Tayyiban’ın Vakıf Soygunu
Hüseyin Ali
Vakıf sözü, Türk Dil Kurumunun Türkçe Sözlük’ünde şöyle tanımlanıyor:
“1. isim Bir hizmetin gelecekte de yapılması için belli şartlarla ve resmî bir yolla ayrılarak bir topluluk veya bir kimse tarafından bırakılan mülk, para.
- isim Bir topluluk veya bir kimse tarafından bırakılan mülk ve paranın idare edildiği yer.
- isim Birçok kişi tarafından kurulan ve toplum yararına çalışmayı ilke edinen kuruluş.”
Aslında bu tanımların hiçbirisi gerçek vakıf sözünün anlamını tam veremiyor. Çünkü her tanımlama bir sınırlama getirir.
Türkçemizdeki “vakıf” sözü, Arapça “vakf” sözünden gelir. Vakf, Arapçada “durmak, durdurmak, hapsetmek, alıkoymak” gibi anlamlara sahip…
Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında 1868-1876 yılları arasında Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’yi (kısaca Mecelle, İslami hukuk kuralları kodeksi) hazırlayan komisyonda yer alan Ömer Hilmi Efendi’nin tanımıyla vakıf; “Menfaati ibadullaha ait olur veçhile bir aynı, Cenabı Allah’ın mülkü hükmünde olmak üzere temlik ve temellükten mahbus ve memnu kılmaktır”, şeklinde tanımlanıyor. Buna göre, vakıf mülkünün mülkiyeti Allah’ın, yararı veya geliri ise toplumundur ve bu mülk kişi mülkü edinilemez, alınıp satılamaz. Toplum yararı esastır.” (Adnan Ertem, Osmanlı’dan Günümüze Vakıflar, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/254341)
Bu topraklarda vakıf uygulamasının kökeni Hititlere kadar uzansa da, bildiğimiz uygulama İslamiyet sonrası Türklere has bir uygulama olarak değerlendirilir. Selçuklu’da da, Osmanlı’da da güçlü bir vakıf sistemi vardır.
Vakıf kavramı toplum çıkarını esas almakla birlikte, ülkemizde vakıflar egemen sınıf için bir sömürü aracı olarak kullanılagelmiştir.
Osmanlı’da başlıca üretim aracı olan toprak başlangıçta tüm Müslümanların ortak malıdır (Mirî Arazi veya Mirî Toprak). “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” durumundaki Padişah ise kamu malının kişi mülkü edinilmesini önlemekle yükümlü olup, bu konuda hemen her şey iki dudağının arasında olan kişidir.
Buna rağmen, Osmanlı’da kamu arazileri, binlerce yıldan beri bu topraklara kök salmış Tefeci-Bezirgân Sınıfı tarafından zaman içinde, kerte kerte kişi mülkü haline getirilir. Toplum topraklarının iç edilmesinde vakıflar da önemli rol oynar. Başka bir deyişle birer “hayır” kurumu olan vakıflar bir sömürü aracı haline gelir.
Ekonomide çok da önemli yeri olan bir uygulamadır vakıf uygulaması. Örneğin, 19’uncu Yüzyıl’da Osmanlı topraklarının üçte biri vakıf mülkü haline gelir. Böylesine büyüktür vakıflar üzerinden sömürü…
Peki, neden vakıf mülkü böylesine sömürü aracı olarak kullanılıyor?
Çünkü mülk Allah’ın ve gözeteni de “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” Padişah olunca, kişi mülkü her an elden gidebilir. Ama vakıf mülkiyeti; adı üzerinde kalıcıdır, dokunulmazdır.
Kıvılcımlı, “Osmanlı Tarihinin Maddesi” adlı eserinde bu konu üzerinde uzun uzadıya, örnekler de vererek durur. Bir pasajı aktaralım:
“Kişiye “Mülk” diye verilen yerlerin ne denli iğreti bulunduğu: Vakıf eğiliminde gizlenir. Toprakta özel mülk edinen kişi, bunun çarçabuk yıkılacağını ve çocuklarına miras kalamayacağını biliyordu. İyisi mi, ölmeden Toprağı “Vakıf” yaparak dokunulmaz kılmak düşünülüyordu. Çünkü yurt Toprakları Mirî Toprak denizinde eriyordu. Mirî Toprak olmaktan: “Yalnız Şehir ve Kasabalarla, bunların civarındaki bağ ve bahçeler istisna edilirdi.”
