileri “Bu işin fıtratında var”, “Kader Planı” derken canlar birer birer de değil, onar onar, yüzer yüzer yitip gidiyor
Mustafa Şahbaz
2014 yılında Manisa’nın Soma ilçesinde yaşanan ve 301 madencinin öldüğü maden faciası sonrasında, hatırlardadır şöyle buyurmuştu hazret:
“Bunlar olağan şeylerdir. Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında fıtratında bunlar var. Hiç kaza olmayacak diye bir şey yok.”
Yıl olmuş 2022, Bartın’ın Amasra ilçesinde maden cinayeti sonrası 41 can yeraltında can vermiş; hazret bu kez de şöyle buyuruyor:
“Birileri dalgasını geçebilir ama önemli değil biz kader planına inanmış insanlarız. Bunun ne dünü ne bugünü ne yarını hiçbir zaman olmayacaktır, bunlar her zaman olacaktır bunu da bilmemiz lazım. Maden kazalarını inşallah tarihe gömmek için elimizden gelen gayreti göstermenin çalışmaları içerisindeyiz.”
Konya ağzında böyle durumlar için; “Laf söyledi balkabağı doldurdu tası tabağı”, denir. Bu sözle; “kişi öyle boş konuştu ki, anlattıklarının tamamı zırva, ipe sapa gelmez şeylerdi”, denilmek istenir.
Yani Tayyip’in yukarıda aktardığımız sözlerini sıradan bir vatandaş söylese; “Amma da boş konuştu”, denilip geçilebilir. Fakat Tayyip, diplomasız da olsa, gayrimeşru da olsa bu ülkenin en üst yönetim kademesinde oturan, hatta her dediği kanun olan bir zattır. O yüzden bu sözlere saçma denilip geçilemez. Çünkü bu sözler bir ideolojinin, Siyasal İslamcılığın dile getirilmesidir. Ve sıradan bir insanın sözlerinin çok ötesinde bir anlam ve önem taşır. Çünkü ülkenin yönetimini ele geçirmiş bir güç, bu sözleri söylediğinde bunun sonuçları olur. Bu yaklaşım, bu anlayış, ülkemizin nasıl yönetildiğinin göstergesidir. Ülkemizin, Modern ve Antika Parababalarının dünya anlayışıyla ve onların çıkarına uygun yönetildiğini gösterir. İnsan haklarına, emekçi insanların yaşam haklarına bu sınıflarca hiçbir değer verilmediğini gösterir bize. Hele Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının temsilcilerinin iktidarda subaşlarını tuttuğunu göz önüne getirirsek, ülkemizin bilgi-bilim-bilinç-liyakat yerine, “kader planı”na (Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının çıkarlarına) göre yönetildiği ortaya çıkar. Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının çıkarı ise vurgun üzerine kurulmuştur. Çünkü onun üretimle bir ilgisi yoktur. Üretilen değerleri ticaret ve tefecilik (faiz) yoluyla kendi kasasına aktarmaktan başka hiçbir değer tanımaz. Bu üretilen değerleri yükte hafif pahada ağır yapan şey ise Paradır. O yüzdendir ki Tefeci-Bezirgânlar için gerçek Tanrı, paradır. Para Tanrısına tapınır onlar. Her oturup kalktıklarında “Allah, Bismillah” demeleri ise inançlı saf insanlarımızı kandırmak için kullandıkları araçlardan ibarettir, onlar için. Hani “Bakara makaracı” bir Bakanları (şimdi Prag Büyükelçileri) vardı ya aslında bunların hepsi aynı toptan kesmedir, hepsi “Bakara makaracı”dır.
