Türkiye’nin geldiği yol ayrımı: Depreme “kader” diyerek ölecek miyiz, bilimi kullanarak yaşayacak mıyız?
Mustafa Şahbaz
Söze afetin tanımıyla başlayalım:
Türk Dil Kurumu şöyle, yüzeysel bir tanım yapıyor:
“Afet: Çeşitli doğa olaylarının sebep olduğu yıkım.”
Bu tanımdan hareketle bakarsak afet, yalnızca doğa kaynaklı olaylardır, yıkımlardır. Doğal afeti de TDK şöyle tanımlıyor:
“Doğal afet: İnsan eliyle önlenemeyen sel, fırtına, deprem, dolu vb. felaketlerin her biri.”
Bu tanımdan da bakacak olursak yine afetler tamamen doğa kaynaklıdır.
Oysa bir de insan kaynaklı afetler vardır. Bunlara da beşeri ya da insancıl afetler denir. Bunlar da; Toprak erozyonu, Hava Kirliliği, Asit Yağmurları, Ozon Tabakasının Delinmesi, Su Kirliliği, Toprak Kirliliği vb. gibi insanların kendi elleriyle yarattıkları afetlerdir.
Ayrıca yine bu tanıma göre doğal afet; “insan eliyle önlenemeyen”, bir doğa olayı oluyor.
Bu tanımlamalara göre deprem de doğal bir afettir ve insan eliyle önlenemez.
Fakat yukarıdan beri aktarageldiğimiz bakış açısı, aslında eksik bir bakıştır.
Şöyle ki; deprem, sel, çığ gibi olaylar elbette doğa olaylarıdır. Bunlara afet diyebilmemiz için yıkıma sebep olmaları gerekir; can ve mal kaybına neden olmaları gerekir. Daha doğru bir söylemle deprem, bir doğa olayıdır fakat onun afet sayılabilmesi için yıkım yaratmış olması gerekir.
Peki deprem her yerde, her zaman yıkım yaratır mı? Ya da yarattığı yıkım her yerde ve her zaman afet denecek ölçülere ulaşabilir mi?
Örneğin, Japonya’da 6 ya da 7 büyüklüğünde bir deprem, bırakalım afeti, neredeyse deprem bile sayılmazken; aynı büyüklükteki bir deprem, neden İran gibi, Türkiye gibi, Pakistan, Afganistan gibi geri kalmış ülkelerde bir afete dönüşebiliyor?
Olaylarla biliyoruz ki, Japonya’da depremler artık afet denecek düzeyde yıkım yaratabilen doğa olaylarından sayılmıyor. Daha doğrusu afet düzeyinde yıkımlara neden olan bir felaket olarak gerçekleşmiyor. Demek ki bir doğa olayının afet sayılabilmesi için insancıl unsurların araya girmesi gerekiyor.
Şimdi de Kubbealtı Lugatı’ndan biraz daha açılımlı bir tanımı görelim:
“Afet: Önlenmesi elde olmayan büyük felâket, belâ, musîbet, bâdire.”
Aslında bu tanım da gene dar anlamlı, dar kapsamlı kalmaktadır. Çünkü bu tanımı depreme uyguladığımız zaman; depremi sanki önlenmesi elde olmayan büyük felaket, bela, musibet, badire olarak tanımlamamız gerekiyor. Deprem oluşu bakımından elbette engellenemez. Ama bir felakete, bir belaya, bir musibete, bir badireye dönüşmesi pekâlâ önlenebilir. Nitekim bizzat Kubbealtı Lugatı, bu tanımın hemen altında ikinci bir tanım daha yapıyor. Diyor ki:
“Afet: Sakınılması gereken, tehlikeli, insana büyük zarar verecek olan kimse veya şey.”
Demek ki afet, sakınılması gereken tehlikeli, insana büyük zarar verecek olan bir kimse veya bir şeymiş.
“Zarar verecek olan kimse”yi artık herkes biliyor:“Talimatı” olmadan hastane yangını bile söndürülemeyen Kaçak Saraylı haramzadedir.
(Tayyipgiller’in deprem sonrası ortaya çıkan, her biri önce istifayı, sonra da yargılanmayı gerektirecek skandallarına burada fazlaca girmeyeceğiz. Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı Nurullah Efe Ankut’un deprem sonrası kaleme aldığı yazılarında bu skandallar bütün ayrıntılarıyla ortaya konmuştur. O yüzden burada o skandalların ayrıntılarına girmeyeceğiz. Yalnızca yeri geldikçe değinip geçmekle yetineceğiz.)
Deprem bir doğa olayıdır.
Onun afete dönüşmesinin sebebi Parababaları düzenidir
“Zarar verecek olan şey” olarak depreme daha yakından bakacak olursak…
Deprem elbette zarar verecek bir şeydir. Ama tanımın kendinden de görüyoruz ki, bundan sakınılabilir. Türkiye’de özellikle 1999 Depremi’nden sonra güncelliğini hiç kaybetmemesi gereken konu tam da budur. Depremler olacaktır, çünkü Türkiye deprem kuşağında yer alan bir ülkedir. Ama depremin zararlarından, onun bir felakete dönüşmesinden, bir afete dönüşmesinden pekâlâ sakınılabilir. Günümüz bilimi sayesinde depremi yaratacak olan fay hatlarının, Türkçesiyle kırık çizgilerinin, nereden geçtiğini neredeyse santimine kadar biliyoruz. Yani bir depremin hangi kırık hattı üzerinde oluşacağını hatta büyüklüğünün ne kadar olacağını bilim, hesaplayıp önümüze koyabiliyor.
Geriye kalan nedir?