“(…) Mirî Toprak Düzeni, Vakıf yoluyla bile Kişilere aktarılsa, çok geçmez aslına dönerdi. Kimse uzun süre, çaldığının üstüne “Özel Mülk” diye yatamazdı. Örnek: “Anadolu Kazaskeri Cinci Hasan Efendi… Şeriat ve Kanuna aykırı olarak halkın mallarına karışarak Devlet işlerini yürüten (Hasan Efendi)… Sadrazam kapısında haps buyurulup öteki değerli birçok eşyasından başka 1000 keseyi aşkın paraları Mirî yönünden zapt ve kendisi Mihalıç’a sürülüp Hak sahipleriyle ilgili durumları dahi çarçabuk görüldükten sonra, hapsine başlandığı zamandan 4’üncü ayda siyaseten katline Ferman… anılan kasabada yerine getirildi, ve ondan önce kendisine TEMLİK ettirip, zû’munca hayır işlerine VAKFeylediği köylerin ve ekinliklerin, şerefli emirle MÜLKİYET ve VAKIFLARI KALDIRILIP, eskiden oldukları üzere kimisi Timar ve Zeamet ve kimisi Mirî yanından zapt olundu.”
“Osmanlı hiyerarşisince Vezirden hemen sonra gelen, Bütün Devlet işlerini ve sırlarını Padişahla başbaşa verip yürüten, Modern Bakanlardan bin kat geniş yetkili bir adamdır, Anadolu Kazaskeri. Kamunun Mülkiyetinde olan Mirî Toprağı çalmanın bütün inceliklerini herkesten iyi biliyor. Mızrağı çuvala sokmuş: Kitabına uydurabildiğini kendisine “Temlik” ettirmiş. Kişi mülkü edemediğini “Zû’munca [kendi görüşüne göre] Hayır işi” deyip “Vakıf”a çevirmiş. Osmanlı yutmuyor. Çaldıklarının, ettiklerinin meteliğine dek hesabını 3 ay içinde gördürüyor. Ve kellesini uçuruyor.
“(…)
“Dikkat edelim. Bu olay 17’nci Yüzyıl ortasında, Osmanlı’nın katı derebeyleşme ve çökme alâmetleri çağında geçer. Anadolu Kazaskeri: Devlet hiyerarşisinde Sadrazamdan sonra ikinci sırada gelen ve bilginler sınıfından olduğu için ayrıca İlmiye dokunulmazlığı bulunan birinci derece Devlet Ulu’larındandır. Her şeyi kitabına uydurup çalmıştır. Sezildi mi, Yassıada’da güneş banyosu ile yıkanıp Kahraman yapılmak ve çaldıkları “Kutsal kişi mülkü” olduğu için yanına kâr bırakılmak yoktur.” (Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, cilt II, Derleniş Yayınları, 2010)
Demek ki, kişi soygundan yakalanırsa affı yok Osmanlı’da. En yüksek bürokrat da olsa cezalandırılır ve malına el konulur. Soygun, vakıf mülkiyeti üzerinden yapılsa bile, hem soyguna, hem soygunu yapanın yaşamına son verilir.
Ama zamanla Padişahın kendisi de bu yolsuzluğun içine dalar, çevresi kuşatılır ve vakıf soygunu alır yürür. Gene de vakıf soygunu, soygunu yapan için “daha güvenli”dir(!). Çünkü vakıf dokunulmazlığı vardır. Yolsuzluk görülse dahi, yozlaşmış düzen tarafından üzerine gidilmez, gözardı edilir. Kıvılcımlı’dan devam edelim:
“‘Temlik’: Din’le ilgisi olmaksızın, toplum topraklarını açıktan açığa şahıslara vermekti.
