Ne var bu ABD’de? (Bir köşe yazısı üzerine “Türkiye’yi kim yönetir?” sorusuna cevap)
Mustafa Şahbaz
Önce sözünü edeceğimiz köşe yazısından bir pasaj aktaralım:
“Kuruluşunda yoktu.
“Birdenbire çıktı ortaya ve çektiği videolar, katıldığı televizyon programlarında ya da parti toplantılarında Türkiye ekonomisine dair yaptığı açıklamalar ile kamuoyunun dikkatini çekmeyi başardı.
“Peki çok kısa zamanda yıldızı parlayan İYİ Parti’nin ekonomi kurmayı Prof. Dr. Bilge Yılmaz kimdir?
“Aslında bizden biri.
“Matematik öğretmeni baba ile güzel sanatlar öğretmeni bir annenin 3 çocuğundan ortancası.
“1968 Balıkesir doğumlu ama kökleri baba tarafından Kafkasya’ya anne tarafından Trakya’ya dayanıyor.
“Ailenin memuriyeti dolayısıyla epeyce bir il dolaşılmış.
“Ankara’da başladığı eğitimine İstanbul’da devam etmiş Bilge Yılmaz.
“Aslında elektrik/elektronik mühendisi ama Boğaziçi’nde bu bölümü bitirdikten sonra tesadüfler, tavsiyeler neticesinde bir şekilde yolu ekonomi ile kesişmiş.
“Uzmanlaşmak için de ABD’nin yolunu tutmuş.
“Çok iyi üniversitelerde master ve doktora yaptıktan sonra da hayatı orada şekillenmiş.
“Hâlâ bir tarafı orada.
“Sık sık gidip geliyor.
“Çünkü kendisi gibi Boğaziçi mezunu olan eşi ve 2 oğlu da Amerika’da yaşıyor.
“Bu arada akademisyenliğe de devam ediyor.
“Bir de kurumsal finansman ve varlık yönetimi alanlarında uzmanlık sağlayan bir danışmanlık firmasının kurucu ortağı.” (https://www.haberturk.com/yazarlar/sevilay-yilman-2383/3540526-bilge-yilmaz-bu-masa-asla-dagilmaz)
Ne diyor Habertürk yazarı Sevilay Yılman, Prof. Dr. Bilge Yılmaz hakkında?
“Aslında bizden biri.”
Hangi özellikleri onu “bizden biri” yapıyor acaba?
Mesela;
“Uzmanlaşmak için de ABD’nin yolunu tutmuş.”, olması mı,
“Çok iyi üniversitelerde master ve doktora yaptıktan sonra da hayatı orada [yani ABD’de – M. Şahbaz] şekillenmiş.” Olması mı?
Ya da;
“Hâlâ bir tarafı orada.”, olduğu için mi,
“Sık sık gidip geliyor.”. olduğu için olabilir mi?
Ya da;
“Çünkü kendisi gibi Boğaziçi mezunu olan eşi ve 2 oğlu da Amerika’da yaşıyor.”, oldukları için mi “bizden biri” oluyor Prof. Dr. Bilge Yılmaz?
Demek ki, bir kişi bu özellikleri taşıyorsa; “Aslında bizden biri”, oluyor, öyle mi?
Pekiyi o zaman “biz” kim oluyoruz? Yani “biz” birinci çoğul şahıs zamiriyle (adılıyla), kimi kastediyor olabilir Sevilay Yılman?
Herhalde 85 milyona ulaşmış Türkiye Nüfusunun içinde sayısı birkaç onu ya da birkaç yüzü, geçmeyecek, sözü edilen özellikleri bir aşağı bir yukarı taşıyan insanları temsil ediyor bu “biz” zamiri. E, o zaman nasıl “bizden biri” oluyor?
Geçelim…
Amerikagörmüşler-Kurtarıcılar(!)
Eskilerin kullandığı bir terim vardır; “Umurgörmüş”, diye. Bu terimin Türk Dil Kurumuna göre anlamı şudur:
- Önemli görevlerde bulunmuş (kimse).
- Görgülü, olgun (kimse).
- Deneyimi çok olan.