Bu sınıf ve tabiî bu sınıfın siyasal plandaki temsilcisi olan Tayyipgiller, egemen sınıf oldukları Ortaçağ’ın özlemiyle yanıp tutuşurlar. Toplumumuzu o çağa, Ümmet Çağına döndürmek isterler. Dikkat edilirse adım adım yürürlüğe soktukları Faşist Din Devletiyle Türkiye’yi; Pakistan, Suudi Arabistan, Taliban Afganistan’ına benzetiyorlar giderek. Bu anlayışta, ülkeyi bilimin ışığıyla yönetmek yoktur. Tam tersine bilim düşmanıdır bunlar. Eğer ağızlarına “ilim” sözcüğü takılırsa bilin ki sözünü ettikleri şey, dinin Ortaçağcı yorumunu yapan teolojik (dini) tartışmalardır. İbn-i Haldun’un söylemiyle “Nakli Bilim”dir. Yani nakledilmiş ve inanılmıştır. İçeriği tartışma dışıdır. Hatta ülkemizdeki uygulamayla halkımız bu “ilim’in içeriğini ne kadar bilmez ise onlar için o kadar makbuldür.
Ne diyordu, titrinde prof yazan zat-ı namuhterem?
“Ben cahil halkın ferasetine inanıyorum.”
Öyleyse doldurun çocukları medreselere, binlerce pırıl pırıl beyni, Arapça olduğu için anlamını bilmedikleri Kur’an’ı ezberleterek körletin, işlemez hale getirin; onları hafız (Kur’an’ı ezberden okuyabilen kişi) yapın, sonra da Tayyip’in katımıyla onlara “Hafızlık Beratları” verin. 99’uncu yılında Tefeci-Bezirgânlar eliyle Cumhuriyet’imizin getirildiği durum budur.
Tefeci-Bezirgân Sermayenin ideolojisini gün 24 saat halkımızın beynine boca eden tarikatların en büyük pelesengi nedir?
“İnsan, kendi aklıyla gerçeği, Allah’a giden yolu (ki sonu Cennete çıkar) bulamaz. Bir Mürşide (yol göstericiye, rehbere) bağlanırsa ancak onun sayesinde gerçeğe ulaşabilir. Ve bu bağlanma, tıpkı bir ölünün (onlar meyyidin demeyi pek severler) kendisini yıkayan hocaya bağlılığı gibi olmalıdır. Yani hiçbir itirazı, sorusu, sorgulaması olmamalıdır. Mürşit ne derse ona harfiyen uymalıdır. Hatta öylesine uymalıdır ki, en mantıksız sözüne bile hiçbir şüphe duymadan inanmalı ve uygulamalıdır.” (Kırklari Dergahı’nda kendini, eşini, annesini, kızkardeşini badelettiren müritler hatırlansın…)
İşte Mustafa Kemal, Osmanlı’da yakından şahit olup bildiği için bu tarikat rezaletini; bu rezillikten insanlarımızı sakındırmak için; “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir”, demek gereğini duymuştur.
Günümüzün gerçeği ise şudur: Bırakalım Proletaryanın “Tarihsel ve Diyalektik Materyalist Yöntemi”yle Türkiye olaylarına bakmayı ve çözüm yolları üretmeyi (“Bilimsel Sosyalizmi” uygulamayı) yani gerçek bilimle sorunlara halk yararına çözümler üretmeyi; burjuva ideolojisi olan “Kaba Materyalist, Pozitivist” metotla bile burjuvazinin çıkarlarına uygun olarak çözülebilecek ve gelişmiş kapitalist ülkelerde çözülmüş problemleri, sittinsene çözemeyecek Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye temsilcisi Tayyipgiller yönetiyor ne yazık ki ülkemizi.
Maden kazalarını “tarihe gömmek”
ancak AKP’nin tarihe gömülmesiyle mümkündür
Hazretin kendi sözlerine bakarak kendi konuşmasındaki çelişkileri görelim:
Bir taraftan; “Bunlar olağan şeylerdir. (kendileri ve çocukları, akrabayı taallukatları etkilenmedikçe onlara göre 301 canın yitip gitmesinde hiçbir olağanüstü bir durum yoktur – M. Şahbaz) Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında fıtratında bunlar var. Hiç kaza olmayacak diye bir şey yok.”, “Birileri dalgasını geçebilir ama önemli değil biz kader planına inanmış insanlarız. Bunun ne dünü ne bugünü ne yarını hiçbir zaman olmayacaktır, bunlar her zaman olacaktır bunu da bilmemiz lazım”, diyor. Diğer taraftan; “Maden kazalarını inşallah tarihe gömmek için elimizden gelen gayreti göstermenin çalışmaları içerisindeyiz”, diyor.