Şehirlerimizi, köylerimizi bu deprem kırıklarına göre konuşlandırmak. Şehirlerimizi, köylerimizi, bu fay hatlarını gözeterek sağlam zeminlerde kurarsak ve binalarımızı, yollarımızı, köprülerimizi depremin etkilerinden etkilenmeyecek şekilde, yeterli sağlamlıkta ve bilime uygun yaparsak; depremler gene olur ama bunlar birer afete, birer felakete, birer badireye dönüşmez o zaman. Depremde ya hiçbir insanımızı kaybetmeyiz ya da minimum düzeyde bir kayıpla kurtarırız, toplumumuzu, ülkemizi, insanlarımızı, hayvanlarımızı bu doğa olayının etkilerinden. O zaman deprem bir afet olmaktan çıkar. Bunları yapmaz, işi kadere terk edersek; ölen ölür, kalan sağlar bizimdir düşüncesinde olursak; sağlıklı şehirler yapmak yerine en büyük vurgun nerede diye saldırır, oralara inşaatlar, gökdelenler dikersek; sırf Parababaları daha çok kazansınlar diye fay hatlarından geçen yollar, köprüler yaparsak; hatta havaalanını fay hattına yakın inşa edersek; hatta daha beteri bu havaalanının pistini, üzerinden fay hattı geçecek şekilde yaparsak (Hatay Havaalanının olduğu gibi) doğa bizi affetmez elbette.
O zaman şu soruyu sormak gerekir, deprem mi felaket-afet yoksa depremin böylesine bir afete dönüşmesine sebep olan yöneticiler mi afet?
Cevap ortadadır. Tekrardan korkmayalım: Afetin büyüğü, bu afetlere sebep olan yöneticilerdir. Günümüzde 21 yıldır ülkeyi yöneten Tefeci-Bezirgân Sermayenin temsilcisi AKP’giller iktidarıdır, Tayyip Erdoğan’dır.
Bir doğa olayı olan deprem, afete nasıl dönüşür
1999 Gölcük Depremi öncesi halkımız, deprem uzmanlarının neler söylediğinden habersizdi, desek yanlış olmaz. Fakat o günden beri hem deprem uzmanları hem mimar mühendis odaları yöneticileri, bıkmadan usanmadan özellikle İstanbul’da gerçekleşecek olan depremin çok yıkıcı olacağını bütün belgeleriyle halkımızın gözlerinin önüne serdi. Artık sıradan bir insanımız bile depremin ne olduğunu, nasıl meydana geldiğini, binaları nasıl yıkabildiğini, insanlara nasıl zarar verebildiğini, ölümlere nasıl sebep olduğunu, bilimsel derinlikli olmasa da, akademik derinlikte olmasa da A dan Z’ye bilir hale geldi. Neler yapılması gerektiğini de biliyor herkes: Fay hatlarını göz önüne alarak şehirleşme yapmak gerekiyor mesela. Mesela binaları, uygun alanlarda ve depreme dayanıklı biçimde inşa etmek gerekiyor. Yani önce yer seçimini doğru yapmak, sonra düzgün binalar yapmak; mevcut şehirlerimizi depreme dayanaklı hale getirmek, kentsel dönüşümü sağlamak, insanları ve tabiî hayvanları depremde ölmekten kurtarıyor. Bu kadar yalın bir gerçek göz önünde dururken 21 yıldır Türkiye’yi yöneten AKP’giller ve onların Reizi, dediği dedik, söylediği kanun olan Kaçak Saraylı Hafız, rant peşinde koşmaktan başka ne İstanbul için ne de Türkiye için hiçbir şey yapmadı.
Herkes İstanbul Depremi’nin yıkıcılığından, alınması gereken önlemlerden söz ederken bakın AKP’giller’in, Reiz’i Tayyip Erdoğan neyin peşindeymiş?
“Erdoğan’ın, TOKİ Başkanı Ahmet Haluk Karabel ile yaptığı konuşmada Ataşehir’deki değerli bir arazinin BİAT İnşaat’a kendisinden habersiz satılmasına sinirleniyor.‘Bundan sonra böyle kupon yerlerin satışında önce benden onay alacaksın. Benim onayım olmadan satış yapmayacaksın.’
“İnternete düşen ses kayıtlarında Başbakan Erdoğan’dan ‘kupon (değerli) arazileri’ kendisinden habersiz sattığı için fırça yediği ileri sürülen TOKİ Başkanı Karabel görevden alındı.” (https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kupon-arazi-baskani-yakti-62363)
Halkımız der ya; “koyun can derdinde kasap et derdinde”…
Yani ne diyor hazret: “Ey TOKİ, sen bırak deprem için kentsel dönüşümü, yoksul halk için konutlar yapmayı. Benim dediğime kulak ver: Değerli arazilerin rantından ben avantamı almadan kimseye herhangi bir satış yapmayacaksın; önce ben avantamı belirleyeyim, onu tahsil edeyim; ondan sonra benim uygun göreceğim kişiye satarsın. Daha doğrusu bana en yüksek rüşveti kim verirse satışı da ona yapacaksın!”
Yukarıda aktardığımız Tayyip’in dile getirdiği sözlerinin başka bir anlamı yoktur. Nitekim bu bağlamda depremde toplanma alanı olarak belirlenmiş ve tamamı kupon arazi niteliğinde olan 493 alanın 400’ü aşkın kısmına AVM’ler, rezidanslar yapıldı. Bunların karşılığında ne rüşvetler döndüğünü anlamak için kâhin olmaya gerek yok. Ama hani meşhur sözdür; “rüşvetin belgesi olmaz”, diye. O yüzden bunların her birini bir belgeye bağlamak bugün için pek mümkün olmayabilir. Ama Partimiz HKP’nin devamlı yaptığı suç duyurusu dosyaları, bir gün bağımsız mahkemelerin huzuruna geldiğinde (ki o günler yakındır) bütün bu yolsuzluklar teker teker ortaya çıkarılıp, Kaçak Saraylı başta olmak üzere, tüm suçlulardan bu vurguların hesabı sorulacaktır.
