Site rengi

Tasarım

Bir gün tüm çocukların ve tüm insanlığın kalbi, İşçi Sınıfının iktidarında hayat bulacak

08.02.2020
1.298
A+
A-

Prof. Dr. Özler Çakır

2020 yılının daha ilk ayını yine acılar çekerek, gözyaşı dökerek tamamladı, yoksul, çilekeş insanlarımız. Parababaları düzeninin onlara reva gördüğü her türlü maddi-manevi zulümleri bir kez daha tattılar. Elazığ Depremi, bu soygun düzeninin acı gerçekliğini bir kez daha yaşattı halkımıza; bir kez daha gözler önüne serdi neden hep işçi, emekçi insanlarımız pamuk ipliğine bağlı hayatlar sürerler bu kahrolası kanser düzeninde.

Ardından yine patladı gerizler; deprem vergilerinin cukka edilişi, Kızılay’ın 8 milyon doları, yurtlarındaki tecavüz suçlarıyla tescilli Ortaçağcı ENSAR’a peşkeş çekişi…

İnsanlar acılarıyla, kayıplarıyla, soğukla ve açlıkla boğuşurken ve tüm bu felaketlerin gerçek nedenleri gün gibi ortadayken, Tefeci-Bezirgân Sermeyenin iktidardaki temsilcileri halkımızı yine hep yaptıkları gibi Allah ile aldatmanın derdindeydiler. Şöyle diyordu AKP’giller’in reisi: “Bu tür afetler bizler için büyük bir imtihan. Ve bu konuda Müslüman olmanın, teslimiyetin hep en güzel örneklerini vermişiz”.

İçlerinde en küçük bir acıma hissi yok bunların. Vicdanları yok! Çünkü ait oldukları sınıfın doğası onların en temel ahlâki, insani, vicdani değerler geliştirmelerine izin vermez. Hepimizin bildiği gibi, insanın kişiliğinin şekillenmesinde ve gelişmesinde önce aile daha sonra ise okul, akran grupları, içinde yaşadığı sosyal çevre etken olmaktadır. E bunları doğdukları andan itibaren sarıp sarmalayan sosyal çevre belli: ait oldukları sınıfın onlara sunduğu çevre, bu çevre yoluyla etkileştikleri uyaranlar yoluyla bezirgânlığı, din alıp din satmayı öğreniyorlar.

Onların çocuklukları başka, bizim çocukluklarımız başka…

Elbet bizim kalplerimizin İşçi Sınıfının iktidarı için çarpmasında, geçirdiğimiz çocukluk yaşantılarımızın önemli bir rolü var. Geriye dönüp baktığımda, kendi çocukluğumdan da örnekler görebiliyorum.

Konya’daki dört katlı bir apartmanda, zemin katındaki kiralık evimizin sokağa bakan ve bu nedenle de geceleri sokak lambasının odanın içini gece lambası gibi aydınlattığı, konan çekyatlar sayesinde gündüzleri tüm aileye oturma, geceleri de çocuklara yatak odası olan bir odada, sokak lambasının ışığında uykuyu feda ederek okunan kitaplar…

Bu kitaplardan birisi, bittiğinde, Konya’daki bir çocuğun kalbini, romanın İtalyan kahramanı Enrico adlı çocuğun kalbine bağlayan Edmondo De Amicis’in “Çocuk Kalbi” adlı romanı.

Romanın tamamını bir hafta öncesine kadar anımsamıyordum tabiî ki. Ama o zaman son satırlarını okuduğumda, ben de o çocuk kalbimle, gözlerimden akan yaşlara hâkim olamadığımı bugün gibi anımsıyorum.

Bir eğitim bilimci olarak şimdi biliyorum ki ahlâk gelişimi, bireyin bilişsel gelişiminden bağımsız değildir. Buna ek olarak, bilişsel gelişimin desteklenme süreçleri; çevresel uyaranlar, geçirilen yaşantılar yoluyla bireyin bilişinde oluşan şemaların, dolayısıyla öğrenmelerin niteliği, onların gelecekteki davranışlarını belirlemektedir. Biz farkında olmasak da bu etkileşimler zihinde önemli izler bırakmaktadır.

