Kırk katır mı, kırk satır mı?
Evet, halkımız 15 Temmuz Fetocu darbe girişimi ile birlikte böyle bir açmaza girdi ne yazık ki… Fetocu darbeyi atlattık sananlar şimdi Malum Kişi’nin dinci darbesiyle karşı karşıya. Her iki darbenin amacı da dinci, şeriatçı diktatörlük. Her iki darbenin arkasındakiler de din bezirgânları. Her iki kesimin arkasında da Emperyalizm.
Türkiye’nin din devletine doğru sürüklenişi II. Emperyalist Evren Savaşı sonrasında başladı. Savaştan zaferle çıkan Sovyetler Birliği’ni kuşatmak için din, ABD Emperyalizminin en önemli aracı oldu. ABD’nin bu amacı, ilk kez gerici, dinci Cemal Kutay’ın çıkardığı Millet adlı derginin 31 Ocak 1946 tarihli ilk sayısında bir CIA görevlisinin yazdıklarıyla ortaya çıktı. Dergi CIA ajanını şöyle tanıtıyordu:
“Bu yazının muhariri, Türkiye’yi yakından bilen bir yabancıdır. Tercümesini koyduğumuz yazıyı, kendi memleketinin gazetelerinden birisi için hazırlamıştır. Ortaya koyduğu fikir ve tez tahminen kendisine ait olarak, fakat zaman zaman ve daha çok Türkiye dışında bahis mevzuu edilen bir meseleyi açıklaması bakımından enteresan bularak sütunlarımıza alıyoruz.”
CIA ajanı ise şöyle yazıyordu:
“Türkiye’yi ve dolayısıyla İslam alemini yakından alakalandıran son Rus istekleri dünyada muharrik ve müessir akisler (tahrik edici ve etkin yansımalar – K. Y.) husule getirmiştir. Çok zaman tekrarlanan “cihad” sözü acaba hakiki bir tehlikeyi ifade edecek mahiyette midir? (…) Rusya, İslamlığın dünya üzerinde ne kadar muazzam bir kuvvet ve kudret olduğunu ve onu dikkate almanın ne kadar mühim olduğunu takdir etmese gerekir. Müslümanların yalnız Türkiye ve İran’da bulunduklarını zannedenler, Hint Okyanusu’nda, Malezya denizlerinde ve Türkistan’dan Belçika Kongosu’na kadar, kısaca dünyanın her tarafında üç yüz milyon Müslüman her an dikkate hazır bulunduğunu bilmelidir. Kelime-i Şahadet’in duyulduğu Rus ve Çin Türkistanı, Hindistan, Efganistan, Bülucistan, İran, Arabistan, Suriye, Mısır, Yugoslavya, Arnavutluk ve hatırımıza gelmeyen başka birçok yerler vardır. Dünyanın her bucağına yayılmış olan böyle bir kuvvetin nelere kadir olabileceğini tahmin ve takdir etmek akıllıca bir hareket olur zannındayız. (…) Din, İslam aleminde her şeye hakim ve her şeyin üstünde bir varlıktır. İslam hayatının Türk davasına ne kadar bağlı olduğu görmemek kabil değildir. Dünyanın her tarafına yayılmış olan İslam aleminin, inkılapçı ve modern İslamlığı temsil eden Türkiyesiz bir mana ifade edemeyeceği açık bir hakikattir. Farzımahal olarak İslam milletleri, vaktile İtalya ile Almanya’nın yaptıkları gibi bir birlik teşkil etmeğe muvaffak olsalar, bunun sebep ve amillerini Türkiye’den başka biryerde aramamalıdır.” (Millet Mecmuası, 31 Ocak 1946, s. 12; aktaran: Cengiz Özakıncı, İblisin Kıblesi, s. 166-7)
Süreç böyle başladı. Türkiye daha Demokrat Parti iktidara gelmeden ABD Emperyalizminin dümen suyuna girdi. Dinci örgütlenme için din eğitimi esastı. ABD ise gene örnekti. Gerici Cemal Kutay, Millet dergisinin 2 Ocak 1947 tarihli 48. Sayısında,bir açık mektupla ana babalara şu çağrıyı yapıyordu:
“Bu Memleketin Bütün Ana-Babalarına İthaf! Türk Gençliğinin Manevi İnşaası
“Önümde Amerikan liselerinde daha dinamik ve pratik olmak iddiasıyla hazırlanmış ve büyük alakayı çekerek senatoda taraftar bulmuş bir müfredat programı var… Vicdan hürriyetine saygının ve insan haklarının vatanı olan Amerika’da ailelerle okul elele vererek yeni yetişenin manevi cephesini inşa ediyorlar… Anneler, babalar!.. Vicdan hesaplaşması döneminiz gelmiştir. Yavrularınıza ebedi ve tek Allah fikrini telkin ediniz… Allahsız bir nesil yetiştirmeyiniz! Gençliği Allahsız ve dinsiz yetişmekten kurtarmalıyız!..” (Aktaran: Cengiz Özakıncı, a.y.)