Bizzat kendin dile getiriyorsun: Demek ki; maden kazaları tarihe gömülebiliyormuş. Sen de maşallah “elinden gelen gayreti göstermenin çalışmaları içinde” imişsin. Tabiî “inşallah”…
Sosyalist Kamp yıkılmadan önce bu sorunlar sosyalist ülkelerde zaten çözülmüştü. Yani tarihe gömülmüştü. Nitekim bugün bile Sosyalist Kamp’tan kopmuş ülkelerde bu tür facialar yaşanmıyor, ekonomik olarak çökmüş olmalarına rağmen.
Kapitalist metropollerde de işler “kader”le, “fıtrat”la yürütülmediği, bilimin emrine uyulduğu için “tarihe gömülmüş”tür, maden kazaları-cinayetleri. İşte bir örnek: Hürriyet Gazetesi’nin 15 Mayıs 2014 tarihli haberinin başlığı şudur: “Almanya ve Türkiye’de maden ölümleri tablosu”. Haberin devamında yer alan tablo ise aşağıdadır:
Kaynak: https://www.hurriyet.com.tr/gundem/almanya-ve-turkiyede-maden-olumleri-tablosu-26420774
Kapitalist metropollerde maden kazalarının önüne nasıl ve hangi nedenlerle geçildiğini açıklamak gerekirse:
İleri kapitalist-emperyalist ülke burjuvaları (Finans-Kapitalistleri) çok namuslu, ahlâklı, insan haklarına saygılı oldukları, emekçilerin haklarını içten benimsedikleri için çözülmemiştir maden ocaklarında işçi ve iş güvenliği sorunları.
– Her şeyden önce o ülkelerin İşçi Sınıflarının verdiği örgütlü mücadele sonucu, bileklerinin hakkına kazanılmıştır bu can kurtaran önlemler.
– Diğer taraftan Sosyalist Kamp’ın halklarda yarattığı sosyalizm eğilimini nötralize etmek, onların sosyalizm isteklerini törpülemek için Parababaları mecbur kalmışlardır bu önlemleri gerçekleştirmeye.
– Bilimden kopmuş, Ortaçağ bataklığında bocalayıp duran Şark’ın tam tersine, o ülkelerde Bilimin ve Teknolojinin, hem icat edilmiş hem de geliştirilmiş olması da bir başka nedendir.
– Bir diğer neden de o ülke Finans-Kapitalistlerinin emperyalist çapulla dünya halklarından gasp ettikleri gelirden bir kısmını İşçi Sınıfının taleplerini karşılamak için kullanabilmeleridir. Halkların sosyalizm eğilimlerini törpülemek için kârlarının bir kısmından vaz geçmek zorunda kalmış olmalarıdır.
Bu ve benzeri uygulamalarla o ülke Finans-Kapitalistlerinin halklara demek istedikleri şudur:
“İnsanca yaşamanın gerektirdiği haklarınıza kavuşmanız için ille de sosyalizm şart değildir. Gördüğünüz gibi bu düzende de sorunlar pekâlâ çözülebilmektedir.”