İşte “Çocuk Kalbi” de benim gönlümü İşçi Sınıfı davasına bağlayan izler bırakmıştı zihnimde anlaşılan. Çocukluğumda bu kitabın beni neden bu kadar etkilediğini, geçen hafta ilkokul ikinci sınıfa giden torunuma yarıyıl armağanı olarak aldıktan sonra, ondan habersiz bir solukta yeniden okuduğumda daha somut bir biçimde görmüş oldum.

Bu yazıdaki amacım, bir kitabı tanıtmak değil. Değerlerimizin gelişiminde etkileştiğimiz uyaranların oynadığı role yerinde örnekler oluşturmaktır. Bu nedenle okuyucuyu sıkmadan, roman kahramanı Enrico’nun günlüklerinden oluşan kitabın bazı bölümlerinden, kimi zaman özetleyerek aktarımlar yapacağım:

 

“İşte Yaralananlar” başlıklı günlükten:

“Nobis Franti’nin tam bir kopyası. Bu sabah gözlerimizin önünde meydana gelen o korkunç olay karşısında ikisinin de kılları bile kıpırdamadı. Okuldan çıktığımda babamla birlikte durduk ve ikinci sınıftan birkaç afacan çocuğu seyretmeye başladık. Daha hızlı kayabilmek için kendilerini diz üstü yere bırakıyorlar, mantolarını ve berelerini sürterek, buzu daha kaygan hale getirmeye çalışıyorlardı. Tam bu sırada sokağın öbür ucunda, hızlı adımlarla ilerleyen bir kalabalık belirdi, hepsinin ciddi, korkmuş bir hali vardı, aralarında alçak sesle konuşuyorlardı. Kalabalığın ortasında da üç polis bulunuyordu. Polislerin arkasından da bir sedye taşıyan iki adam geliyordu. Çocuklar dört bir yandan koşuşup geldiler. Kalabalık bize doğru ilerliyordu. Sedyenin üstünde ölü gibi renksiz bir adam uzanmıştı. Başı bir omzunun üzerine düşmüştü, darma dağınık saçları kanlanmış, ağzından, kulaklarından kan geliyordu. Sedyenin yanında, kollarında küçük bir çocuk bulunan ve çılgına dönmüş bir kadıncağız ilerliyordu. Zaman zaman: – “Öldü! Öldü! Öldü!” diye haykırıyordu. Kadının arkasından kolunun altında çantası, hıçkıran bir çocuk yürüyordu. Babam: – “Ne var, ne oluyor?” diye sordu. Yaralı bir duvarcı ustasıymış, çalışırken inşaatın dördüncü katından aşağı düşmüş. Sedyeyi taşıyan adamlar bir süre durdular. Yaralının yakınında bulunanlar dehşetten büyüyen gözlerle yaralıya baktılar. Kırmızı kalemli öğretmenin benim yarı baygın birinci sınıf öğretmenimi sıkıca kolundan yakaladığını gördüm. Aynı anda birisinin dirseğimi dürttüğünü hissettim. Küçük duvarcı ustasıydı. Yüzü kireç gibi bembeyazdı, yaprak gibi titriyordu. Şüphesiz babasını düşünüyordu. Ben de onu düşündüm. Hiç olmazsa ben okuldayken gönlüm rahat, çünkü o saatte babamın evde olduğunu ve sakin sakin yazı masasının başında oturduğunu biliyorum, her tehlikeden uzak. Ama, arkadaşlarımdan kaç tanesi yüksek bir köprünün tepesinde, ya da bir makine çarkının pek yakınında çalışan babasını düşünüyor. Yanlış bir hareket, ters bir adım onların hayatına mal olabilir. Babası savaşta çarpışan pek çok asker çocuğu arkadaşım var. Küçük duvarcı ustası bakıyor, bakıyor ve her defasında daha çok titriyordu. Babam bunun farkına vardı ve ona: – “Şimdi hemen evine git çocuğum, hemen babanın yanına koş ve onun sağ salim olduğunu görüp ferahla!” Küçük duvarcı ustası gitti ama, her adımda dönüp arkasına bakıyordu. Bu sırada kalabalık yeniden ilerlemeye koyuldu. Kadıncağız yürekleri paralayan bir sesle haykırıyordu: – “Öldü! Öldü! Öldü!” Etraftan: – “Hayır, hayır, ölmedi” diyorlardı. Ama, kadıncağız bütün bu söylenenlere aldırmıyor, saçını başını yoluyordu. Bu sırada öfkeli bir sesin: – “Gülüyorsun!” dediğini duydum ve aynı anda sakallı bir beyin hâlâ gülmekte olan Franti’nin yüzüne dikkatle bakmakta olduğunu gördüm. Bunun üzerine bey bir tokat atarak Franti’nin beresini yere düşürdü ve: – “İş başında yaralanan biri önünden geçerken başlığını çıkar, alçak çocuk!” dedi. Kalabalık çoktan uzaklaşmıştı, yolun ortasında da uzun bir kan izi görülüyordu.”