Prof. Dr. Bilge Yılmaz gibi kişiler için ise söylenecek söz: “Amerikagörmüş” olabilir.
Anlamı ise şöyle açıklanabilir:
- Amerika’da yetişmiş, Türkiye’de Amerikan çıkarları için “önemli görevlerde bulun”acak (kimse)
- ABD’ye hizmet etmek konusunda “görgülü, hatta yeminli, olgun (kimse)”
- ABD’ye hizmet konusunda “deneyimi çok olan”, Prof’luk düzeyine kadar yükselmiş kişi.
İyi Parti’nin ekonomik programını, bu eşi menendi bulunmaz, eşi ve iki çocuğuyla birlikte Amerika’da mukim (yerleşik) ve “hâlâ bir tarafı orada” olan ve (Sevilay Yılman’ın yazısında belirtilmemiş olmakla birlikte), büyük ihtimalle ABD vatandaşı olan zatı muhterem belirleyecek.
Programında NATO’ya bağlılık yeminini belirten İyi Parti’de durum budur.
Diğer yanda CHP’de durum nedir?
Tırhallı bir hallıdırlar. Yani Osmanlı Bankası’nın reklamındaki gibi; “yok aslında birbirlerinden farkları”.
“ABD ve Londra temaslarının ardından Türkiye’ye çağ atlatacak projelerin hazırlandığını ve bunun için temiz finansmanın sağlanacağını duyuran CHP’de ‘3 Aralık’ açıklamalarının ayrıntıları netleşmeye başladı. Kılıçdaroğlu’nun TÜİK’in kapısına gittiği tarihin yıldönümünde gerçekleştirilecek açıklamada, kalkınma ve teknolojiye ilişkin hedefler sıralanacak.
“Edinilen bilgiye göre, TCMB Eski Başekonomisti Hakan Kara ile ekonomistler Refet Gürkaynak ve Daron Acemoğlu’nun da katkı sunduğu çalışmada, CHP’nin ekonomi alanında uzman olan isimleri de yer aldı. Bu isimler arasında Bilim, Yönetim ve Kültür Platformundan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Fethi Açıkel, Enerji Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Akın ve Bilgi ve İletişim Teknolojilerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Onursal Adıgüzel’in de bulunduğu kaydedildi.” (https://www.birgun.net/haber/vizyon-belgesinde-turkiye-nin-merkez-ulke-olmasi-hedefte-411226)
Önce kimdir bu Doran Acemoğlu onu görelim:
“1967 yılında İstanbul’da doğdu. Ermeni kökenlidir. İlköğrenimini İstanbul Kadıköy’deki Aramyan Uncuyan Ermeni İlkokulunda tamamladıktan sonra 1986’da Galatasaray Lisesinden mezun oldu.
“Lisans derecesini İngiltere’nin York Üniversitesi’nde Matematiksel Ekonomi ve Ekonometri Bölümü’nde (1989) tamamladıktan sonra yüksek lisans (1990) ve doktora (1992) derecelerini ise Londra Ekonomi Okulundan aldı. 1992-1993 yılları arasında Londra Ekonomi Okulu’nda ders verdi. 1993’ten itibaren akademik kariyerini ABD’de Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) sürdürdü. 2000 yılında profesör unvanını aldı.
“Utrecht, Bilkent, Bath, Boğaziçi ve Atina üniversiteleri ile Paris’teki École Normale Supérieure tarafından fahri doktor unvanıyla ödüllendirilen. Acemoğlu’na 2019 yılında MIT tarafından ‘Enstitü Profesörü’, 2021 yılında İngiliz Akademisi tarafından Onur Üyesi unvanı verilmiştir.
“Acemoğlu, Review of Economics and Statistics ve Journal of Economic Growth dergilerinin yardımcı editörlüğünü yürütmektedir. Bilim Akademisi üyesidir.
“Acemoğlu, oyun ve optimizasyon teorisi üzerine yaptığı araştırmalarıyla tanınan Asuman Özdağlar ile evlidir ve çiftin iki erkek çocuğu vardır.
“Vatandaşlık: Türkiye, ABD” (Vikipedi)
Pekiyi bu şahısların ABD vatandaşı olmalarının bir önemi var mı?
