Zorla Arabulmak Olur Mu?
Önceki yazılarımızda; işçilerin, uzun ve masraflı yargılama süreçleriyle korkutularak, arabulucu önünde hakkından daha azına razı edileceklerini yazmıştık.
Adalet Bakanlığı’nın açıklamasına göre; 01 Ocak 2018 tarihi itibariyle yürürlüğe giren iş yargılamasında zorunlu arabuluculuğun 25 günlük uygulamasında anlaşma oranı % 73’ü bulmuş.
Adalet Bakanlığı Arabuluculuk Daire Başkanlığı’nın bilgilerine göre; 02-26 Ocak günleri arasında adliyelerdeki arabuluculuk bürolarına 19 bin 603 başvuru yapılmış.
Arabulucu görevlendirilmesi yapılan uyuşmazlıklarda ilk yirmibeş günde sonuçlanan 3 bin 271 dosyadan 2 bin 403’ünde “anlaşma” sağlanmış. Uyuşmazlıkların 868’inde ise anlaşma olmamış.
Bakanlık yetkilileri; “diğer başvurularda görüşmelerin sürdüğünü, tarafların en fazla dört gün içinde anlaştığını, Türkiye’de mahkeme süreçlerinin çok uzun olduğunu ve mahkeme masraflarının da yüksek olduğunu, uygulama sayesinde uyuşmazlıkların kısa sürede çözülebildiğini, tarafların kazançlı çıktığın” söyleyerek sistemin “cazip”liğini ifade etmişler.
Bir kere burada devletin sakat mantığı ortaya çıkmıyor mu?
Neymiş? “Türkiye’de mahkeme süreçleri çok uzun”muş…
“Mahkeme masrafları da yüksek”miş…
Peki bu sonucu kim yaratmakta.
Elbette Devlet…
Hak arama özgürlüğünü neredeyse ortadan kaldıracak düzeyde yüksek tutulan yargı harç ve masraflarının her yıl artırılmasını devlet karar vermiyor mu?
Yargılama süreçlerinin uzunluğuna neden olan ağır-hantal yargı mekanizmasını kuran devlet değil mi? Yeni çıkartılan Usul Yasalarında bile bu sistemdeki tıkanıklığı sürdüren devlet değil mi?
Öyleyse uzun mahkeme süreçlerinin kısaltmak da mahkeme masraflarını düşürmek, hatta iş yargılamasında başlangıçta hiç almamak da devletin yapacağı düzenlemelere bağlıdır.
Örneğin, eski 5521 sayılı İş Yasasının ilk düzenlenişinde (11’inci maddesinde yer alan düzenleme ile) işçiler, iş mahkemeleri önünde hiçbir harç ve masraf ödemeden dava açabilmekteydi. Yargılama harç ve masrafları dava sonunda kaybeden taraftan tahsil ediliyordu.
Ancak bu hüküm, 12 Eylül Faşizmi tarafından 21.11.1980 tarihinde çıkartılan 2345 sayılı yasa ile yürürlükten kaldırıldı. Yani 12 Eylül’ün faşist generalleri iş hukukunun işçiyi koruma felsefesinin bir sonucu olan bu düzenlemeye ancak 69 gün tahammül edebildiler.
(Tabi 12 Eylül’le birlikte yasaklanan grevler, onbinlerce işçinin işten çıkartılması, cezaevlerine doldurulması, Toplu İş Sözleşmeleriyle elde edilen haklara, kıdem tazminatına ve ikramiyelere getirilen sınırlamalar vb. daha başka hak gasplarına yazının konusu gereği girmeyelim.)
O günden bu yana hiçbir iktidar, işçiyi koruyucu bu hükme geri dönmeyi düşünmediği gibi, örnekte görüldüğü gibi, zorunlu arabulucular eliyle hak gasplarına yol açmaktalar.
Gelelim zorunlu arabuluculuk uygulamasında ilk günlerde yaşanan sorunlara;
Öncelikle, arabulucu görüşmelerinde işçinin vekili ile temsil edilmesinden rahatsız oluyorlar. Öyle ki, işçinin vekille temsil edildiği görüşmelerde anlaşmazlık tutanağı tutulmasına karşın, arabulucuların bazıları “isterseniz bir de asil sorun” diyebilmektedir.
Oysa arabulucu da (şimdilik) avukat, ama yukarıdan (Bakanlıktan) gelen; “anlaştırın” baskısına dayanamayarak, meslektaşlarımızı rencide edici davranışlara girilen örneklerle karşılaşmaktayız.
Arabulucu görüşmelerine işvereni, yazılı görevlendirdiği herhangi bir çalışanı (çaycısı bile) temsil ederken, işçinin noterden vekâletname çıkartarak yetkilendirdiği vekiline bir güvensizlik söz konusu.
Bazı işveren vekilleri de bu durumu öne çıkartmakta.
Geçtiğimiz günlerde bizzat yaşadığımız bir olay…
Arabulucu görüşmesinde işçi vekiliyiz. Görüşmelere başladık. Talebimizi ilettik. İşveren vekili; “bu rakamı tüm alacaklarınıza göre somutlaştırın” diyor. Oysa arabuluculuk bürolarına yapılan başvurularda, dilekçe dahi alınmamaktadır. Form doldurulup, karşı tarafın (olayımızda işverenin) unvanı ve iletişim bilgileri ile yetinilmektedir.
Madem arabulucu yargılama yapmayacaksa, alacak kalemlerine göre somutlaştırmanın ne yararı olabilir ki? Siz değil misiniz “helalleştirmek” isteyen?
Olayımızda, “anlaşmazlık tutanağı tutulsun” dediğimizde ise işveren vekili; “burada işçi olsaydı böyle olmazdı, kesin anlaşırdı” deyiverdi.
Yani herkeste aynı mantık; avukata güvensizlik.
Karşılaştığımız bir vahim örnek de; Belediye çalışanı bir işçinin bize gelmeden önce başvurduğu arabuluculuk bürosunda form doldururken söylemesine karşın, “senin işverenin belediye değil alt işveren” denilerek, arabuluculuk görüşmelerine asıl işveren belediyenin çağrılmamasıdır.
Olayımızda alt işveren ilk görüşmeye gelmediğinden anlaşmazlık tutanağı tutulmakla birlikte, iş mahkemesinde açılacak davada, belediye; (arabuluculuk görüşmelerine çağrılmadığından) taraf olarak gösterilemeyeceğinden, işçinin alacaklarından doğan müşterek ve müteselsil sorumluluktan kurtulmuş olmaktadır.
Bunun arabuluculuk bürosu eliyle yapılan hak kaybı olduğu açıktır.
Örnekler çoğaltılabilinir.
Önümüzdeki günlerde daha da artacaktır.
Bakanlığın ilk 25 günlük uygulamada % 73’lük anlaşma oranını açıklamasının perde arkasına bakmak gerekir.
Bu % 73’lük anlaşma neyin karşılığı diye sormamız gerekir?
Ya da Bakanlık; bu % 73’lük anlaşmada işçiler ne talep etti de neye kavuştu diye açıklaması gerekir ki, sistem hakkında daha objektif yorum yapılabilsin…
Zira zorla arabulmak mümkün değildir.
Zorla ancak hak gasp edilir. Ya da insanlar (işçiler) hakkından daha azına razı edilir.
Bunun adı adalet değildir…
Daha fazla “kul hakkı” yemeden dönün bu yanlıştan…