Kupon Arazi ya da Tayyip’in deyimiyle “Kupon Yerler” ne anlama gelir? Bir de ona bakalım:
Bu yerler, şehrin en değerli arazileri anlamına geliyor; bu değerli arazilere yapılan projelere de “Butik Projeler” deniyor. Butik Proje’nin tanımı ise şudur:
Butik Proje, bünyesinde az daire bulunduran, oturanlara nitelikli ayrıntılar sunan; şehrin gürültüsünden uzak mahalle hayatını yeniden canlandırmak için tasarlanmış, kaliteli sosyal donatılar içeren, önemli lokasyonlarda yer alan, lüks özelliklere sahip, yeşil alanları fazla olan projelerdir.
Tayyipgiller İstanbul’u depreme nasıl hazırlıyor(!)
Bugünlerde televizyonlarda bir reklam dönüyor: VESEN denilen bir inşaat firmasının reklamı. Reklamda etkileyici bir kadın sesi aynen şunları söylüyor:
“Yatay mimarisiyle İstanbul’da 365 gün deniz VE SEN. Geniş yeşil alanlarıyla 40 dönüm arazide kişiye özel bahçe seçenekleriyle tamamı deniz manzaralı sadece 158 yalı dairesi. Yatay mimarisiyle güvenli bir yaşam… ÇEVRE ŞEHİRCİLİK VE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ BAKANLIĞI KURULUŞU İLLER BANKASI GÜVENCESİYLE (biz majüskülledik) VESEN yalıları Mercan Tuzla’da sizi bekliyor.”
Bu inşaat firmasının web sayfasında yalıların özellikleri, görsellerle de desteklenerek, şu başlıklarla sunuluyor:
“Eşsiz Lokasyon, Tamamı Deniz Manzaralı Yalı Daireleri, Huzurlu Bir Yaşam, VESEN Yalılarında Mutfaklar, VESEN Yalılarında Ebeveyn Süiti, Akıllı Ev, Açılıp Kapanabilen Yüzme Havuzu, Deniz Manzaralı Fitness Salonu. Sauna ve Buhar Odaları, VESEN Yalılarında Su Sporları ve Aktiviteler, Benzersiz Açık Hava Spor Alanları, Macera Temalı Çocuk Parkı, Evcil Hayvan Gezdirme Alanı.”
Yani her şey var; halkımızın derdine devadan gayrı…
Yine web sayfasında bir de şu tanıtım yazısı yer alıyor:
“Yeni Nesil Yapı Anlayışı
“VESEN, lüks konut ve lüks turizm projelerinin iş geliştirme, projelendirme ve inşaat çalışmaları alanlarında, “SEN MERKEZLİ YAPILAR” mottosuyla gayrimenkul sektörünün öncü isimlerinden biri olma hedefiyle kurulmuştur.”(https://vesen.com.tr/hakkimizda/)
“Bir VESEN alt kuruluşu olan VSN, butik yapılar üretir sloganı ve özellikle kentsel dönüşüm sürecinde kaliteli üretim talebi neticesinde ortaya çıkmış, kentsel dönüşüm kapsamına girmiş ya da girmesi planlanan binaların EN ÜST SEGMENT VE KALİTEDE (biz majüskülledik) yeniden değerlendirilmesinin yanı sıra ŞEHRİN DEĞERLİ LOKASYONLARINDA BUTİK PROJELER (biz majüskülledik) geliştirmek amacıyla kurulmuştur.”
Demek ki, kendi deyişleriyle “en üst segment ve kalitede” binalar, yalılar üreten bu firma, kentsel dönüşüm yapıyormuş(!) İşin acı tarafı bu da firmanın, kendi web sayfasında da dile getirdiği gibi, bu projelerini; “Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı kuruluşu İller Bankası güvencesiyle”, gerçekleştiriyor olmasıdır.
Peki Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı kuruluşu olan İller Banasının asli görevi nedir?
Kendilerinin internet sitesinden görelim:
“BANKANIN AMACI
“İl Özel İdareleri ve Belediyelerin;
“Finansman ihtiyacını karşılamak,
“Mahalli müşterek hizmetlere ilişkin projeler geliştirmek,
“Danışmanlık ve denetim hizmeti vermek,
“Merkezi hükümetin Mahalli idarelere her türlü kaynak transferine aracılık etmek,
“Her türlü kalkınma ve yatırım bankacılığı işlevlerini yerine getirmektir.”(https://www.ilbank.gov.tr/sayfa/statu-ve-amac)
Dahası da var:
“Bankanın Misyonu
“Yerel yönetimlere, kentsel ihtiyaçlarının karşılanabilmesi amacıyla uluslararası standartlarda proje üretmek ve geliştirmek, kredi sağlamak, danışmanlık yapmak ve teknik destek vermek yoluyla sürdürülebilir bir şehirleşmeye katkıda bulunmaktır.”
Bu da yetmedi; dahası var:
“Bankanın Vizyonu
“Modern kentlerin geliştirilmesi sürecine öncülük eden, hizmet kalitesi kanıtlanmış uluslararası bir kalkınma ve yatırım bankası olmaktır.” (https://www.ilbank.gov.tr/sayfa/misyon-ve-vizyon)
Amacı, misyonu ve vizyonu bu olan banka, bakın gerçek sorumluluk alanlarından biri olan kentlerin depreme dayanıklı hale getirilmesi konusunda ne yapmış?
Rastgele iki örnek verelim:
Örnek 1:
“İBB güçlendirmek için İller Bankası’ndan kredi buldu ama onay çıkmıyor!
“İstanbul’un en eski metrosu Yenikapı-Atatürk Havalimanı hattının büyük bir depremde yıkılma riski taşıyan viyadüklerini güçlendirmek için İBB’nin İller Bankası’na yaptığı kredi başvurusuna 2022 yılının ağustos ayından beri onay beklendiği ortaya çıktı.” (cumhuriyet.com.tr, 23 Şubat 2023)
Örnek 2:
“İBB’ye bir ambargo da İller Bankası’ndan!
“İBB Meclisi CHP Grup Sözcüsü Tarık Balyalı, kamu bankaları gibi İller Bankası’nın da İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne kredi vermediğini açıkladı.
“İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) 2020 yılı bütçe görüşmeleri sırasında CHP Grup Sözcüsü Tarık Balyalı, bütçeye ilişkin yaptığı değerlendirme sırasında İBB’ye yönelik ambargo ile ilgili önemli açıklamalar yaptı. Balyalı, ekim ayında 600 milyon TL borç için İller Bankası’ndan talepte bulunulduğunu ancak hâlâ istedikleri borcu alamadıklarını söyledi. Balyalı, İller Bankası’ndan kredi alınamadığı için Dudullu-Bostancı Metro Hattı’ndaki çalışmalara başlanamadığını belirtti.” (cumhuriyet.com.tr, 13 Aralık 2019)
Bilindiği gibi, Tayyip, Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş belediye başkanı seçildiklerinde onlar için “Topal Ördek” demişti. Yani; “Merkezi idare bizde; onları çalıştırmayız, başarılı olmalarını engelleriz”, demişti. İşte adam bu sözünün gereğini yapıyor. İstanbul halkı gelmekte olan depremde enkaz altında can verecekmiş, kalanlar evsiz yurtsuz kalacakmış ne gam…
Depremin afete dönüşmesini engellemek için yapılması gereken kentsel dönüşüm çalışmalarında devletin en büyük organlarından biri olan İller Bankası, yerel yönetimlerle el ele vererek kitleleri depremden koruyacak toplu konutlara finansman sağlamak yerine VESEN gibi AKP yandaşı firmaların yaptığı bu tür butik projelere kaynak aktarıyor, gördüğümüz gibi.
Tayyipgiller düzeninde her şeyi vurgun belirliyor
Tabiî söylemeye gerek yok; bu vurguncular düzeninde bu tür projelerin başlamasından sonlanmasına kadar kimlerin ne vurgunlar vurduğunu bizim sayılarıyla bilmemize olanak yok. Dönen dolapların, üçkağıtların mekanizmalarını da bizim bilmemiz imkansız ama iki kere iki dört ederce bildiğimiz bir şey var: Tayyip’in bizzat kendisinin de belirttiği gibi, bu tür butik araziler artık Tayyip’in emri olmadan imara açılamayacağına göre, bu ve benzeri pojeler için butik araziler belli ki, gerekli avantalar alındıktan sonra satılmış; ondan sonra da bu projelere hiçbir engel çıkarılmadan onay (ruhsat) verilmiş, her türlü idari ve mali kolaylık sağlanmış ve kamu kaynakları bu projelere aktarılmıştır…
Halk cephesine gelince:
Televizyon ekranlarında görüp izliyoruz; televizyon muhabirleri özellikle İstanbul’da yıkılma tehlikesi çok yüksek olan evlerin, sitelerin varlığına dikkat çekmek üzere haber yapmaya gidiyorlar. Olay bir haber olmaktan çıkıyor adeta bir incelemeye, durumu raporlamaya dönüşüyor. Kameramanın gösterdiği görüntülerde kolonlar, kirişler dökülüyor. Dökülme de ne ki, muhabir el attığında betonlar un ufak olup akıp gidiyor elinden. Deniz kumu mu ararsınız, kalitesiz, paslanmış (korozyon oluşmuş) demir mi ararsınız, kalitesiz, uygunsuz inşaat bulguları mı ararsınız, ne ararsanız var. Bu evlerde yaşamak zorunda kalmış insanların hayatlarını kurtarmak için o insanları bu evlerden çıkarıp bir an önce sağlıklı evlere kavuşturmak gerekir. Yani bilimin belirttiği gibi, yerinde dönüşüm gerekir.
Buna karşılık AKP’nin yaptığı nedir?
İnsanları mahallerinden çıkartıp o değerli arazilerine el koyup insanları tâ şehrin çeperlerine atarak dönüşüm yapıyoruz, diyorlar. Bu, gerçekçi bir kentsel dönüşüm değil, vurguncul dönüşümdür, rantsal dönüşümdür. Bugüne kadar AKP’giller’in dönüşüm adına yaptıkları budur. Bunun dışında bir şey yapmaları da zaten beklenemez. Onlar, hep belirttiğimiz gibi, baştan aşağı suça bulaşmış bir suç örgütü konumundadır. Kentsel dönüşüm gibi hayati bir konuda bile suça batmadan, suç işlemeden, doğrudan insan canını ilgilendiren bu sorunu bile vurgun aracına dönüştürmeden, bir iş yapmaları mümkün değildir.
Dönüşüm diye halka dayatmak istedikleri düzen ise şudur:
İstanbul’da apartmanların güçlendirilmesi ya da yenilenebilmesi için kat maliklerinin üçte ikisinin onayı gerekiyor. Tabiî halkımızın ödeme gücü olmadığı için bu hayati konuda bile onay veremiyor ve bu çoğunluk sağlanamıyor. Çoğunluk sağlandı diyelim, bina önce yıkılacak, sonra da yeniden yapılacak; daire başına maliyet bir milyon lirayı buluyor, deniyor. Çoğunluğu asgari ücretle yani 8.506 liraya çalışan halkımız ve 5.500 TL emekli maaşı alan insanlarımız, bu bir milyon lirayı nereden bulup da yaptırabilecek bu dönüşümü?
Denebilir ki, devlet ve belediyeler bazı teşvikler veriyor, dönüşüm için. Fakat bu teşvikler devede kulak kalıyor. İnsanlarımızın bu paralarla evlerini yenileyebilmeleri ya da güçlendirebilmeleri mümkün değil. Bu teşviklerle dönüşüm, hayal görmekten öteye bir anlam taşımıyor. O yüzden insanlarımız, bırakalım bir depremle yıkılabilecek olmasını, durduğu yerde çöküp mezara dönüşecek olan evlerinde yaşamak zorunda kalıyorlar. Hem de bu gerçeği bile bile… Bu, Parababaları düzeninin halkımıza reva gördüğü yüreği ağzında yaşam yetti artık…
Bir de TOKİ binalar yapsın, halka ucuz kredilerle satsın, halk da bu kredileri aydan aya 20 yılda ödesin formülleri ileri sürülüyor. Bilindiği gibi TOKİ’nin istediği peşinatı ve belirlediği taksitleri de yoksul halkımızın ödeyebilmesi mümkün değildir. Asgari ücretin 8.506 TL olduğu bir ülkede insanlar bu borçların altına giremezler. Girseler de bu borçların altından kalkamazlar.