ABD’nin NATO üyesi Türkiye üzerinde Para (Dolar)-Casus (CIA)-Ordu (Pentagon) aracılığıyla kurduğu tahakkümü, Türkiye’deki askeri üslerini, Türk Ordusu’nun NATO Ordusu olduğunu, dolayısıyla ABD Ordusu’nun bir uzantısı gibi işlev gördüğünü, hiyerarşik olarak ABD Genelkurmay Başkanlığına bağlı olduğunu; bu bağımlılıkların ekonomi alanındaki etkilerini bir kenara bırakalım. Türkiye ekonomisini emanet etmek istedikleri bu kişiler, her şeyden önce, ABD vatandaşı olabilmek için şu aşağıdaki yemini etmişlerdir. Çünkü ABD vatandaşı olmak için bu yeminin edilmesi zorunludur:
“Vatandaşlık yemini
“Burada önünüzde, şimdiye kadar tabiyetinde bulunduğum her türlü devlet tabiyeti ve egemenliğini reddettiğimi; Bundan böyle, ABD Anayasasını ve yasalarını iç ve dış bütün düşmanlara karşı savunacağıma; ABD’ye bağlılık ve sadakat göstereceğime; Kanunun gerektiği durumlarda ABD için silah taşıyacağıma; Kanunun gerektirdiği hallerde ABD ordusunda hizmet vereceğime; Kanunun gerektirdiği durumda sivil yönetim altında ulusal önemi olan işlerde çalışacağıma ve bu yükümlülükleri özgür bir şekilde akıl sağlığım yerinde ve samimi olarak üstlendiğime yemin ederim.
“Tanrı yardımcım olsun…”
Yeminin tamamı bir kenara, başlangıç cümlesi yeterince açıktır: “Burada önünüzde, şimdiye kadar tabiyetinde bulunduğum her türlü devlet tabiyeti ve egemenliğini reddettiğimi”, diyerek yemine başlamak zorundasınız. Yani kendi vatanınızdan kesin bir kopuşu kabullenmekle başlıyorsunuz yemine. Hemen bu cümlenin devamında ise; “Bundan böyle, ABD Anayasasını ve yasalarını iç ve dış bütün düşmanlara karşı savunacağıma; ABD’ye bağlılık ve sadakat göstereceğime”, dedirtiliyor. Yani artık geldiğin ülkeye değil, ABD’ye “sadakat gösterece”ksin ve ABD’yi: “iç ve dış bütün düşmanlara (Bu düşman Türkiye olsa bile – M. Şahbaz) karşı savunacağı”nı yüksek sesle haykıracaksın. Ancak bu yemini ederek ve gereğini yerine getirerek ABD vatandaşı olmuş bu kişilerden, Türkiye ekonomisini düzlüğe çıkarmaları ve Türkiye’yi emperyalistlerle rekabet edecek güce ulaştırmaları isteniyor, bizim aslan muhalefetimiz tarafından. Kemal Sunal’ın Şaban’lı filmlerinde bile bu kadar Şabanlık bulamazsınız.
Bizim bu çifte vatanlı kişilere ilişkin bilgileri derlediğimiz gün, bir bomba haber daha yer aldı medyada:
“CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun 3 Aralık’ta yapacağı vizyon toplantısının içeriği belli oldu. Kılıçdaroğlu, 2 yıl önce ilan ettiği, İkinci Yüzyıla Çağrı Manifestosu kapsamında Türkiye için yeni bir yol haritası açıklayacak.
“Bu çerçevede, endüstri 4.0 dönüşümünden güncel para politikalarına, istikrarlı büyüme modellerinden kalıcı istihdam önermelerine kadar çok sayıda somut adım ve proje ilan edilecek.