Tabiî o ülke İşçi Sınıflarının kazançları, yalnızca işçi sağlığı ve güvenliğiyle sınırlı değildir. Örneğin işsizlik sigortası, sağlık sigortası, asgari geçim şartlarının her birey için yerine getirilmesinin kamu görevi olması vb. vb. haklar, hep yukarıda sözünü ettiğimiz zorunluluklar yüzünden hayata geçirilmiştir. Bunun adına da “Sosyal Devlet” demişlerdir. Sosyalist Kamp’ın yarattığı cazibeyi, çekim kuvvetini ancak böylece kontrol altına alabilmişlerdir. Halkların, Devrimlerle Parababaları iktidarlarını ortadan kaldırmasını önlemek için, halkı devrimci davranışlardan uzak tutmak için, Sosyalizmin çözüme ulaştırdığı toplumsal sorunları kapitalist düzende de çözülebiliyormuş görüntüsü veren; Sosyalist Devletin bir taklidi ya da suyunun suyu olan Sosyal Devleti icat etmiş oldu o ülkelerin Parababaları. Hatta ülkemizde bile bunun sonuçları görüldü. Bir zamanlar Bülent Ecevit’in söylemiyle; “Komünizme karşı son bent” olarak, Türkiye’de Ortanın Solu adı takılarak Sosyal Demokrasi savunuldu bildiğimiz gibi. Yeni CHP ise bırakalım sosyal demokrat projelerin hayata geçirilmesi için programlar yapmayı, “Ortanın Solu” söylemlerini bile mecbur kalmadıkça dile getirememektedir. “Aman ABD bize ‘solcu’ demesin, iktidar yollarını kapatmasın”, telaşından başka bir programları yok çünkü.
Çağdışı-Ortaçağcı AKP’giller,
ülkemizde yaşanan tüm faciaların ana sebebidir
Tayyip’in sözlerine tekrar dönersek;
“Maden kazalarını inşallah tarihe gömmek için elimizden gelen gayreti göstermenin çalışmaları içerisindeyiz”, diyor hazret.
Pekiyi ne yapmış 20 yıllık iktidarında?
Soma’da 301 can toprağın altında can verince kanunlar çıkarmış: Medyanın belirlediğine göre 40 kere kanun yapmış bu konuda. Bir kanun da (torba yasaya koydurarak) Amasra’da can veren 41 can için çıkardı.
Bir ülke yalnızca kanun çıkarmakla sorunlarını halledebilseydi her şey güllük gülistanlık oluverirdi. Örneğin çıkarırdın bir kanun; “enflasyon sıfırdan yukarı çıkamaz”, derdin, enflasyon sıfırda sabitleniverirdi. Örneğin çıkarırdın bir kanun; “kişi başına milli geliri 50 bin, 100 bin dolar yaptım”, derdin, 50 bin, 100 bin, hatta ağanın eli tutulmaz, 200 bin oluverirdi kişi başına milli gelir. Ama bir şeyi kâğıt üzerine yazmakla onu hayata geçirmek arasında Bilim ile Tayyip kadar, faize karşı olmak ile (faizsiz işleyen ekonomi ile) Tefeci-Bezirgân Sermayenin Ortaçağcı, faize dayalı düzeni kadar fark vardır.
Uzmanlar anlatıyor; “İşçi başına 15.000 dolar harcansa, madenler ve tek tek işçiler çağdaş donanımla donatılsalar, bu kazaların hiçbiri olmazdı. Hatta bu rakam Batı ülkelerinde yapılan yatırımın rakamlarıdır. Türkiye için kişi başına 5.000 dolar harcansa yeterdi”, diyorlar.
Sen ve senin palazlandırdığın maden işverenleri, böyle bir ufka hiç sahip oldunuz mu? Böyle bir harcama yapmayı hiç aklınızdan geçirdiniz mi?
Bizimki de soru işte…
Tayyipgiller’den bunları düşünmelerini beklemek, ölü gözünden yaş beklemekle eşdeğerdir.
Kaldı ki onların düşünmelerine gerek kalmadan Sayıştay, bilirkişiler, sorunları zaten raporlarında belirtmişler; alınması gereken önlemleri bir bir sayıp dökmüşler. Örneğin Devletin işlettiği Zonguldak havzası madenlerinde 14.000 işçi çalıştırmak gerektiği, buna karşılık 7.000 kişinin istihdam edildiği belirtilmiş; sayının gün geçirilmeden tamamlanmasının ve madencilik konusunda bu işçilerin eğitilmesinin zorunluluğu belirtilmiş. Örneğin iş cinayetinin (katliamının) olduğu Amasra’daki madende de işçi sayısının gereken sayının yarısı kadar olduğu raporlanmış. İşin daha da vahimi, o madende 39 (otuz dokuz) barutçunun istihdam edilmesi gerekirken yalnızca 1 (bir) barutçuyla işlerin yürütüldüğü, bunun çok sakıncalı olduğu göze batırılmış, derhal düzeltilmesinin gerektiği ortaya konmuş.