Bu gelişmelerin maddi altyapısı hazırdı. Bin yıllardır bu toprakları sömüren, kasıp kavuran Tefeci-Bezirgân Sınıf dipdiri duruyordu. Palazlanan Finans-Kapital, iktidar için bu Antika sınıfı yanı başında buldu. Ve 1950’de Demokrat Parti (DP) ile Finans-Kapital + Tefeci-Bezirgan ittifakı siyasi iktidarı ele geçirdi. Din bezirgânlığı, din sömürüsü, Tefeci-Bezirgân sınıfın bin yıllardır uyguladığı bir kandırmaca yoluydu. Özellikle İkinci Emperyalist Savaş sonrasında buna Antikomünizm de eklendi. Böylece Kurtuluş Savaşı’mız sonrasında kurulan laik, bağımsız Cumhuriyet’in temelleri aşındırılmaya başlandı. Cumhuriyet’i kuranlar dinsizlikle suçlandı, laiklik komünizm ile eş tutuldu. DP’nin ilk yaptığı iş Türkçe ezanı, eskisi gibi Arapçaya döndürmek oldu. Dinci ve antikomünist örgütlenmelerin önü açıldı, devletçe desteklendi.
Bu gerici gidişe 27 Mayıs Devrimcileri dur dedi. Ne var ki, 27 Mayıs bir Politik Devrimdi, gerici sosyal sınıflar aynı duruyordu. ABD Emperyalizminin de yönlendirmesiyle ülke kaosa sürükleniyormuş izlenimi doğurularak, 12 Mart 71 ve 12 Eylül 80 Faşist Darbeleri hayata geçirildi.
Ülke 71 Faşizmine doğru yol alırken, 1966-1973 yılları arasında Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Cevdet Sunay, 1969’da şöyle diyordu:
“Bugünkü (1968-1969) okullar birer anarşi yuvası haline geldi. Bu okullardan yetişen gençlere memleket idaresi teslim edilemez. On yıl sonra bunların hepsi işbaşına geçecekler. Onlara nasıl güvenebiliriz? Hem biz laik okullara karşı İmam Hatip Okullarını ‘bir alternatif’ olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri bu İmam Hatip okullarında yetiştireceğiz.”
Seksen darbesi, daha da büyük zarar verdi. Faşist Cunta, Atatürkçülük görünümü altında solu ezerek İslamcı örgütlenmenin önünü açtı. İmam Hatip Okullarının, devlet ve özel Kur’an kurslarının sayısı katlandı. Bunların yanı sıra vakıflar ve özel okullarla da dinci örgütlenme körüklendi.
Fetocular özellikle bu dönemden başlayarak devlet kademelerinde güçlendi. Tüm okulları İmam Hatip Okulu yapacağız diyen Erbakan’lar doksanlı yıllarda iktidar oldu. Tevhid-i Tedrisat (Öğrenim Birliği) Kanunu bu dönemde fiilen delindi. Milli Eğitim Temel Yasasında (1973) yer alan, lise mezunlarının yetiştirildikleri yönde yüksek öğrenim yapacakları ilkesi kaldırıldı; böylece İmam Hatiplere yetiştirildikleri alanın dışında yüksek öğrenim yolu açıldı. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Dairesi Başkanı bir Tümgeneral Mahmut Boğuşlu, 1985’de, Türk Tarihi Dergisi’nde, “Türkiye’de Laiklik ve İrtica Üzerine Psikolojik Harekat” başlıklı makalesinde şöyle yazabiliyordu:
“Kur’an-ı Kerim’i ezbere bilen hafızların yanında Türkler bu mukaddes kitabı 10-15 dakikada ve 3-5 sahifede özetleyebilecek derecede bilgi sahibi olmalıdır. Din adamı tipinde değişikliğe gidilmeli, her türlü meslekten; hakimden, savcıdan, avukattan, lise öğretmeninden, doktordan, gemi kaptanından yeni bir din adamları yetiştirilmelidir. Bu arada sayıları son yıllarda artan İmam Hatip Okulları reorganize edilmeli, bu okullara endüstriel, ticari, turistik vs. hüviyetler de kazandırılmalıdr” (Aktaran: Cengiz Özakıncı, agy, s. 234)
Görüldüğü gibi, faşist cunta, dincilikle savaş ve Atatürkçülük görünümünde dinci eğitim ve örgütlenmenin önünü açıyordu. Böylece imamlar yaşamın her alanında yer aldı. Devlet kadrolarına dolduruldu. Nihayet, Ocak 1993’te TBMM Milli Eğitim Komisyonu, gelen tepkiler üzerine bir süre sonra geri çekilse de, İmam Hatip mezunlarının Harp Okullarına girişini engelleyen yasayı değiştirdi. (Ama bugün görüyoruz, Milli Savunma Bakanı Fikri Işık’ın sözlerine göre artık İmam Hatipliler de Türk Silahlı Kuvvetleri’ne girebilecek).