Nitekim birkaç gün önce televizyon ekranlarından Hacer Foggo, Van Depremi’nden sonra TOKİ’nin yaptığı binalara yerleştirilen insanların evlerinin, kredi taksitlerini ödeyemedikleri için, bankalar tarafından satışa çıkarıldığını söyledi. İşin insanı kahreden yönüyse şudur: Bu krediler aylık 350 liradan oluşuyormuş. Ve insanlar 350 TL olan bu krediyi ödeyemedikleri için mahkemelere düşmüşler ya da bankaların eline düşmüşler; evleri satılacak. Düşünebiliyor musunuz, aylık 350 TL ev taksitini ödeyemeyecek kadar yoksul duruma düşmüş insanlarımız. İşsizler çünkü… Üretimden kopuklar, bir gelirleri yok çünkü… Bu kadarcık parayı bile ödeyebilecek imkândan yoksun bırakmışsınız insanları. Böylesi bir ülke yarattınız 21 yılda. Buna karşılık, AKP kurucularından ve AKP’nin programını yazan kişi, şimdi CHP’nin Konya Milletvekili olan Abdüllatif Şener’in deyimiyle sadece Tayyip ve akrabalarının serveti 300 milyar doları geçmiş durumdadır. Yani kendi ikballeri uğruna yaptıkları vurgunlar yüzünden milyonlarca insanımızı açlığa, yoksulluğa, sefalete sürükledi bu mafyatik AKP düzeni.
Bu vurgun ve talan hırsı öyle bürümüş ki gözlerini, deprem bölgesinde yeni yapılacak binaları hemen kendi müteahhitlerine ihaleye etmeye, hatta ihalesiz vermeye başladılar bile. Yani onlar, böylesi bir felaketi bile vurgun için bir fırsat olarak değerlendirebiliyor, hiç utanmadan, hiç arlanmadan, hiç yüzleri kızarmadan. Böylesine insanlıktan çıkmış, böylesine halktan kopmuş, böylesine Para Tanrısına tapan insanlar yönetiyor ne yazık ki ülkemizi. Bu söylediğimizden de gerçekten deprem için evler yapacakları sonucu çıkarılmasın. Halkın gözüne kül serpmek, bu seçimde de oylarını almak için göstermelik bir oyun bu.
Deprem değil, AKP’gilller’dir asıl afet
Depremin odağı olan Pazarcık’tan kuş uçuşu 260 km ötedeki Diyarbakır’da bile binalar yıkılıyor; altında insanlar kalıp ölebiliyor; depremden etkilenen diğer illerimizde ise, özellikle de Hatay’da, binlerce ev kağıttan ya da kumdan yapılmış gibi yerle bir oluyor.
Bu yüzyılda yani 21’inci Yüzyıl’da böyle bir şey nasıl olur? Nasıl olur da bu kadar çürük binalar, çürük zeminlere yapılır; insanların hayatları nasıl böylesini hiçe sayılabilir?
Aslında bu soruların cevabını yukarıda verdik…
1999 Gölcük Depremi’nin üzerinden tam 24 yıl geçti. Bu depremin verdiği dersler bilimsel olarak ele alınıp bir daha böyle bir felaketi yaşamamak için gerekli önlemler alınsaydı yani şehirlerimiz, köylerimiz depremden etkilenmeyecek bir şekilde dönüştürülseydi, inşa edilseydi bugün bu felaketi yaşamamız gerekmezdi. Nitekim ABD ve Japonya, deprem kuşağında olmalarına rağmen, aldıkları önlemlerle depremleri afet olmaktan çıkarmışlardır. Denebilir ki, bu ülkeler kapitalizmce gelişmiş, emperyalist ülkelerdir; elbette kolayca gerekli dönüşümleri yapabilmişlerdir. Fakat hiç de bu kategoriye girmeyen Şili ve Meksika için de durum aynıdır. Eğer Ülkemizde de bu 24 yılın hükümetleri, özellikle de bu 24 yılın 21 yılında kesintisiz olarak iktidarda olan; halktan deprem için vergi üstüne vergi alan AKP iktidarları gerçekten halkını seven, vatanını seven, milletini seven hükümetler olsaydı, çoktan Türkiye’nin tüm yapılarını, tüm şehirlerini, tüm köylerini depreme dayanıklı hale getirebilirlerdi. Ama başta da söylediğimiz gibi, gerçekten halkını seven, vatanını seven, milletini seven hükümetler olsalardı… AKP’de bu hasletlerin varlığını beklemek, ölü gözünden yaş beklemekle eşdeğerdir.
Oysa ne yaptı bu AKP hükümetleri 21 yıl boyunca?
