Site rengi

Tasarım

“Çözüm Süreci” ve Ordu üzerine

09.01.2015
835
A+
A-

 

KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık aba altından sopa gösteriyor: “Müzakereler takvime göre yürütülmezse, müzakere taslağını kamuoyuna açıklarız” (23 Aralık 2014).

Demek ki, Tayyipgil’in halkımızca duyulmasını istemediği, bu yüzden gizli tutulan bir içeriği var müzakere taslağının. Başka deyişle, kapalı kapılar ardında halkımızın başına çorap örülüyor.

Birkaç gün sonra, CHP Sakarya Milletvekili Engin Özkoç, bundan yaklaşık 3 yıl önce, 26 Ekim 2011’de Mecliste “Terör” konusunda yapılan gizli oturumda BDP Grup Başkanvekili’nin çözüm süreci ile ilgili taleplerini “Türk milletine verdiğim sözü yerine getiriyorum” diyerek basına duyurdu. Talepler maddeler halinde şöyle:

“1- Türkiye’nin 25 eyalete bölünmesi.

“2- Öcalan’ın serbest bırakılması.

“3- Özerklik koşullarının gündeme getirilmesi.

“4- Eyalet başkanlarının TBMM’ye getirilmesi.

“5- Özerklik hakkının saklı olması.

“6- Her eyaletin kendi özerk güvenlik güçlerinin olması.” (Cumhuriyet, 29 Aralık 2014)

Böylesine önemli bir açıklama medyada yer almadı. Üzerinde hemen hiç durulmadı. Tayyip Diktatörlüğü’nün baskısıyla olsa gerek… Kaldı ki, burada verilen maddeler de, Emperyalist Çözüm’ün kısa vadeli olup ancak BDP tarafından dile getirilebilenleri.

“Süreç” Habur’dan sonra iki büyük darbe aldı. Birincisi Gezi Direnişi’miz. Diğeri, Tayyipgil ile Fetogil’in Gezi’nin de etkisiyle birbirine düşmesi. Tayyipgil, bu darbelere rağmen yukarıdan emperyalizmin, aşağıdan Amerikancı Kürt hareketinin baskısıyla, ürkekçe de olsa, iktidardan düşmemek için, yola devam etmeye çabalıyor. Amerikancı Kürt Hareketi ise “Süreç”in 17 ve 25 Aralık ile darbe aldığını görüp Tayyipgil ile Fetogil’i barıştırma çabalarına girişti. (Şu an Cemil Bayık’ın dile getirdiği PKK’nın Fetogil ile görüşme çabaları başka ne anlama gelebilir?)

Önlerindeki engeller mi?

Örgütsüz de olsa kamuoyunun emperyalist çözüme tepkisi seçimlerde öyle veya böyle yansıyacaktır. Bu yüzden gizliyorlar. Bunun dışında daha organize olan güçler Yüksek Yargı ve Ordu’dur. Yargıyı yüzde yüz olmasa da büyük ölçüde ele geçirdiler diyebiliriz.

Ya ordu?

Onca kumpasa, tertibe, fesata rağmen ordu hâlâ Tayyipgil’in korkulu rüyası.

 

Türk Ordusu’na saldırı sürüyor

Bu yüzden, Tayyipgil iktidardayken ve rüzgâr emperyalizmden doğru geliyorsa orduya saldırı bitmez. Cumhuriyet Türkiye’sinde Türk Ordusu’na emperyalist saldırısının kökleri 1940’lı yıllara dek gider. Dayanağı ise “Sovyet Tehdidi”dir. İkinci Emperyalist Savaş sonrasında Truman Doktrini kapsamında ABD ile imzalanan Askeri Yardım Anlaşması (12 Temmuz 1947) ve bir yıl sonra Marshall Yardımı kapsamında ABD ile imzalanan Mali ve Askeri Yardım Anlaşması (4 Temmuz 1948) ile Türk Ordusu’nun ABD tarafından “nötralize edilmesi”, ardından 1949’da NATO’nun kuruluşu ve Demokrat Parti (DP) iktidarında Türkiye’nin NATO’ya girişi (19 Şubat 1952), hep Sovyet Tehdidi zokasının yutturulmasına  dayanır. Yurtsever subaylar bile bu zokayı yutmuştur. Örneğin, DP’yi alaşağı eden 27 Mayısçı demokrat subaylardan Emekli Tümgeneral Sıtkı Ulay anılarında şöyle aktarıyor:

“1946 senesinde ben Samsun Tümeninin Kurmay Başkanı iken Türkiye’nin dış siyasetinde Sovyetler’le aramız hiç iyi değildi (Bunda bazı Batılı devletlerin teşvikleri de vardı). Bir ara Rusların Samsun’a bir çıkartma yapacakları ve oradan da Merzifon üzerinden kestirme yolla Başkent Ankara’ya yürüyecekleri haberi alındı. Tümence şehir içini terk ederek Samsun’a hakim tepeler üzerinde mevzilendik ve 3-4 gece sabaha kadar Sovyet çıkarmasını bekler olduk ve silahlara mermiler sürülmüştü. Hatta bir gece ben gözetleme nöbetinde beklerken sabaha karşı denizde yanıp sönen ışıkları görerek Tümen Kumandanımızı uyandırdım, galiba geliyorlar telaşına kapıldık. Az daha tetiklere basılacaktı. Sonra anlaşıldı ki, karanlıkta denize açılan bizim Karadenizli balıkçılar imiş.” (Sıtkı Ulay, Giderayak, Milliyet Yayınları, 1996)

Ne diyelim? Karadenizli balıkçıların verilmiş sadakası varmış! Yurtsever, aydın subayların bile bu zokayı yutması düşündürücü…

Orduya Amerikan nüfuzu, bu derece gerçeklerden uzaklaşmış subaylarımızı olayları daha da göremez hale getirdi. Öyle ki, Amerikancı DP iktidarını düşüren yurtsever 27 Mayısçı subayların ilk açıklamaları “Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve CENTO’ya inanıyoruz ve bağlıyız” oldu. Daha sonra, CIA güdümlü Kontrgerilla veya Özel Harp Dairesi’nin operasyonları sayesinde Türk Ordusu’na en büyük darbeler vuruldu: 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 Faşist Darbeleri. Bu darbelerle ordu içindeki ilerici askerler tasfiye edildi. Ayrıca, ordunun halk gözündeki itibarı yerle bir oldu.

Bu tasfiyelere rağmen Türk Ordusu’ndaki ilerici gelenek yok edilemedi. Sovyetler’in dağılması, Sovyet tehdidi kandırmacasını doğrudan doğruya ortadan kaldırdı. Bu sayede ordu subayları az çok gerçekleri görebilir oldular. İlerici gelenek aktive oldu; 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu kararlarıyla başlayan süreç gerici dinci gidişe dur deme çabasıydı.  Tayyipgil iktidarıyla orduya saldırı bir kez daha hız kazandı. Çuval geçirme olayı, psikolojik operasyonlar (psikolojik harp) ve arkasından gelen Ergenekon, Balyoz, Casusluk, Fuhuş vb. düzmece operasyonlarla ordu yıpratıldı, yüzlerce ilerici subay tasfiye edildi, ordunun başı Tombalak Paşa’larla bağlandı.

Şu önemli noktayı da belirtelim: Tayyipgil ile Fetogil savaşı sonucu salıverilen Ergenekon ve Balyoz tutukluları yanıltmasın. Orduya saldırı hâlâ sürüyor. Sürmek zorunda. Çünkü emperyalist “çözüm” için Türk Ordusu’nun enenmesi (iğdiş edilmesi) şart.