“Vakıf: Dinle ilgili olarak ve şahısları elden geldiği kadar bu perde ardına saklayarak toprakları toplum mülkiyetinden çıkarmaktır. Hem bu öyle bir çıkış olur ki, temlik edilen toprak, ileride pekâlâ gene çözülüm ya da müsadere gibi yollarla topluma dönebileceği halde Vakıf, ebediyen toplum kontrolünden çıkmıştır. Vakıf toprağın mülkiyeti artık ne temlikte olduğu gibi alelade şahısların ve ne de hatta Mirî’de olduğu gibi ‘Beytülmâl’ adına Padişahın emrinde değildir. Vakıf bütün mahlûkların üstünde olan Mutlak Varlık Allah’a adanmıştır. Diğer bir deyişle, Vakıf edilen toprağın ‘rakabe’si şahısların da, Beytülmâlin de elinden çıkmış, doğrudan doğruya Allah’a ait olmuştur. İşin hiç olmazsa teorisi budur. Fakat Allah’ın toprağa veya topraktan gelecek faydalara bir ihtiyacı bulunmadığına göre, Vakfın pratik hedefi, birincil olarak toprağa yeryüzünde hiç kimsecikleri karıştırmamak, ikincil olarak toprağın gelirini ‘sadaka’ adıyla kullanmaktır.” (Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, cilt III, Derleniş Yayınları, 2017)
Demek ki, vakıfların bir dokunulmazlığı vardır. Ne var ki, zaman içinde Padişahın el koyma gücü de yiter gider. Çünkü Padişah da işin içindedir artık:
“(…) Vakıf, önce Padişahın bu hudutsuz müsadere yetkisine karşı zaman ruhunca en dayanıklı zırhtır. Fakat Vakıfların daha büyük ve temelli sebebi sırf Padişahın kişisel zılgıtı değildir. Çünkü düşünürsek, esasen Padişahın kendisi bu kişisel zenginleşme çığırını ister istemez açmıştır. O, herkesten önce ve herkesten çok Mirî Malların aşırılmasında menfaatlidir. Padişah, oturduğu tahtta sıkı tutunabilmek için, kendi adamlarını toplum içinde gönüllü ve kayrılmış bir zenginliğe kavuşturmak zorundadır.” (age)
Yaşadığımız toprakların deneyimli sınıfı, Tefeci-Bezirgân Sınıfı, alttan girer, üstten çıkar, yasaları deler, kuralları ihlal eder, dini de kullanarak kamu malını kişi mülkü haline getirir.
Selçuklu’da ve Osmanlı’da olan budur.
Bugün farklı mı?
Kesinlikle hayır!
Tefeci-Bezirgân Sınıfı, bin yıllardan beri kullandığı yöntemlerle vakıfları kullanarak kamu mülkünü kişi mülkü edinmeye, kamu malını, kamu zenginliklerini aşırmaya devam ediyor.
Zaten Tayyiban = Tefeci-Bezirgân denklemi mantıken bu gerçeği göstermiyor mu?
Bugün vakıf denilince insanın midesi bulanıyor. Hele hele çocuk tecavüzleriyle de ünlü bazılarını düşününce…
(Bu arada tecavüz yerine yanlış olarak “istismar” sözü kullanılıyor ki, bu olayı hafifletmeye yönelik… Yapılan doğrudan doğruya tecavüzdür. İstismar, birinin iyi niyetini kötüye kullanmadır. Tecavüz ise kişinin namusuna saldırıdır, ırza geçmektir. AKP medyası ağır tecavüz suçunu “istismar” diyerek yumuşatma çabasında olsa gerek…)
Dinci diktatörlük, dinci vakıflara kamu mallarını ve gelirlerini peşkeş çekiyor. Desteklenen vakıflar belli: Bilal Oğlan’ın TÜRGEV ve Okçular adlı vakıfları, Ensar Vakfı, TÜGVA, Türkiye Maarif Vakfı, İlim Yayma Vakfı, İnsan Vakfı, Asitane Vakfı, Birlik Vakfı, Yeni Dünya Vakfı, Dar’ül Fünun İlahiyat Vakfı, Enderun Vakfı, Türkiye Teknoloji Takımı (T3) gibi vakıflar ve Önder İmam Hatipliler Derneği, 15 Temmuz Derneği gibi dernekler. Bunlar bilinenler… Daha nice vakıf ve derneğin Tayyiban eliyle kamu malını söğüşlediğine kuşku yok.