“Bu çerçevede, 70 kişilik akademisyenden oluşan, İkinci Yüzyıla Çağrı Grubu oluşturuldu. Grubun başına eski Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in de aralarında bulunduğu, dünya liderlerine danışmanlık yapan Jeremy Rifkin atandı. 1995’ten bu yana, Wharton School’da ders veren Rifkin, üçüncü endüstriyel devrimin de fikir babası. Rifkin aynı zamanda, CHP liderinin başdanışmanlığına getirildi.” (https://halktv.com.tr/gundem/ucuncu-sanayi-devriminin-fikir-babasi-kilicdaroglunun-basdanismani-705405h)
Demek ki ekonomi danışmanlarının ABD vatandaşı olmuş Türklerden oluşması kesmemiş K. Kılıçdaroğlu’nu. Damardan Amerikalı Jeremy Rifkin’i Başdanışman olarak atamış. Bu Jeremy Rifkin yakın zamana kadar Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in de danışmanıymış. İşte danışmanların da başı olan bu Yankee Türkiye ekonomisinin düze çıkmasında, hatta emperyalist metropollerle rekabet etmesinde esas oğlan olacak.
Ve 3 Aralık günü bu 70 kişilik akademisyenlerden bir kısmı kamuoyuna hitap etti, İstanbul Lütfi Kırdar Konferans Salonu’ndan. K. Kılıçdaroğlu da bu zevat hakkında “Beyin Takımı” kurduk dedi.
İnsan ister istemez yakın denebilecek geçmişi hatırlıyor. 12 Mart 1971’de Ordu Fosilleri, önce 9 Mart’ta Ordu Gençliği’nden gelecek ilerici bir hamleyi önlediler; sonra da yeni bir girişimin önüne geçmek için bir Muhtıra verdiler: Meşhur 12 Mart Muhtırası. Demirel anında şapkasını alıp çekildi. Ardından Asker ve Sivil Gençliğin gazını almak için önce Nihat Erim, CHP’den istifa ettirilerek “Bağımsız” milletvekili yapıldı. Sonra da N. Erim partilerüstü “Reform Hükümeti”ni kurdu. Bu hükümette de bir “Beyin Takımı” vardı. Bu takımın baş çekeni ise kendisine başbakan yardımcılığı verilen ve ekonomiden sorumlu, ABD’den, Dünya Bankası’ndan transfer Atilla Karaosmanoğlu’ydu.
Turgut Özal’ın Prensleri
Daha yakın bir tarihte, hatırlardadır, Turgut Özal’ın yine ABD’den transfer ettiği “Prensleri” vardı. Zaten kendisi de; “1971 yılından 1973 yılına kadar Dünya Bankası Sanayi Dairesinde danışman olarak çalış”mış yani ABD ve dünya Finans-Kapitalistleri tarafından uşaklığı tescillenmiş bir kişiydi. Ayrıca yurda döndükten sonra Sabancı Holding’in CEO’luğunu yaparak yerli Finans-Kapitalistlerimizce de makbul eleman kategorisine girmişti. Kendisi gibi 1979-1984 yılları arasında Dünya Bankası’nda çalışarak yerli-yabancı Parababaları tarafından takdis edilmiş olan kardeşi Yusuf Bozkurt Özal’ı da bir prensi olarak istihdam etti. Önce 1984 yılında Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) Müsteşarlığına atadı; sonra da 1987-1989 yılları arasında Devlet Bakanlığına. Bu hazret, o yıllarda Türkiye’de 1 liranın altında bir fiyatla satılan domatesin, tıpkı Avrupa Birliği ülkelerindeki gibi (sanki o ülkelerle ücretlerimiz eşitmiş gibi) 3 liraya satılması gerektiğini, halkımızın buna alışması gerektiğini söyleyebilecek kadar halk düşmanıydı. O da Amerikagörmüşlüğünün yanı sıra İngilteregörmüşlerdendi:
“1957 yılında PTT bursuyla Birleşik Krallık’a gitti. Liverpool Üniversitesi’nde elektronik ve telekomünikasyon dalında mühendislik eğitimi, Londra Üniversitesi’nde doktora yaptı.” (Vikipedi)
- Özal’ın “Prens”lerinden yalnızca birinin, Engin Civan’ın, yalnızca bir marifetini teşhir etmek pek ibret verici olacaktır:
“Civangate
“Civangate Skandalı, 19 Eylül 1994 tarihinde Emlak Bankası eski Genel Müdürü Engin Civan’ın vurulmasıyla birlikte ortaya çıkan ve Türkiye’nin gündemini uzun süre meşgul eden skandaldır.