 

Yasal değişiklikler

 

İç Hizmet Kanunu. Tayyipgil yukarıdaki tertiplerin dışında bazı yasal değişiklikler ile orduyu etkisiz bırakmaya çalıştı. Bunların başında ordunun İç Hizmet Kanunundaki değişiklik geliyor. Tayyipgil, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) İç Hizmet Kanununun 35. maddesinde TSK’nin görevini tanımlayan “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır” ifadesi değiştirildi. Amaç, ordunun Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini ortadan kaldırmaktı.

Yeni ifade şöyle oldu: “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askeri gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, TBMM kararıyla yurtdışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır.”

Bu sayede Tayyipgil, akıllarınca iktidarlarını garanti altına aldılar ama asıl önemlisi “çözüm süreci”nde ordunun Cumhuriyet’i koruma ve kollama görevi ortadan kaldırılmıştı. Tabiî ki emperyalizm ve Amerikancı Kürt Hareketi bu değişikliği görüp sinsice ellerini ovuşturdular.

 

Olağanüstü Hal Valileri. Yeni yılın Ocak ayında ise valilere olağanüstü yetkilerin verileceği belirtiliyor. Tüm valiler, 81 ilin 81 valisi de, olağanüstü hal valisi haline getiriliyor. Bu hem Tayyip Diktatörlüğü’nün pekiştirilmesi, hem de askerin iç güvenlikten tasfiyesi anlamına geliyor.

 

Jandarmanın Tasfiyesi. Bu yasal değişikliklerin tamamlayıcısı jandarmanın tasfiyesi olacak. O jandarma ki, özellikle kırsal kesimde ordunun halkla bağını kuran başlıca ordu birimidir. NATO’ya bağlı değildir (Benzer şekilde NATO’ya bağlı olmayan tek ordu olan 4. Ordu’nun, Ege Ordusu’nun da tasfiyesi gündemde). TSK’nin 1/3’ünü oluşturan, yaklaşık 200 bin kişilik bir askeri güçtür jandarma. İşte bu jandarma gücünün Jandarma Genel Müdürlüğü olarak İçişleri Bakanlığına bağlanması için yasal hazırlıklar yapıyor Tayyipgil. Böylece sadece kendine bağlı bir sivil güç oluşturuyor. Polisten farkı kalmayacak. Zaten daha başlangıçta 60 bin jandarma personelinin polis yapılacağı belirtiliyor. Kaldı ki, polis gücünü de artırıyor ve polisi ağır silahlarla donatıyor Tayyipgil. Bu değişiklikler, bu silahlı güçlerin halkımıza karşı kullanılacağı anlamına gelir. İktidarlarını korumak, emperyalist politikaları sürdürmek için böylesine acımasızlar.

Bu değişiklikler Amerikancı Kürt Hareketi tarafından da alkışlanıyor. Aslında Oslo görüşmelerinde dile getirilen “Jandarmanın bölgeden çekilmesi” teklifi bu şekilde yerine getirilmiş oluyor. Kürt coğrafyasında onlarca jandarma karakolu kapatıldı. Bu süreç batıda da sürüyor. Süreç basına yeterince yansımasa da fiilen yürütülüyor. İşte Sakarya’dan bir haber:

“JANDARMA TEŞKİLATI KALKIYOR

“İçişleri Bakanlığı tarafından düzenlenen çalışmada özellikle Sakarya, İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa gibi büyük şehirlerde jandarma teşkilatlarının kaldırılması da öngörülüyor. Bu kararın gerekçesi olarak ise jandarmanın görev yaptığı noktalarda polisin zaten gerekli hizmeti verdiği ve ekstra bir güvenlik biriminin bulunmasına gerek olmadığı yönündeki görüş belirtiliyor.