Kendileri bizzat itiraf ediyorlar: “Topladığımız paraları yollara yatırdık; duble yollar yaptık, kara yolu yaptık, köprü yaptık. Başka kalemlere harcadık”, diyorlar. Zaten bunların (Tefeci-Bezirgân Sermaye temsilcilerinin) başka türlü davranmaları mümkün değildir. Çünkü o yaptık dedikleri işleri yapmalarının nedeni, onların iştahını kabartan şey, o işlerin ranta, vurguna çok elverişli olmalarıydı. Çünkü halktan vergi olarak toplanan kaynakları, doğrudan iç edemeyeceklerine göre, kendi küplerine aktarmaları için bir şeyler yapmaları, uygun araçlar bulmaları gerekiyordu. Bu vurgunlar için elverişli araçların en başında geleni ise inşaattı. Yani bu inşaatların yapılmasının esbab-ı mucibesi (gerekçesi) vurgun vurmaktı: Bir liraya yapılacak işi, beş liraya, on liraya, yüz liraya yaparak küp doldurmaktı. Bu inşaatçılık oyunuyla halktan, sizi depremden koruyacağız diye alınan vergiler, vurgunlara aktarıldı. Servetlerine servet katmak için kullanıldı bu kaynaklar. Bu vurgunlarla elde ettikleri servetlerle, İngiltere’de lüks villalar edindiler. Hatta hem yurt dışı hem de yurt içi basında haber olarak yer aldı ki, Londra’daki lüks bir sokağı tümden kapatacak kadar büyük sayıda gayrimenkuller edinmiş bu vurguncular, halktan çaldıkları paralarla. Beşli vurgun çeteleri türedi. Dünyada kamudan en çok ihale alan ilk 10 şirketin 5’ini bizim bu beşli çete oluşturuyor. Zaten “Beşli Çete” denilmesinin sebebi de budur. Hatta bu beşli çeteden biri dünyada birinci sırayı alabiliyor. Beşli Çete terim oldu artık. Yoksa bu vurgun çetelerinin sayısı 5-10’la sınırlı değildir.
Böylesine vurguna can mı, ülke mi dayanır?
Değil Türkiye, bu tür pervasız vurgunlara dünyanın şu anda en büyük ekonomisi olan ABD ekonomisi bile dayanamaz. Almanya’nın Japonya’nın böylesi vurgun düzenine dayanması, ayakta kalması mümkün olmaz.
Türkiye, bu kadar vurgundan, talandan sonra sanayide ve tarımda, hayvancılıkta yatırım yapmayan, bunun sonucu olarak da istihdam yaratamayan, üretemeyen bir ülkeye dönüştü. Avrupalı ve Amerikalı gıda tekellerinin dayatmasıyla Tayyipgiller tarafından tarım teşvikleri ortadan kaldırıldı. Köylü, tarımda ve hayvancılıkta her türlü teşvikten mahrum kaldığı için tarımda üretim durdu. Artık samanı bile dışarıdan alan bir ülke haline geldik. Köylerimiz boşaldı, köylerde nüfus kalmadı. Kalan nüfus da üretim yapamayacak derecede yaşlı, emekli insanlardan oluşuyor.
Sonuç olarak üretemeyen bir ülke olup çıktık. Köyde tarım ve hayvancılık yapılamaması demek, herhangi bir istihdam yaratamamak, köyde işsizlik demektir. Şehirlerdeki fabrikaları, özellikle de Kuvayimilliye yadigârı fabrikaları, yok fiyatına yerli-yabancı Parababalarına peşkeş çektiler. Bu fabrikalar kapatıldı; değerli arazilerine pahalı siteler, rezidanslar, plazalar, AVM’ler yapılarak büyük kazançlar elde edildi. Yani endüstriyel üretimi de yok ettiler. Bu kurumlarda çalışan işçileri, işsizler ordusu içine attılar.
Yeterince üretim yapılamayan bir ülkede enflasyon, hayat pahalılığı giderek artar. Nitekim Türkiye’de de olan budur. Halkımız şu anda işsizlik, pahalılık cehenneminde yanıp tutuşuyor. Halkı Allah’la aldatmakta en usta kadroları bünyesinde toplayan AKP’giller’in demagojileri, din sömürüleri de artık halkı kandırmaya yetmiyor. Artık halk, AKP’giller’den umudunu giderek daha fazla kesiyor. İktidardan tekerlenip gitmeleri yakındır.
Bu ekonomik zulüm yetmezmiş gibi bir de şehirlerimizi, köylerimizi depreme dayanıklı hale getirmedikleri için halkımızı bir koyun sürüsünün salhaneye (mezbahaya-kesimevine) sürülüşü gibi ölüme sürükledikleri ortaya çıktı. Elbette Kahramanmaraş Depremi çok büyük bir depremdir. Ama depremin o bölge için gelmekte olduğu ve çok büyük bir deprem olacağı zaten bilim adamları tarafından hep söyleniyordu. O zaman yapılması gereken de belliydi. O büyük depreme göre şehirlerimiz, köylerimiz, yerleşim yerlerimiz düzenlenmeliydi. Yani fay hatlarına, Övgün Ahmet Ercan hocanın deyimiyle kırık çizgilerine, kurulmuş olan şehirler, köyler, mahalleler, yerleşim birimleri, derhal bu kırık çizgilerinin dışına taşınmalıydı. 1999 Gölcük Depremi’nden alınan derslerle (ki bu derslere de gerek yoktu, bilimin dediğine uymak yeterliydi) uygun zeminler belirlenerek depreme dayanıklı binalar yapılarak yeniden kurulmalıydı bu şehirler.
AKP AFAD’ı bir AFET’e dönüştürmüştür
Tayyipgiller ülkemizin başına AFAD diye bir afet getirmişlerdir. AFAD’ın kuruluş gerekçesi gayet mantıklıdır.
Ne amaçlanıyor AFAD’ı kurmakla? Kendi web sitelerinden görelim:
“Görev ve Yetkilerimiz
“AFAD’ın görev ve yetkileri, 15/07/2018 tarihinde yayımlanan 4 No.lu Bakanlıklarla Bağlı, İlgili, İlişkili Kurum ve Kuruluşlar İle Diğer Kurum ve Kuruluşların Teşkilatları Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 30 ila 56’ncı maddeleri arasında belirlenmiştir.
“Kararnamede AFAD’ın görevleri “afet ve acil durumlar ile sivil savunmaya ilişkin hizmetlerin ülke düzeyinde etkin bir şekilde gerçekleştirilmesi için gerekli önlemlerin alınması ve olayların meydana gelmesinden önce hazırlık ve risk azaltma, olay sırasında yapılacak müdahale ve olay sonrasında gerçekleştirilecek iyileştirme çalışmalarını yürüten kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonun sağlanması, yurt içinde ve yurt dışında insani yardım operasyonlarının yapılması ve koordine edilmesi ile bu konularda politika önerilerinin geliştirilmesi ve uygulanması” şeklinde özetlenmektedir.