“Olay
“İddiaya göre müteahhit Selim Edes, o dönem Emlak Bankası’nın Genel Müdürlüğünü yapan Engin Civan’a 3,5 milyon dolar civarında bir rüşvet vermiş fakat parasını geri alamamıştır. Bunun üzerine müteahhit Selim Edes, kabadayı Dündar Kılıç ve o dönem Kılıç’ın damadı olan Alaattin Çakıcı’ya gidip, alacağını tahsil etmeleri için ricada bulunmuştur.
“19 Eylül 1994 tarihinde, saat 20:45’te Engin Civan’ın otomobili Alaattin Çakıcı’nın adamı olduğu düşünülen Davut Yıldız tarafından kurşunlanmıştır. Olayın ardından Engin Civan, hastaneye kaldırılmıştır.
“Olay sonrası, bu saldırının basit bir olay olmadığı ortaya çıkmış, soruşturmanın giderek genişlemesi neticesinde Özal ailesinin de olaya müdahil olduğu anlaşılmıştır.
“Dündar Kılıç, verdiği savcılık ifadesinde; kendisinin olay öncesinde Edes ile Civan arasında aracılık yapmasını isteyen hatırlı kişinin eski devlet adamlarından Turgut Özal’ın eşi Semra Özal olduğunu açıklamıştır. Mahkeme, Semra Özal’ın tanıklığını sonuca etki etmeyeceği gerekçesiyle kabul etmemiştir. (Günümüz olaylarında Tayyipgiller hakkındaki kararlarla nasıl da benzeşiyor… – M. Şahbaz)
“Skandalın baş aktörü Engin Civan, 4 Ekim 1994 tarihinde çıkarıldığı mahkemece 7,5 yıl hapis ve 625 milyar lira para cezasına çarptırılarak tutuklanıp hapse gönderilmiştir (İşin bu kısmı Tayyipgiller’le hiç uyuşmuyor. Demek ki beterin de beteri varmış. – M. Şahbaz), cezasını çektikten sonra Türkiye’ye dönmemek üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne yerleşmiştir. (İşin bu son kısmı Tayyipgiller’in sonuna işaret ediyor. Ama yolsuzluklar o kadar ayyuka çıktı ki –bu arada Ayyuk, göğün en yüksek yeri demektir- ömürleri cezalarını çekmeye yeter mi bilinmez. – M. Şahbaz)
“Selim Edes, 1 yıl 8 ay hapis ve 111,1 milyar lira para cezasına çarptırılmış olup, Civan’ın otomobiline saldıran Davut Yıldız ise 7 yıl 3 ay hapis cezası alarak çıkarıldıkları mahkemece tutuklanmışlardır.” (Vikipedi)
İşte Türkiye’yi düzlüğe çıkacak denilen yerli-yabancı Parababalarının kadrolarının encamı budur. Türkiye ekonomisinin encamı ise halk için felaket olmuştur. 24 Ocak Kararları ve devamını oluşturan; “Kemer sıkma politikaları” adı verilen kararlarla halkın kemeri (boğazı) sıkıldıkça sıkılmıştır.
Kemal Derviş kimi kurtardı?
Daha yakın tarihte DSP-ANAP-MHP Koalisyonu zamanında yine ekonomi çıkmaza girince Türkiye’ye kurtarıcı olarak davet edilen Kemal Derviş, Dünya Bankası’ndaki görevini bırakarak Türkiye’ye gelmişti. Kemal Derviş’in uyguladığı politikalar da IMF’nin buyrukları doğrultusunda ve yerli-yabancı Parababalarının çıkarları esas alınarak uygulanmış ve halklarımızın kemerleri (boğazları) sıkılarak uygulanmıştı.