“VALİLİK KARARI

“Sakarya’da bu uygulama ise kademeli olarak başladı. Serdivan Kazımpaşa bölgesinde artık sorumluluk polise geçiyor. Akyazı, Hendek, Geyve, Taraklı, Karasu ve Kaynarca gibi bölgelerde bulunan jandarma karakolları da bir yıla kadar tamamen kapanmış olacak. Kazımpaşa’da polisin yetkilendirilmesiyle başlayan uygulamada böylelikle ilk adım atılmış oldu.” (http://medyabar.com/haber/78498/guvenlik-artik-emniyete-geciyor.aspx, 3 Kasım 2014)

 

Kurtuluş Savaşında Jandarma. Kurtuluş Savaşı günlerinde jandarma gerek Ege’de, gerekse doğuda daha Yunanlıların işgali başlamadan, Teşkilat-ı Mahsusa ile birlikte direniş hareketinin temel unsuru olmuştur.

Ege’de: “… İzmir jandarma kuvvetleri genellikle direnişten yanadır. Eski Jandarma Komutanı Albay Avni Paşa (Paşa ve sonra milletvekili) Adana Ermeni sürgününden sanıktır, aranmaktadır. Yüzbaşı Sarı Edip (Efe), bölgedeki Rum ve Ermeni eylemlerine karışmış atak bir subaydır, tutuklanması istenmektedir. Bu jandarma subayları, Celal Bayar ile birlikte Küçük Menderes havzasına çekilmeyi ve beklenen Yunan istilasına karşı direnişi hazırlamayı daha Mart ayında kararlaştırırlar ve faaliyete koyulurlar. Yüzbaşı Arap Nuri, Yüzbaşı Hüsamettin, Ahmet Rıfat Kemerdereli, Fethi vb. gibi daha birçok jandarma subayı, milli direnişte duraksamasız yer alırlar. Duraksamalar gösteren Yüzbaşı Tahir Özerk, Ödemiş’te ilk direnişin başına geçer.” (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt 3, 1995, s. 1177)

Erzurum’da: “Atatürk Samsun’dan çıkıp Erzurum’a yol alırken Sıvas’ta yalnız kalır. Hatta İtilafçıların karşıt tertipleri ve Ali Galip’in (Padişahçı Elazığ Valisi – Kurtuluş Yolu) kuşkulu durumu karşısında acele Sıvas’tan ayrılır. Sıvas’ta çekingen, fakat İttihatçı  bir Valiye rastlaması yine de bir şanstır. Atatürk, Erzurum’da yakınlığı, Ermeni olaylarına iyice karışan İttihatçı fedai subaylardan Küçük Kazım’dan görür.  Kazım ve Cevat Dursunoğlu delegelikten istifa ederek yerlerini Atatürk’e ve Orbay’a (Rauf Orbay – K. Y.) bırakırlar, silahlı direnişin gelişmesini sağlama yolunda çaba gösterirler. Dursunoğlu, “İttihatçı suçlular”dan Jandarma Binbaşısı Küçük Kazım’ın Erzurum direnişine nasıl hız kazandırdığını anılarında açıklar:

“Erzurum’da bir silahlı direniş azmi vardır, ama yine de direniş felaketli olur diye korkulmakta ve örgütlenmede çok gevşek davranılmaktadır. 10 Mart 1919’da İstanbul merkezine bağlı Erzurum Müdafaa-i Hukuk’u kurulur, fakat Dernek bir faaliyet gösteremez. Hükümeti kuşkulandırabilecek her hareketten kaçınılır. Başkanlığa İstanbul Meclisinde bulunmuş olan daha sonraki Heyet-i Temsiliye üyesi Hoca Raif Efendi getirilirse de, Dernek bir kıpırdama gösteremez. Teşkilat-ı Mahsusa’dan kellesi tehlikede Küçük Kazım gelince durum değişir. Dursunoğlu, Kazım’ın gelişini şöyle yazar:

“Tam bu sıralarda, Martın sonlarına doğru, Küçük Kazım Trabzon’dan Erzurum’a geldi. Kazım, Erzurum’un her sınıf halkını yakından tanıdığı gibi, herkes de onu biliyordu. 1903-1907 ihtilallerine adı karışmış, Meşrutiyet’in başında Ömer Naci ile birlikte İran İhtilalcilerine yardıma gitmiş, buradan döndükten sonra da İstanbul’da kendisine sorumlu sekreterlik de (katib-i mes’ul) verilerek Muş Jandarma Komutanlığına gönderilmişti. O zamanlar Muş’ta ve Van’da azgınlaşan Taşnak komiteleri ile çok keskin ve başarılı mücadelelerde bulunmuş ve böylece siyasi örgütçülük niteliklerini geliştirmiş olan Kazım, 1914-1918 savaşında Van ve Erzurum cephelerinde büyük işler başarmış, Kargapazarı savaşlarında kahramanlıklar göstermişti.

“Erzurum düştükten sonra, Giresun bölgesinde Pontusçularla uğraşmış ve bu çetin ödevi kısa zamanda başarmıştı. Zeki ve tecrübeli bir politikacı, cesur ve atılgan bir asker olan Kazım’ın Erzurum’a gelişi daha ilk gününden işe bir hamle verdi. Kazım, Erzurum’a vardığının ertesi günü bana geldi… Zamanın çok nazik olduğunu ve halkı toplamak için esaslı hareketlere geçmek gerektiğini, bunun için de her şeyden önce, memleketteki aydınların ve sözü geçen kişilerin örgütlerle ilgilerinin sağlanmasının gerektiğini anlattı. Bu düşüncelerde birleştik. Kazım, memlekette doktor, baytar, hukukçu, tarımcı, öğretmen gibi aydınlardan ve esnaf arasında sözü geçen hemşehrilerden elli-altmış kişilik bir liste yapmıştı. Bunları biraraya toplayarak, fikir ve hizmetlerinden yararlanmak gerekti. Ben Müdafaa-ı Hukuk’a bu öneriyi yapmayı üzerime aldım… Geniş ve toplantılara elverişli evde ilk toplantımızı yaptığımız gün Kazım’la konuştuğumuz fikirleri derneğe açtım. Arkadaşlar derhal kabul ettiler. Meğer Kazım, benimle konuştuğu gibi Başkan Raif Efendi ile, Süleyman ve Hüseyin Avni Beylerle de ayrı ayrı görüşerek onları da inandırmıştı. İki üç gün sonra Kazım ve Necati de (Albayrak) içinde olmak üzere, listedeki hemşehrileri çağırdık… Hükümette görevi olan bir iki arkadaşla yaşları ilerlemiş olanlar çekildiler. Yerine gizli oyla Kazım, Necati … seçildiler. Böylece daha türdeş bir yönetim kurulu meydana geldi.”“ (Doğan Avcıoğlu, agy, s. 1181-3)

Bu bilgiler, sıcak savaş döneminde jandarmanın halkı nasıl kolayca örgütlediğinin göstergesi. Ordunun halkla bağıdır jandarma ve bu bağ jandarma tasfiye edilerek kırılıyor, ordu izole ediliyor.

 

Bedelli ve Profesyonel Ordu. Ordunun izolasyonunda diğer bir Tayyipgil saldırısı “Bedelli Askerlik” olayı ve Özal döneminden beri pek dilden düşürülmeyen Ordunun Profesyonelleştirilmesi oldu. Yeni çıkan yasayla 18 bin lira bastıran hiç askerlik yapmadan, kışlaya adım bile atmadan, banka dekontunu göndererek, Tayyip’in deyişiyle “askerlikten yırtmış” oluyor. Yaratılan bu eşitsizlik, orduya vurulmuş en büyük darbelerden biridir. Ordunun bütünlüğü kaybolur çünkü, disiplin yiter. Bedelli uygulaması olan orduda asker savaşmaz.

Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı günlerinde bedelli uygulamalarına veya askerlikten “yırtma” çabalarına kesinlikle karşıdır. Savaş sırasında, 1921 yılında Konya’da bir medreseyi ziyarete gider. Medresede askerlikten muaf oldukları gerekçesiyle askere gitmek istemeyen medrese öğrencilerini ve hocalarını şiddetle kınar. O zaman gezide Mustafa Kemal’in yanında bulunan Sovyet Büyükelçisi Aralov’un anılarından okuyoruz:

“Ne o, yoksa sizin için medrese, Yunanlıları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada, genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz. Bu asalakların askere alınması için hemen yarın emir vereceğim.” (S. I. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları, Yenigün Haber Ajansı 1997, s. 127-128)

Bedelli, Osmanlı’da da vardı. Fatih zamanında bile zenginler açıkça olmasa da bedeli çağrıştıran uygulamalara giriyorlardı. Halil İnalcık’tan aktaralım:

“Bursa’da Hoca İbrahim adlı bir zengin, 1476 yılında Fatih Sultan Mehmed’in Macarlara karşı seferinde “ol gazanın sevabında ben dahi bile olayın” diye 20,000 akça ile 20 süvariyi ulufe ile tutmuş ve sefere göndermiştir.” (Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2009, s. 25)

İyi iş! Bir taşla iki kuş. Hem askerlikten “yırtma”, hem de büyük sevap kazanma!

Düyun-u Umumiye kıskacındaki Osmanlı’nın züğürtlemesi nedeniyle hemen I. Emperyalist Savaşı arifesinde çıkardığı bedelli askerlik yasasına göre (8 Ağustos 2015), sadece Hıristiyanlar değil, 30 altın getiren Müslümanlar da “vatan hizmetinden” bağışlanır. Böylece, yarım milyondan fazla şehit verilen I. Emperyalist Savaş’ta zengin Müslümanların keyfi yerinde kalır. Halkımızın bugün hâlâ dillerde olan

Sefer tası bakırdandır

Yemen yolu çamurdandır

Zenginimiz bedel öder

Askerimiz fakirdendir

ağıtı, o günlerden kalsa gerek.

Bugün Tayyipgil’in amaçlarından birisi de bu. Bütçeye katkı. Daha çok gelir edde edebilmek için 2011’de çıkarılan bedelli yasasına göre 30 bin TL ve 21 gün askerlik şartını gevşeterek bugünkü haline dönüştürdüler. Ama daha da önemlisi, bedeli düşürerek daha çok vatandaşın askerlikten “yırtmasına” yol açtılar. Bir taşla iki kuş ama bu da orduya büyük bir darbedir.

Profesyonel ordu ve böylece ordunun küçültülerek tasfiyesi de yıllardan beri gündemde ama henüz göze alamadılar. Bu çok daha tehlikeli ve büyük bir darbe olur orduya. Çünkü ordunun halkla bağı tümüyle koparılacaktır böylece. Ordu mensupları, tıpkı ABD’nin Irak’ta, Afganistan’da vb. kullandığı güvenlik şirketlerindeki vahşi, insanlıktan çıkmış, acımasız sözde askerlere dönüşür çünkü. Bugün hükümetin güdümünde olan ve kınadığımız polis gücünün bile gerisine düşer. Bu değişikliği kısa zamanda yapabilmeleri şimdilik zor görünüyor. Ama emperyalizmin, dolayısıyla Tayyipgil’in gündeminde olduğu kesin.

Profesyonel ordu girişimlerinin öncüsü ise “AB ülkelerine benzeme” bahanesiyle dayatılan “Sözleşmeli Sınır Birlikleri Projesi”dir.