“Kararname ile AFAD; görevleriyle ilgili konularda kamu kurum ve kuruluşları, üniversiteler, yerel yönetimler, Türkiye Kızılay Derneği ve konu ile ilgili diğer sivil toplum kuruluşları, özel sektör ve uluslararası kuruluşlar ile işbirliği ve koordinasyonu sağlamakla yetkilendirilmiştir.”(https://www.afad.gov.tr/afadhakkinda)
Kararnamede AFAD Başkanı ve hizmet birimlerine atfedilen görevler şu de şekilde belirtilmektedir:
“Misyonumuz:
“Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığımızın 2019-2023 yılları için misyonu;
“Afet ve acil durumlara ilişkin süreçlerin etkin yönetimi için gerekli çalışmaları yürütmek, ilgili kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak ve bu alanda politikalar üretmek”
“şeklinde belirlenmiştir.
“AFAD yeni misyonu ile risk yönetimi odaklı, sürdürülebilir kalkınmanın önemini haiz, hizmet sunumunda etkililiğe ve güvenirliliğe özen gösteren, uluslararası düzeyde güçlü ve afet yönetiminde görev alan tüm kurumları etkili bir şekilde koordine eden bir kurum olmayı öngörmektedir.
“Vizyonumuz:
“Stratejik plan döneminde risklerin azaltılması anlayışı ile bağdaşır bir biçimde toplumun afet ve acil durumlar konusundaki farkındalığını ve hazırlıklı olma seviyesini geliştirme gereğinden hareketle Başkanlığımızın vizyonu;
“Afetlere dirençli toplum oluşturmak”
“şeklinde belirlenmiştir.”(https://www.afad.gov.tr/vizyon-ve-misyon)
AFAD, her şeyden önce bir afet olmadan önce, afette zorunlu olacak tüm ihtiyaç malzemelerini el altında hazır bulundurmalıdır değil mi? Örneğin yeterli miktarda çadır, battaniye, konteyner, yiyecek içecek, seyyar tuvalet, hijyen malzemeleri gibi zorunlu ihtiyaç malzemelerinin, afet sonrası sokağa dökülmek zorunda kalacak insanlarımız için hemen ihtiyaç sahiplerine ulaştırılacak biçimde el altında olmalıdır. Ve bu malzemeler, ülkenin her bölgesine en kısa zamanda ulaşacak şekilde konuşlandırılmalıdır. Bu malzemelerin afet bölgesine ulaştırılması günlerce sonraya kalamaz.
Bir de elbette yine ülkemizin her noktasına en kısa zamanda ulaşabilecek şekilde her türlü araç gereçle donanmış arama kurtarma ekipleri hazır ve nazır olmalıdırlar. Enkaz altında kalmış insanlarımızın altın dakikaları, saatleri, günleri heba edilemez. Çünkü zamanında müdahale edememek onları ölüme terk etmek demektir.
Bu çok önemli kurumu bir de liyakati olan ve insan yaşamı konu olunca her türlü siyasi, dini, ideolojik şartlanmalarını bir kenara koyup en çok canı en kısa zamanda kurtarmaya odaklanabilen insanlar yönetmelidir.
Bilindiği gibi AFAD yöneticileri bu konuda tam bir AKP militanı gibi davranmışlardır. Kendileri dışında hiçbir kurum, kuruluş olmasın; eğer gelen olursa onlar da tamamen AFAD yöneticilerine tabi olsunlar istenmiştir. İnsan hayatı kurtarmak için gelen iş makinaları bile şehir girişlerinde günlerce, beceriksizce atıl bırakılmıştır.
Oysa özellikle belediyeler, ekipleriyle hemen yardıma koşmuşlardır. İyi bir koordinasyonla bu belediyelerin görev alanları belirlenebilir, onlara inisiyatif verilebilir ve azami başarı sağlanabilirdi.
Ne demek istediğimizi bir örnekle somutlayalım:
1966 yılında Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te büyük bir deprem oluyor. Bu depremi ve bu depremden sonra olanları 50’inci yılında, 2016’da Anadolu Ajansı haber yapıyor ve bu haberi TRT de yayımlıyor. Yani bilgileri Türkiye’nin resmi kaynaklarından aktaracağız:
“Taşkent’i 50 yıl önce 8 büyüklüğünde deprem yıkmıştı
“Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te 26 Nisan 1966’da meydana gelen 8 büyüklüğündeki deprem, 50 yıl sonra da hafızalardan silinmedi.
“Taşkent’te 36 binden fazla binanın yıkılmasına ve 300 bin kişinin evsiz kalmasına neden olan depremin üzerinden geçen 50 yılda başkent yeniden inşa edildi.
“Depremi izleyen iki yıl boyunca Taşkent’te kaydedilen, bazıları 7 büyüklüğünde binden fazla artçı sarsıntı nedeniyle halk uzun süre sokaklarda yaşamak zorunda kaldı. Halkın o dönemde yaşadığı tedirginlik, ‘öfkeli devenin sırtında yaşamak’ deyimiyle anlatıldı. Yüz binlerce evsiz, çadır kentlerde yaşamını sürdürdü, 15 bin Özbek başka şehirlere ve eski Sovyetler Birliği’nin çeşitli bölgelerine yerleştirildi.
“Depremzedeler, o dönemde Taşkent’te herhangi bir yağmalama vakası yaşanmadığını dile getirdi. Eski Sovyetler Birliği bünyesindeki cumhuriyetlerin hepsi Özbekistan’a yardım eli uzattı. Aralarında mühendis, doktor ve hemşirelerin bulunduğu çok sayıda gönüllü, Taşkent’i yeniden inşa etmek için yola koyuldu.
“Özbekistan’a inşaat malzemesi, gıda, ilaç ve tıbbi malzeme yardımı da yapan eski Sovyet ülkeleri depremzedelerin çocuklarını yaz tatilinde gençlik kamplarında ağırladı.