Özetçe:
Kemal Kılıçdaroğlu’nun da, Meral Akşener’in de bu transferleri, devşirdikleri bu kadrolar, halklarımıza umut olamaz. Bu durum onların kişisel niyetlerinden bağımsız bir gerçekliktir. Çünkü bu uzmanların bütün uzmanlıkları Finans-Kapitalin (Emperyalizmin) kuralları çerçevesinde belirlenmiştir. Yani bütün reçeteleri, Finans-Kapitalin çıkarlarına dokunmadan hatta Finans-Kapitalistlerin kârlarını arttırarak ekonomiyi nasıl yürütebilecekleri üzerinedir. Doğal olarak bu politikalar halklara bir çıkış yolu sunmaz. T. Özal’ın 24 Ocak Kararları gibi, Kemal Derviş’in “15 Günde 15 Yasa” gibi ekonomik politikalar, halka zulüm, Parababaları için ise vurgun politikalarıdır. Çünkü bizim gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde emperyalistlerin ve onların iktidar ortağı yerli Finans-Kapitalistler ile Tefeci-Bezirgânlar, toplumsal olarak ortadan kaldırılmadan demokratik bir düzen kurulamaz, halklar gerçek bir refaha ulaşamaz.
Tüm Burjuva Partilerinin Kâbe’si Beyaz Saray’dır
- Kılıçdaroğlu’nun ABD ziyaretinin ve Sevilay Yılman’ın köşe yazısından öğrendiğimize göre, Meral Akşener’in yapacağı ABD ziyaretinin ve bu uzman transferlerinin de tek bir mesajı vardır: “Ey Baba, ey ABD bizi gör. Biz de sana hizmete amadeyiz. Ağzımıza tükür ki iktidar olalım.”
Zamanında Necmettin Erbakan da, Tayyip Erdoğan da aynı şekilde ABD’yi ziyaret etmiş, Beyaz Saray Denen Kâbe’ye yüz sürmüş ve iktidar olmuşlardı.
E, şimdiki “muhalefet”in (Kemal Sunal’ın canlandırdığı Kibar Feyzo repliğiyle söylersek) onlardan; “nesi eskik?”
Bakın İyi Parti’nin ekonomi başdanışmanı Bilge Yılmaz bu gerçekliği “cesaret arz eder”ce nasıl anlatıyor:
“Ben de; ‘Kemal Bey’in ziyaretlerine iktidar cephesinden ‘icazet almaya’ gitti yorumları yapıldı. Aynı yorumların İYİ Parti için yapılmasından endişe duymuyor musunuz?’ sorusunu yönelttim.
“Bunun üzerine şöyle bir yorum yaptı Bilge Yılmaz;
“Ne münasebet! Elbette ki gidilecek yurt dışına… Gidilmek zorunda! Hangi parti olursa olsun… Muhalefetteki tüm partilerin yurt dışına gidip ne istediklerini, neyi planladıklarını ve nasıl yapacaklarını anlatması siyaseten en doğru tavırdır. Sonuçta Türkiye ‘Muz Cumhuriyeti’ değil! Ülkenin iktidarını yönetmeye aday iseniz, bunu dünyaya anlatmak, tanıtmak zorundasınız! AK Parti de benzer yöntemi izlememiş miydi? Onlar da 2002’de iktidara gelmeden önce hem Amerika’ya hem Avrupa ülkelerine gidip nasıl bir iktidar hedeflediklerini, kendilerinin kim olduklarını, ne düşündüklerini, nasıl bir Türkiye hayal ettiklerini anlatmadılar mı? Bugün bu yöntemi muhalefetin izlemesi neden anormal karşılanıyor? Amerika ya da Avrupa ya da diğer başka ülkeler neden tanımasın, bilmesin kimlerin Türkiye’nin idaresini yönetmeye aday olduğunu? O nedenle CHP Genel Başkanı’nın ziyaretlerine farklı anlamlar yüklemek hem şık değil hem de iyi niyetli. Kemal Bey son derece doğru bir adım attı. Ama ben olsaydım o adımlardan verim elde edecek bir altyapı oluşturur öyle giderdim. Tabiî her yiğidin yoğurt yiyişi başka ama iktidar değiştiğinde Türkiye’ye yatırım yapacak insanlara teknik bir sunum yapılmalı. Biz daha kapsamlı ve daha güçlü görüşmeler planlıyoruz. Daha teknik ve daha matematiksel sunumlar yapacağız…”
“Araya girip; ‘Mesela Biden ile Akşener’in görüşmesi gibi bir plan var mı?’ dedim.