“Projeye göre bu birliğin personeli, Polis Akademisi’nde yetiştirilecek, Emekli subay ve astsubaylardan faydalanılacak, hatta basında yazanlara göre Jandarma’nın önce bir kısmı, daha sonra da tamamı doğrudan buraya geçirilecek ve TSK bünyesinden çıkarılacak. Bu yolla NATO’ya bağlı olmayan tek kuvvetimiz jandarmanın zamanla mevcudu azaltılacak ve sınır birliklerinin sayısı artırılarak oluşan bu hükümete bağlı kuvvet, bütün sınırları TSK’dan devralacak. Buna göre, Kara Kıvvetleri ve Jandarma Genel Komutanlığı, Yunanistan ve Bulgaristan kara sınırlarından 5, Gürcistan, Ermenistan, Azerbeycan ve Suriye sınırlarından ise 10 yıl içinde çekilecek.” (Oktay Yıldırım, Mehmetçik, Kaynak Yayınları, 2011, s. 232)

Ordu böylesine küçültülür, vahşice budanır ve zayıflatılırken polis gücü tersine sayıca ve donanımca güçlendirilir. Polis temel ve güvenilir güçtür. Tayyip’e göre “Emniyet teşkilatı statükonun bekçisi değil, değişimin öncüsüdür.” Ancak daha sonra dili sürçüyor olsa gerek: “Totaliter idaresinin ileri demokrasinin öncüsüdür.” diyor (Zaman, 2 Şubat 2011). Ve koca, 300 bin kişilik polis gücü askerlikten muaf tutulur. Bütün bunlar da Tayyip Diktatörlüğü’nün gereğidir ve orduya darbedir.

Bunların dışında 50 bin kişilik bir profesyonel ordunun kurulma girişimlerinin olduğunu da basından öğrendik. Ordunun klasik yapısını bozmaya yönelik bu girişim de 8 Haziran 2011 tarih ve 27958 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan “Sözleşmeli Erbaş ve Er Yönetmeliği” ile yürürlüğe girdi.  Profesyonel ordu halkımız için de, komşu halklar için de büyük tehlikedir. Eğer şu an Türk Ordusu’nun klasik yapısı yerine profesyonel bir ordu olsaydı, Tayyip çok rahat Suriye’ye girerdi. Özal zamanında “1 koyup 3 alma” kandırmacasıyla orduyu Kuzey Irak’a sokma girişimini zamanın Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’ın önlediğini unutmuyoruz.

 

Sonuç: Ne yapsanız kâr etmez!

Normaldir. Emperyalizm ve yerli işbirlikçilerinin orduya saldırması normaldir. Tıpkı Mustafa Kemal’in 31 Temmuz 1920’de Afyonkarahisar Kolordu Karargâahını teftişi sırasında söyledikleri gibi “Ordunun ruhu zabitandır (subaylardır). … Düşmanlarımız herkesten evvel onları öldürür. Onları aşağılar ve hor görürler.” Bu anlamda orduya saldırı normaldir diyoruz.

Ancak Tayyipgil-Fetogil çatışması nedeniyle askerlerin ve aydınların salıverilişlerini “Zafer” olarak nitelemek körlük, hatta halka ihanet olur. Nitekim, Mustafa Kemal aynı konuşmasında şunu da söylemiştir: “Allah göstermesin milletin istiklali ihlal edilirse bunun vebali zabitana ait olacaktır.”

Emperyalist destekli Tayyip Diktatörlüğü’nün orduya nasıl zarar verdiğini gördük. Ancak, buna rağmen Türk Ordusu tümüyle dağıtılmadan Tayyip rahat edemez, edemeyecektir. Çünkü, Türk Ordusu kurucu ordudur. Cumhuriyet’i kurmuştur. Kurarken devlet ve millet ile bütünleşmiştir. Ordu mensupları büyük çoğunlukla halk çocuklarıdır. Ve Türk Ordusu’nun yüzyıllardır süren, devlet bunalıma girdiğinde, gericilik azıttığında devreye giren, sorunu en azından o an için çözen (27 Mayıs, 28 Şubat gibi) ilerici bir geleneği vardır.