Tayyiban, kamu malını vakıflar yoluyla iç ederken başta belediyeleri, bakanlıkları, diğer devlet iktisadi kuruluşlarını ve şirketleri kullanıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesinden bu vakıf ve derneklere yüz milyonlarca lira hibe yapıldığı açıklandı. Mili Eğitim Bakanlığının Türkiye Maarif Vakfı’na milyarlarca lira aktardığı basında yer aldı. Başkentgaz gibi bir şirketin Kızılay üzerinden Ensar Vakfı’na milyonlarca lira aktardığı, böylece hem vergi borcundan sıyırdığı, hem de tecavüzcü Ensar’a destek verdiği öğrenildi. Daha niceleri… Ve bunlar çok büyük miktarlar!
Aslında vakıflar, kendi yağıyla kavrulan kuruluşlar olarak değerlendirilir. Bunlara devlet yardımı olmaz. Tersine belirli alanlarda devletin yürüttüğü hizmete destek olurlar. Ama bakıyoruz, mekanizma tersine işliyor. Örneğin, Milli Eğitim Bakanlığı Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğünün, Ensar Vakfı ile gizli bir protokol düzenlediği basına yansıdı (Saygı Öztürk, Sözcü Gazetesi, 9 Şubat 2020).
Neden gizlerler?
Hayırlı bir iş olsa, göğüslerini gere gere açıklamaları gerek!
Vaktiyle ağırlıklı olarak FETÖ eliyle yaptıkları dinci örgütlenmeyi şimdi bu vakıf ve derneklerle yapıyor Tayyiban. Zaten 15 Temmuz sonrasında FETÖ’nün el konulan yurtları da devlete veya Kredi Yurtlar Kurumuna aktarılmak yerine bu dinci cemaatler ve vakıflara aktarılmıştı.
Burada amaç tabiî başta kamu kaynakları ile ceplerini doldurmak ama aynı zamanda vakıflar üzerinden dinci örgütlenmeyi teşvik etmek. Malum, “dindar ve kindar nesil” peşindeler ya!..
Dindar ve kindar nesil için normal Yurtkur yurtlarını sınırlı tutarken, işte bu dinci vakıflara destek vererek, çaresiz gençlerin dinci yurtlara akmasını, dinci vakıf ve derneklerin daha fazla öğrenciyi ağlarına çekmelerini sağlıyorlar. Bugün yurt ihtiyacı olan öğrenci sayısının 4 milyon olduğu ama Yurtkur’un sadece 700 bin öğrencinin barınmasını sağlayabildiği belirtiliyor. Örneğin, Cumhuriyet Gazetesi’nin 3 Eylül 2019 tarihli haberini okuyalım:
“Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun (KYK), kamu yararına çalışan dernek ve vakıflara, 9 ay boyunca öğrenci başına yaptığı 600 liralık barınma ve beslenme yardımı ile cemaat yurtlarına her ay milyonlarca lira parasal destek sağlanıyor. Ensar Vakfı, Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (TÜRGEV), Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA) ve İlim Yayma Cemiyeti gibi vakıf ve derneklerin yurtları için aktarılan para ise yüz milyonları buldu.
“Nurculara yakınlığı ile bilinen İlim Yayma Cemiyeti, yurtlarında kalan öğrenciler için KYK’den yardım alan derneklerden biri. İlim Yayma Cemiyeti’nin Türkiye genelinde ortaöğretim ve yükseköğretim yurdu olarak hizmet veren 150’den fazla yurdu bulunuyor. Bu yurtların 20’den fazlasını ortaöğretim yurtları oluştururken, bu yurtların toplam öğrenci kapasitesi 4 bini buluyor. Yükseköğretim yurdu olarak hizmet veren yurt sayısı ise 145. Bu yurtlardan 120’yi aşkını aktif şekilde öğrenci kabul ederken, öğrenci kapasitesi 20 bini geçiyor. Aktif başvuruya kapalı yurtların kapasitesi ise 2 binden fazla. Birçok ilde yurdu bulunan İlim Yayma Cemiyeti, yurtlarının reklamını ‘devlet destekli ekonomik yurt’ sloganı ile yapıyor.