“‘Henüz öyle bir netlik yok ama olursa da neden olmasın? Biden ve ABD’nin yönetimi neden Türkiye’nin yeni yönetimine aday olan bir siyasi parti ve lideriyle tanışmasın?’ yanıtını verdi.” (Sevilay Yılman, agy.)
Adam daha ne desin?..
Ne iktidardaki AKP ve MHP’nin ne de Meclisteki “muhalefet” partilerinin hiçbiri, Finans-Kapital + Tefeci-Bezirgân düzenine karşı değil. Muhalif geçinenlerin hiçbirinin bırakalım sosyalist bir programı, burjuva demokratik bir programı yoktur. Düzen içi, Nurullah Ankut Efe Yoldaş’ın deyimiyle, “çevrimiçi” bir muhalefet yürütüyorlar; iktidar olurlarsa eğer yine “çevrimiçi” iktidarcılık oynayacaklardır.
Bütün çırpınmaları, ABD’nin bu hizmete hazır oluşlarını bütün çıplaklığıyla, ikirciğe yer bırakmayacak biçimde görmesi ve onları iktidara taşıyacak tahtırevanı altlarına sürmesi içindir.
“Bağımsızlık benim karakterimdir.”, diyerek bağımsız bir Cumhuriyet kurmuş, tüm dünya mazlum halklarına örnek olmuş Mustafa Kemal’in ülkesi bu hallere mi düşürülmeliydi?..
Ama Vatan ve Millet, Özgürlük ve Bağımsızlık gibi kavramları tanımayan; Ulusal Onur, Millet Sevgisi, Halk Sevgisi diye bir şey taşımayan Modern Parababaları (Finans-Kapitalistler) ve Antika Parababaları (Tefeci-Bezirgânlar) için çıkar sağlamak, kârına kâr katmak, küp doldurmak her şeyden önce gelir. Bu amaca ulaşmak için her yol mubahtır onlar için.
İşte Celal Bayar-Adnan Menderes eliyle bu hallere nasıl düşürüldüğümüzü şu kısa ama bir o kadar da özlü anlatıda görelim:
Nurullah Ankut Efe’nin “Türk Ordusu’na Açık Mektup” adlı eserinden:
“Birinci Milli Kurtuluşun İkinci Adamı-iki numaralı Komutanı İsmet İnönü de 1964 yılında, üst düzey bir toplantıda devletin başta ABD olmak üzere Batılı büyük emperyalist devletlerce 1945 sonrasında ele geçirilmiş olduğunu şöyle acı acı anlatır:
“Daha bağımsız, kişilikli dış politika izlenmesini istiyorsunuz. Herkes aynı şeyden bahsediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar etraflı çalışmalarını yapacaklar, tekliflerini hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu?.. Hepsinin etrafında uzman denen yabancılar dolu, muvaffak olamazlarsa, işi sürüncemede bıraktırmaya çalışıyorlar. O da olmasa karşı tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum. Neticesi bana gelmeden Washington’a gidiyor. Sonucu memurumdan önce sefirden öğreniyorum. Böyle mi teslim ettik biz devleti. Bana şimdiye kadar bunlar tarafından hazırlanmış derdimize deva tek rapor gösteremediler. Hepsi yasak savma kabilinden şeyler. Ne yapıyorsak, kendi elemanlarımızla yapıyoruz. Peki, bu binlerce adam (avara kasnak) gibi mi dolaşıyorlar, elbette kendileri için önemli marifetleri var. İstiklal Harbi’nden sonra sulh anlaşmasında esas mücadele bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa, hudutlar fiili bir durum idi. Tazminat işini iki devlet aramızda hallederdik. Bütün mücadele idaremize tasallut yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük tavizlerde bulunmaya hazırdılar.