“Laik Devlet”, 28 Şubat sonrası dahil, türban ile uğraşır görünürken, alttan alta dincileri destekledi. Asker içinde dinci örgütlenme, Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararlarıyla sağlanan tasfiyeler sayesinde bir süre belki yavaşlatılabildiyse de (1984-2003 yılları arasında ordudan 400 subay ve astsubay YAŞ kararıyla uzaklaştırıldı), AKP iktidarıyla birlikte hükümet üyeleri tarafından “şerhler konularak” ve sonrasında da “ihraçlar” tümüyle gündemden düşülerek, desteklendi.
AKP iktidarı döneminde laik devlet yönünde davranabilecek iki organize güç kalmıştı: Ordu ve Yüksek Yargı. Bunlardan ordu, 2007’de başlayan düzmece operasyonlarla (Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy, Karargah Evleri, Amirallere Suikast, Erzincan, Casusluk vb.) dize getirildi. Ordunun “Kozmik Oda’sına kadar girildi, itibarı iki paralık edildi. Yüksek Yargı ise, 2010’da yapılan “Torba Referandum” sonucunda neredeyse tümüyle Fetoculara teslim edildi.
Dinciler, özellikle Fetocular, diğer bir silahlı organize güç olan polis içinde zaten çok güçlüydü. AKP döneminde polisin gücü, gerek sayı olarak, gerekse silahlarının modernizasyonu ile (otomatik ağır silahlar, zırhlı araçlar) daha da artırıldı. Dinle afyonlanmış, Malum Kişi tutkunu kişilerden oluşan Özel Harekat Polisinin sayısı geçtiğimiz yıl yirmi bine ulaştı.
Bugün, 15 Temmuz darbe girişiminde gördük ki, Özel Harekatçılar, artık Malum Kişi’nin özel muhafız gücü görünümündedir. Ülke dinci faşist diktatörlüğe doğru yuvarlanırken, özel harekatçıların da organize bir güç olarak, halkımızı terörize edeceğini kestirmek zor değil. Jandarma Özel Harekat da farklı değil. Bunların sayısı da yirmi bine çıkarıldı. Ve şimdi de jandarma İçişleri Bakanlığına bağlanıyor. Malum Kişi için bir özel muhafız gücü daha, diyebiliriz.
Bütün bunlara ek olarak “sivil” dinci örgütlenme de had safhada. Darbe sürecinde bunu da gördük. Elbette darbe girişimi sürecinde ABD tarafından “tavşana kaç, tazıya tut” denilmesi, böylece darbenin başarısızlığa mahkum oluşu da etken olmakla birlikte, Malum Kişi’nin kışkırttığı gözü dönmüş dinci militanların sokağa dökülmesi, din bezirgânlarının halk içinde ne kadar örgütlü olduğunu gösteriyor.
Malum kişi, bu güruhun iki haftadan beri sokakta kalmasını sağlayarak hem gücünü stabilize ediyor, hem de halka gözdağı veriyor. On dört yıldan beri uygulanan dinci politikalar semeresini vermiş görünüyor. Zaten geçen yıl yapılan bir ankette, durumun vahameti ortaya konuyordu.