Türk Ordusu, Tayyipgil’in düşlediği gibi bir derebeylik ordusu (Sultan Ordusu, kaldı ki o Sultan Ordusu’nun bile ilerici damarı yok edilememiştir) veya emperyalist ülkelerin gerici orduları ya da sömürge ordusu yapısına kolayına sokulamaz.  12 Mart ve 12 Eylül Faşist darbelerine ve bugünkü Tombalak Paşa’lara rağmen bu böyledir.

Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı günlerinde Sovyetler ile yapılan görüşmelerde Sovyet Generali Frunze’ye şöyle der:

“Bildiğiniz gibi eski ordumuz mütarekeden sonra silahsızlandırılarak dağıtılmıştır. Yine bildiğiniz gibi, ordu Sultanın ordusu idi ve onun iradesini yerine getirir, yalnızca onu tanırdı. Bu ordu günde üç kez ‘padişahım çok yaşa’ diye bağırmak zorundaydı. Yeni orduyu tamamen yeni prensipler ve temeller üzerine kurduk. Bu ordu, eski ordunun halkın davasına sadık kalmış kısımlarından ve emekçi köylü kitleleri arasından toplanan kişilerden oluşturulmuştur. Biz bu orduyu kurarken yalnızca tek bir amaç güttük. Bu da, bu ordunun Sultan ordusu değil halk ordusu olması, tek tek bireyleri değil, bütün halkın menfaatlarını savumasıdır.” (Aktaran Oktay Yıldırım, agy, s. 200-201)

Türk Ordusu emperyalist güdümlü sömürge ordularından da, ortaçağcı derebeyi ordularından da farklıdır. Kendisine oynanan oyunları bozabilir. Bunun yolunu da Kıvılcımlı Usta gösteriyor: Bilinçli Halk Ordusu olmak!

“Türkiye’nin Finans-Kapital zümresi, Tarihçil Devrimler gelenekli ve daha dün Milli Kurtuluş savaşı yapmış Türk Ordusu’nu, Kore Savaşı gibi uzak serüvenlerde Sömürge Ordusu yapmayı denedi. Türk askeri, Emperyalist lüks imtiyazı içinde yaşayan Amerikan askerine “Hanım” adını takarak döndü. O basit “Hanım” sözcüğünün çok yanlı derin anlamlarını, Türk olmayan  bilemez.

“Finans-Kapital, antika “Moskof”, modern “Gomoniz” korkuluğunu var gücüyle sömürerek Türk Ordusu’nu NATO vb.ne katarken “Hanım”laştıracağını umdu. Ekonomice ve Sosyalca bunun olanağı yoktu. Ne Türkiye genlikli, refah bir modern kalkınmış ekonomi temeline sahipti; ne de Finans-Kapital oturaklı ve tutarlı bir kapitalist sınıfının bütünlüğünü ve kendince haklılığını, meşruluğunu temsil ediyordu. O yüzden Türk Ordusu gerek maddesi, gerek ruhuyla, Finans-Kapitalin ne imtiyazlı metropol kastı, ne sömürge aylıklı askeri olamadı.

“27 Mayıs bu ekonomik ve sosyal Kritik durumu gidermek yerine büsbütün açığa vurdu. Menderes DP’si, Türk subayını lojman vb. yem borularıyla “evcilleştireceğini” umdu. Aldığı karşılık umut verici olmadı. Demirel AP’si ORKO vb. yem borularıyla DP’nin CIA’dan öğrendiklerini yeniden uygulamaya çabalıyor. Bu, hacıağa çocuklarını Meclislerde “Transfer” etmek yahut halk oylarını kasaba tezgahında pazarlamak kadar kolay olacağa hiç benzemiyor.

“O zaman T’ürk Ordusu’na tek yol kalıyor. Halk Ordusu olmak. 27 Mayıs ve sonrası, o çabanın bir denemesidir. Bilince çıkamadığı için kördövüşüne dönmüştür.” (Hikmet Kıvılcımlı, 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi, Derleniş Yayınları, 2014, s. 298)