“Depremden altı ay gibi çok kısa bir süre sonra 300 bin kişi, yeni inşa edilen evlerine taşınırken, afetten 3,5 yıl sonra Taşkent’te depremin hemen hemen hiç izi kalmadı.
“Yeniden inşa edilen Taşkent, çağdaş bir görüntüye kavuştu, şehrin alanı 1,5 kat genişledi, metro yapıldı. 1968 yılında inşaatı başlatılan Taşkent metrosunun ilk etabı 1977 yılında faaliyete açıldı. Yine Taşkent depreminin 10’uncu yılında hayatını kaybedenlerin ve depremzedelerin anısına “Cesaret Anıtı” dikildi.
“Taşkent depremi, depremin jeolojik yapısı, nedenleri ve tahmin olasılıklarının araştırılmasında da yeni bir sayfa açtı. Taşkent Sismoloji İstasyonu yerine Özbekistan Bilimler Akademisi bünyesinde çok geniş faaliyet alanına sahip Sismoloji Enstitüsü kuruldu.
“Taşkent Sismoloji Enstitüsü Direktör Yardımcısı Rahmatcan Toyçiyev, Taşkent depreminin ve bölgedeki diğer yer sarsıntılarının başlıca nedeninin, Hindistan levhasının Avrasya levhasını sıkıştırması olduğunu söyledi.
“Toyçiyev, bölgede 40-44 yıl aralıklarla büyük depremlerin meydana geldiğini ifade ederek 2008 yılında Taşkent’te kaydedilen 6 büyüklüğündeki depremi buna örnek gösterdi. Toyçiyev, 26 Nisan 1966’da meydana gelen depremin yerin 8 kilometre derinliğinde oluştuğunu, dikey bir sarsılma yaratması sonucunda evlerin anında yıkılmadığını, böylece depremde çok az kişinin hayatını kaybettiğini söyledi.
“Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te 26 Nisan 1966’da yerel saatle 05.23’te meydana gelen 8 büyüklüğündeki deprem, şehir merkezinde 10 kilometrekarelik alanda yerleşim birimlerini yerle bir etmiş, 1,5 milyon kişinin yaşadığı kentte 36 binden fazla bina yıkılmış, 300 bin kişi evsiz kalmıştı. Depremde 8 kişi yaşamını yitirmiş, 200 kişi yaralanmıştı.AA”(https://www.trthaber.com/haber/dunya/taskenti-50-yil-once-8-buyuklugunde-deprem-yikmisti-247004.html)
Kısa bir aktarmayı da Wikipedia’nın Almanca metninden tercüme ederek aktaralım:
“1970’te şehir tamamen yeniden inşa edildi. Büyük proje, Sovyetler Birliği’nin her yerinden inşaatçılar tarafından desteklendi. Uzun yıllar boyunca yeni mahallelerden bazıları, enerjik yardımcıların Taşkent’e geldikleri Sovyet şehirlerinin adlarını taşıyordu.” (https://de.wikipedia.org/wiki/Erdbeben_von_Taschkent_1966)
Bu örnekte sosyalizmin gücünü görüyoruz. 8 büyüklüğünde bir deprem oluyor, yalnızca 8 kişi hayatını kaybediyor. Ve şehrin tüm sakinleri 6 ay içinde yeni inşa edilen sağlıklı evlerine yerleştiriliyor.
Çözüm
Gazetelere düşen bir haber:
“İBB verilerine göre İstanbul’da 1 milyon 800 bin konut boş durumda.”
İstanbul’da bu kullanılmayan evler, işe yaramadıkları, eski, yıkık, harabe evler oldukları için boş duruyor sanılmasın. Tam tersine yoksul halkımızın rüyalarını süsleyecek evlerdir. Bu evlerin tamamı özellikle Tefeci-Bezirgânlar tarafından, paralarının değerini enflasyona karşı korumak ve rant elde etmek (daha pahalıya satarak kârlarına kâr katmak yani yatırım olması) amacıyla satın alınmış evlerdir. Yani o evler, boş dururken de rantiyelere para kazandırmaktadır. Satmak istediklerinde ise, bilindiği gibi, boş evler daha kolay ve daha pahalıya satılır.
İnsan ister istemez büyük şair Nazım Hikmet’in Şeyh Bedreddin Destanı’ndaki şu dizeleri hatırlıyor:
Yolcu, yollarda topraksız insanın
ve insansız toprağın feryadını duyar idi.
Bakın, Marksizm’in iki kurucusundan biri olan Marks Usta ne diyor:
“(…) Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.” (Karl Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları Dördüncü Baskı, s. 25.)
Ve diğer kurucu Usta’ya, Engels’e kulak verelim:
“(…) Fakat bir şey kesindir: rasyonel bir şekilde kullanılmaları şartıyla, büyük kentlerde herhangi bir gerçek “konut darlığına” çare olacak sayıda ev vardır. Bu ancak bazı evler istimlak edilerek buralara evsiz veya çok kalabalık yerlerde oturan işçilerin yerleştirilmesiyle olur. Proletarya siyasi iktidarı ele geçirdiği anda, halk yararına olacak böyle bir tedbirin alınması, bugünkü devletin istimlak ve konaklatma işlemleri kadar kolay olacaktır.” (Friedrich Engels, Konut Sorunu, Odak Yayınları, Birinci Baskı, Haziran 1974, s. 41)
Bu satırlar 1872’de kaleme alınmıştır. Yani günümüzden tam 151 yıl önce bilim, böyle aydınlatmıştır insanlığın yolunu.
Sonuç:
Bu halkımızın sırtına binmiş Modern Parababaları Finans-Kapitalistler ile Antika Parababaları Tefeci-Bezirgân Sermayenin yarattığı vurgun düzeninde, hele de AKP’giller’in iktidarlarında ülkemizin doğa olaylarını afet olmaktan çıkarması, oluşacak afetlere hazırlanabilmesi mümkün değildir.
Çözüm Demokratik Halk İktidarında, çözüm Sosyalizmdedir.
03 Mart 2023