“ABD merkezli araştırma şirketi Pew’un Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu ülkelerde yaptığı araştırmada Irak Şam İslam Devleti’ne (IŞİD) sempati oranı genelde düşük çıksa da, Türkiye, yüzde 8 ile anketin yapıldığı ülkeler arasında beşinci oldu.
“Pew’un gerçekleştirdiği ankette katılımcılara “IŞİD’e sempati duyuyor musunuz?” sorusu yöneltildi.
“Türkiye’de ankete katılanların yüzde 73’ü IŞİD’e karşı herhangi bir sempati beslemediklerini ifade ederken, yüzde 19’’luk kesim ‘fikrim yok’ yanıtını verdi. Yüzde 8’lik kesim ise IŞİD’e karşı sempati beslediğini ifade etti.
“DHA’nın haberine göre; Anketin yapıldığı ülkeler arasında örgüte karşı en yüksek oranda sempati ise yüzde 14’le Nijerya’da gözlemlenirken, onu yüzde 11’’er destek oranıyla Malezya ve Senegal takip etti.” (Birgün, 18 Kasım 2015)
Durum o günden bugüne daha da vahim olsa gerek. İşte darbe günü sokaklara çıkanların büyük kesimi bunlardı. Bu yüzden kafalar kesildi, hiçbir şeyden haberi olmayan gencecik Mehmetçikler linç edildi. Bu insanlık dışı işleri yapanlar bu güruhtu. Tabiî, devlet elden gidiyor gibi görüp veya yakınlarından haber alamayıp darbe günü sokağa dökülen iyi niyetli Müslümanlarımız da vardı. Şimdi AKP bu görünümü örtebilmek için var gücüyle (selalarla, bedava yemeklerle, belki ceplere para koyarak, hatta belediyelerde, kamu kuruluşlarında çalışanların katılmaları yönünde bir tür baskı kurarak) meydanlara bu güruh dışındaki sivil halkı da davet ediyor. Bütün bunlara rağmen pek de başarılı olduğu söylenemez.
Şu anda yaşadığımız, Kabeleri Amerika olan iki dinci hareketin birbirleriyle olan kanlı çıkar çatışmasıdır. Ama burada kalmayacağı besbelli. Dinci örgütlenme daha güçlü şekilde, daha pervasızca, devlet gücü ve baskısıyla, cemaatlerin mahalle baskısıyla, dışta emperyalizmin desteğiyle gitigide yoğunlaşacak. Nitekim Malum Kişi, hemen bu gücü görerek “öncekilere benzemeyen yeni bir kuruluş döneminin başladığını” açık açık ilan etti. Yalçın Akdoğan ise, dinci örgütlenmeleri neredeyse “tam gaz yola devam” diyerek teşvik etti:
“Bu noktada diğer cemaatlerin müsterih olmasında fayda var. Bugüne kadar AK Parti bütün kesimlerin özgür bir ortamda güçlenmesi için elinden geleni yaptı, onlar bu sürecin muhatabı değildir. Buradaki bu hukuki sürecin muhatabı bu örgüt ve yandaşlarıdır.”
Sonuç olarak, gelişmeler halkımızın hayrına değildir. Halkımıza, ölümlerden ölüm beğen, denilmiştir. Fetocu darbenin hayata geçmemesinde ordu içindeki iyi niyetli subayların, birliklerin payı çok büyüktür. Ancak, bundan sonrası karanlıktır. Ekonomik baskıları, Ortadoğu’nun içinde bulunduğu durumu, dış baskıları göz önüne getirince, tam da Emperyalizmin Yeni Sevr için istediği şartların oluşmakta olduğunu görüyoruz. Din bezirgânlarının diktatörlüğü, ekonomik belirsizlik, Amerikancı Kürt Hareketinin hem Türkiye’de, hem Irak ve Suriye’de güçlenmesi, ordunun zayıflatılması (darbe sonrasında ordunun itibarının düşürülmesi, Milli Savunma Bakanlığına, jandarmanın ise İçişleri Bakanlığına bağlanacağının belirtilmesi, İmam Hatiplerin Harp Okullarına girebilmesi, ordunun halktan izole edilmesi gibi) Yeni Sevr’i kolaylaştıran şartlar olacaktır. Eski askerlerin, Perinçek Tayfası’nın yaşananları zafer gibi göstermesi yanıltıcıdır.
Tersine, halkımıza vatanın da, ekmeğin de elden gitmekte olduğunu göstermek gerekir. Biz devrimcilere düşen görev bu olmalıdır.