“Milyonları aşan yardım
“Barınma ve beslenme için öğrenci başına vakıf ve derneklere verilen 600 lira, İlim Yayma Cemiyeti’nin aktif şekilde öğrenci alımı yapan yurtlarının kapasitesi olan 20 bin ile hesaplandığında, sadece bu derneğe yapılan aylık desteğin 12 milyon lirayı bulduğu görülüyor. Yardım, 9 ay üzerinden hesaplandığında ise 100 milyon lirayı geçiyor. Sadece İlim Yayma Cemiyeti’ne yapılan yardım, devlet kasasından vakıf ve cemaatlere aktarılan parasal desteğin vahametini ortaya koyuyor.” (Cumhuriyet, 3 Eylül 2019)
Bu “destekler”in günümüzde çok daha arttığı ve gittikçe artacağı kesin. Çünkü basında Gençlik ve Spor Bakanlığı tarafından Resmi Gazetede yayımlanan yeni bir yönetmeliğe göre, eski yönetmelikte yer alan; “yurt işletilmesine dair Milli Eğitim Bakanlığı’ndan kurum açma izni ve çalışma ruhsatı almak, dernekler için kamu yararına çalıştığına, vakıflar için de vergi muafiyeti tanındığına dair karar”, gereği artık aranmayacak. (Cumhuriyet, 5 Eylül 2021)
Demek ki, dinci vakıf ve dernekler, kamu malını söğüşleyerek dinci örgütlenmeye daha yoğun devam edecekler.
Bu yolsuzluklar öylesine büyük ki, eski YÖK Başkanı ve bir zaman Tayyiban içinde yer alan Ziya Özcan bile; “Bizi idare edenlerin yolsuzluk yaptığını çok gördüm ama AK Parti döneminin son 10 yılda yaptıkları gibi bir yolsuzluk, hiç görmedim. Bunlar o boyuta ulaştı ki vatandaşlardan saklamak için bilgilere erişim yasakları getiriliyor. Bu mu uçan Türkiye?”, demekten kendini alamıyor. (https://www.korkusuz.com.tr/akp-donemindeki-kadar-yolsuzluk-gormedim.html)
Böylesine büyük yolsuzluğun yapılabilmesi için denetim mekanizmaları da güdükleştirilmelidir.
Bir yandan böyle görülmemiş bir yolsuzluk, diğer yandan devletin denetim mekanizmalarının etkisiz kılınması… Devletin denetim mekanizmaları susturularak yolsuzlukların önü açılıyor, din bezirgânlarının soygunlarını daha fütursuz yapmaları sağlanıyor. Şöyle:
Tayyiban, bakanlıkların teftiş kurullarını kaldırdı. Başbakanlık Teftiş Kurulunu da sözde “Başkanlık Sistemi” sayesinde yok etti. Maliye Bakanlığına bağlı çalışan, özel sektörü denetleyen Hesap Uzmanları Kurulu ile devlet kuruluşlarını denetleyen Maliye Teftiş Kurulu 2011’de kaldırıldı. Böylece müfettişlik kurumu “bir varmış, bir yokmuş”a döndürüldü.
Bunların yerine Kaçak Saray’ın emrinde, başkan ve üyeleri Tayyip tarafından seçilen Devlet Denetleme Kurulu getirildi.
Şimdi sırada Sayıştay var… Bütün bunların üstüne Sayıştay denetimi de gittikçe zayıflatılıyor. Sayıştayın başına Kaçak Saray’dan birisi, Cumhurbaşkanlığı Personel ve Prensipler Genel Müdürü Metin Yener getirildi.
Amaç açık! Aman soygun bilgileri dışarı sızmasın! Nitekim, yeni Sayıştay Başkanı’nın yetkisini aşarak Sayıştay raporlarını sansürlediği bilgisi de basına sızdı (https://odatv4.com/guncel/turkiye-gunlerdir-bunlari-konusuyor-sayistay-raporlarina-mudahale-mi-ediliyor-211742).
Tayyiban öyle bir yolsuzluk girdabına kapıldı ki, çıkabilmesi mümkün değil. Gittikçe daha çok yolsuzluğa, soyguna bulaşıyor. Duramıyor çünkü…
Soygunculardan hesap sorma günü yakındır!
Bu vakıf soygununa son vermekle kalınmayacak, dinci vakıfların tüm varlıkları kamulaştırılacaktır.