Örneğin 2019 yılına ait Sayıştay Raporu şunu belirtiyor:
“2019 yılında müessesenin dengelenmiş üretim derinliği -300 metre olmuştur. Bu derinleşme, ani gaz degajı [kömürle birlikte bulunan gazın ani olarak açığa çıkması – bizim notumuz] ve grizu patlaması gibi ciddi kaza risklerinin artmasına neden olmaktadır. Çalışılan DAMARLARIN TAMAMINDA GAZ İÇERİKLERİNİN YÜKSEK OLDUĞU (biz majüskülledik) , dolayısıyla degaj kapasitelerinin de yüksek olduğu, arıza zonlarında riskin daha da arttığı bilinmektedir. Bu nedenle müessese ocaklarında ilgili mevzuat hükümlerinin yanı sıra ‘Kurum Degaj Yönergesi’ hükümlerinin titizlikle uygulanması gerekmektedir.”
Sayıştay denetçileri daha ne desin?
Ama anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az…
Tabiî burada “anlamamak” söz konusu değildir. İnsan canına değil, kâra öncelik veren Parababaları düzeninin tercihidir söz konusu olan.
Nitekim ölen işçilerden birinin eşi anlatıyor, içi kan ağlayarak:
“Bartın’daki meydana gelen maden faciasında hayatını kaybeden Soner Ak’ın eşi Özge Ak, “Anlatıyordu, ‘Gaz kokusu çok var’ diyordu, ‘ama yapacak bir şey yok’ diyordu. Şef, ‘Bize kömür lazım, sizin keyfiniz lazım değil’ demiş. Adalet yerini bulsun istiyorum.’ diye konuştu.” (https://www.yenicaggazetesi.com.tr/sehit-madenci-esi-anlatti-sef-bize-komur-lazim-sizin-keyfiniz-degil-demis-588269v.htm)
Şef denilen de bir emir kulu. Ona yukarılardan, ne pahasına olursa olsun bol kömür çıkartılması emri verilmiş. Kâğıt üzerinde; “sakınca varsa işçi madene indirilemez, hatta tek tek işçi bile bu hakkını kullanabilir”, dense de pratikte, gerçek hayatta işler yukarıda madenci eşinin dediği gibi yürüyor ne yazık ki. Biz boşuna demiyoruz: “Örgütsüz halk, köle halktır!”, diye.
Parababaları ve onların devleti önünde tek işçinin ne kadar cürmü olabilir ki?..
Oysa faciadan yalnızca 24 gün önce Enerji Bakanı Fatih Dönmez, yanına TÜRK-İŞ Başkanı Ergün Atalay’ı da alarak o madende “teftişe”, pardon gazetenin yerinde söylemiyle “ziyarete”, gidiyor. Ve orada şunları söylüyor:
“Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez, 20 Eylül tarihinde patlama yaşanan maden ocağını ziyaret etmişti.
“Dönmez, ziyaretine ilişkin Twitter hesabından yaptığı paylaşımda ‘Ülkemizin ilk maden teşkilatlarından Amasra TTK’yı ziyaret ettik. Türkiye’de madenciliğin başladığı, geliştiği, büyüdüğü yerlerdeyiz. Madenlerimizi çıkaracak, işleyecek ve ekonomimize kazandırmaya devam edeceğiz’ demişti.