“Dayattık. Biz onların ne için ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar bizim niçin inatla reddettiğimizi biliyorlardı. Böyledir bu işler. Peygamber edası ile size dünyaları vaadederler, imzayı attınız mı ertesi günü gelmişlerdir. Ondan sonra sökebilirsen sök… Gitmezler. Ancak bu meselenin üstüne vakit geçirmeden eğilmek lâzım. Yoksa, ne bağımsız dış politika, ne bağımsız iç politika güdemez, havanda su döversiniz. Fakat zannetmeyin ki kolay bir iştir. Savuşturulan iki üç badire (22 Şubat ve 21 Mayıs olayları/notumuz) bunun yanında hiç kalır. Teşebbüs ettiğimizde başınıza neler geleceğini kestiremem.” (Aktaran: Emin Değer, CIA Kontrgerilla ve Türkiye, s. 98-99)
İnönü, Devletin tüm üst kademe kadroları için; “Hepsinin etrafında uzman denen yabancılar dolu”, diyor. Günümüzde ise bu durum fersah fersah aşılmıştır:
– İktidardaki AKP denen mafyatik suç örgütünü, İsrail ve İngiltere ile birlikte devşirip iktidar yapan ABD’dir.
– Diğer yanda ise ABD’ye; “Senin onaylayacağın uzmanları ben başdanışman yapayım, böylece senin çıkarlarına halel gelmeyeceğinin güvencesini vereyim; sen de beni iktidar koltuğuna taşıyıver”, diyen bir “Muhalefet” var ülkemizde.
Bu rezilliğin bayraktarlığını da; “Ya istiklal! Ya ölüm!”, diyerek bağımsız bir Cumhuriyet kuran M. Kemal’in kurucusu olduğu CHP yapıyor. (Tabiî M. Kemal’in CHP’si yok artık. Onun yerine Sorosdaroğlu’nun Yeni CHP’si var.)
Bu sömürü çarkını kırmak, halklarımızı yalnızca politik kurtuluşa değil, onunla birlikte toplumsal kurtuluşa (sömürüsüz bir düzene) kavuşturmak, halklarımızı İşçi Sınıfı öncülüğünde örgütleyerek Demokratik Halk İktidarını kurmakla mümkündür.
Sözümüzü, Dünyanın ve Türkiye’nin içine düşürüldüğü durumun tespitini yapan ve çıkış yolunu veciz bir şekilde dile getiren Hikmet Kıvılcımlı’yla bitirelim:
“Bin sekiz yüz yılından beri, Türkiye’yi Türkiye idare etmiyor. Yalnız Türkiye mi? Hiçbir milleti kendisi idare etmiyor. Her milleti yaratan “Kapitalizm” güdüyor. Kapitalizm denilen ejderhanın dizginleri, 19. Yüzyıl’da İngiliz’in elindeydi. 20. Yüzyıl’da Amerikan eline geçti. “Kapitalizme canını, malını, ırzını, namusunu teslim eden hiçbir ülkeyi kendi içinden, başına buyruk hiç kimse yönetemez. O, “Batı Uygarlığı” idi, “Özel Teşebbüs” idi, “Kamu Yararı” idi. “Sosyal Devletçilik” idi, “Bağımsızlık”tı, “Özgürlük-Özerklik”ti, “Kişiliklik-Pişiklik”ti. Hepsi, Finans-Kapital sofrasında meze. Daha som gerçek ortada. Bugün hiçbir kapitalist ülke, Uluslararası Finans-Kapitalin ağababası Amerikan (Para-Casus-Ordu) üçüzü dışında gık diyemez.
“Siz bir kapitalist ülkeyi falan yaldızlı başbuğ yahut kılına dokunulamaz Meclis mi yeder sanırsınız?
“Aldanırsınız.
“İnsanlığın önünde iki rahmetten biri var: Ya bile bilesiye, tüm bilinçli, kıyasıya, öldüresiye ve ölesiye Milli Kurtuluş Savaşı göze alınır yahut sömürüye, sömürülesiye, çürüyesiye, geberesiye kullaşılır, köleleşilir.
“(…) Ya Kurtuluş Savaşı ya da en soysuzca Köleleşmenin Mezar Taşı.” (Hikmet Kıvılcımlı, Kendimize Gelelim, ya Birleşmek ya Ölüm!, Türk Solu, 25 Şubat 1969, Sayı: 67)