“ÖNCE GÜVENLİK…”
“Öte yandan Dönmez’in işçilere yaptığı konuşmada ‘Bir kere şunu ilk baştan söyleyeyim. Önce güvenlik. Sizin canınızın güvenliğini biz şu tesisin tamamına değişmeyiz. Onun için de ilk talimatımız yöneticileri atadığımızda genel müdürümüz de burada. Bir işçimizin kılına, tırnağına zarar gelmesin’ ifadeleri dikkat çekmişti.” (https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/bakan-donmez-bartinda-patlama-olan-madeni-ziyaret-edip-tedbirleri-ovmustu-1992387)
Bu parlak ama parlak olduğu oranda kof ve boş sözlerden 24 gün sonra 41 Canın yittiği facia oluşuyor. Eğer turistik gezi değil de gerçek bir denetime gitmiş olsaydı bu zevat, önce Sayıştay Raporlarının inceler, sonra da orada belirtilen eksikliklerin giderilip giderilmediğini denetler; aynı eksiklikler devam ediyorsa, gereği yapılana kadar üretimin durdurulması talimatını verirdi. Tabiî rüya görmenin gereği yok; bunlar devr-i Tayyip de olabilecek işler değildir.
Ve bilirkişi heyetinin yayımladığı 28 sayfalık ön raporda şu satırları okuyoruz.
“TTK’ye bağlı ATİM’de (Amasra Taşkömürü İşletme Müessesesi) maden havalandırmasının iyileştirilmesine dair hayata geçmeyen yatırım ve iyileştirme projeleri, kazanın meydana gelmesinde önemli rol oynamıştır. Yetersiz ve etkisiz havalandırma sistemi olayın meydana gelmesindeki en temel unsurdur. Ocak içinde yeterli miktarda ve hızda hava dolaşımı sağlanamamış, bu nedenle yanıcı, patlayıcı gazları ve tozları insanların çalıştığı ve bulundukları yerlerde seyreltme ve hızla ortamdan uzaklaştırma görevi yerine getirilememiştir. Merkezi gaz izleme sisteminden alınan veriler incelendiğinde metan seviyelerinin müteakip defalar uzun süre boyunca yüzde 1,50 ve yüzde 2’nin üstünde kaldığı, neredeyse rutin olarak yüzde 1,50’yi, düzenli olarak da yüzde 2’yi aştığı için potansiyel patlayıcı metan seviyeleri oluşmuştur. Teknik olarak metan gazının alt patlama limiti olan yüzde 5’i geçtiği durumlar da yaşanmıştır ancak tertip defterler incelendiğinde ikaz ve alarm seviyelerinde maden ocağının kısmen dahi olsa boşaltılması yönünde bir önlem alındığı ve üretim miktarlarında bir azalma olduğu görülmemiştir. Havalandırma sistemi yeterli ve etkili olsaydı olayın meydana gelmesi önlenirdi.” (https://www.odatv4.com/guncel/amasra-maden-faciasinin-bilirkisi-on-raporu-hazirlandi-ihmaller-zinciri-256404)
Rapordan alınan paragraftaki son cümle yani; “Havalandırma sistemi yeterli ve etkili olsaydı olayın meydana gelmesi önlenirdi.”, cümlesi tek başına alındığında bile görülüyor ki, insana değil paraya değer veren bu sömürü düzeni, Tefeci-Bezirgân Sermayenin siyasi plandaki temsilcisi AKP’giller eliyle iyice katmerlenerek, “kader planı”na bağlanarak; halkımızı, emekçilerimizi sömürmeye, onar onar, yüzer yüzer Para Tanrısı’na kurban etmeye devam ediyor. AKP’giller, iktidardan defedilip gitmedikçe de bu felaketlerin sonu gelmeyecektir.
Yani Türkiye’nin başındaki en büyük felaket, en büyük facia Tayyipgiller iktidarıdır. Bu son yaşadığımız facia, tek başına ele alındığında bile niçin Tayyipgiller’den ülkeyi kurtarmanın tüm devrimci, demokrat, yurtseverler için birincil görev olduğu kendiliğinden anlaşılır.
Kurtuluş ne “fıtrat”ta, ne “kader planı”nda…
Kurtuluş bilimde, örgütlü mücadelede…
Kurtuluş, Halkın Demokratik İktidarında…
Kurtuluş Sosyalizmde…