Belki de yukarıdaki satırları okuyuncaya kadar, ben bir öğretmen çocuğu olarak, sonucu ölüm olabilecek kadar riskler altında çalışan işçiler olduğuna, böyle durumlarda yaşanan acılara ilk kez tanıklık ediyordum. Benim babamı ise, ben daha henüz ilkokula bile başlamamıştım, sadece bizden ayrı yere göndermişlerdi. Evdeki herkes üzgündü: Sürgün edildi, diyorlardı. Birileri de birilerini sürgün ediyor, çocukları babalarından ayırıyordu. Ama sağlığı yerindeydi. Yani sürgün, hayatına mal olacak kadar tehlikeli bir şey değildi!

“Gece Okulları” başlıklı günlükten:

“(…)

“Bu sırada ben ikişer üçer okula giren işçilere bakıyordum, şimdiye kadar girenlerin sayısı iki yüzü aşmıştı. Bir gece okulunun ne kadar güzel olduğunu şimdiye kadar görmemiştim! On iki yaşındaki çocuklardan, kollarında defter ve kitapları, işlerinden dönen sakallı adamlara kadar her çeşit insan vardı. Bunların arasında marangozlar, yüzleri simsiyah olmuş kazancı ustaları, elleri kireçten bembeyaz olmuş badana ustaları, saçları unlanmış fırıncı çırakları vardı, vernik, deri, zift, yağ, tek kelimeyle her mesleğe özgü koku duyuluyordu.

“(…)

“Dersler başlayınca, hepsinin büyük bir dikkatle, gözlerini bile kırpmadan öğretmenlerin söylediklerini dinlediklerini görünce, şaşırdım kaldım. Müdürün dediğine göre bu işçilerin pek çoğu geç kalmamak için evlerine uğrayıp bir lokma bir şey yememişlerdi ve aç karnına ders yapıyorlardı.

“(…)

“Bizim yerlerimizde bu sakallı, bıyıklı adamların oturduğunu görmek beni şaşırtıyordu. Yukarıki kata da çıktık ve ben hemen bizim sınıfın kapısına koştum. Benim yerimde iri yarı, bıyıklı, bir eli sarılı bir adam oturuyordu, herhalde elini bir makineye kaptırmıştı. Her şeye rağmen yavaş yavaş yazmaya çalışıyordu. Ama, beni en çok sevindiren şey, küçük duvarcı ustasının yerinde, tam onun oturduğu sırada babası oturuyordu. Dev yapılı duvarcı sıranın arasına sıkışıp kalmıştı ve çenesi yumruklarına dayalı, gözleri kitabında, dikkatle dersi dinliyordu. Bu bir rastlantı değildi, okula geldiği ilk gece Müdüre: – “Müdür bey, lütfen beni yüzünü tavşan gibi buruşturan o çocuğun yerine oturtur musunuz?” demişti. O oğlunu hep bu adla çağırır… Dersin sonuna kadar okulda kaldık, sokağa çıktığımız zaman da, kollarında çocukları, kocalarını bekleyen pek çok hanıma rastladık. İşçiler çocukları alıyor, hanımlar da defterlerle kitapları. Böylece evin yolunu tutuyorlardı.”

Bu satırları okuyuncaya kadar çocuk ben kim bilir kaç duvarcı ustası ile karşılaşmış, kaç fırın işçisinden ekmek almış, üstü başı deri-zift kokan kaç insanla karşılaşmıştım. Ama onların da aileleri, duyguları, sıkıntıları olan; koydukları hedefler uğruna azimle çalışan, gerekirse çok önemli fedakârlıklar yapabilen, yaşadıkları tüm sıkıntılara karşın, küçük şeylerden sonsuz mutluluk duyan insanlar olarak hiç düşünmemiştim. Öyle çok sevdim ki bu insanları; bu insanlar yoluyla öğrendim sadece biçime bakarak hiçbir yere varılamayacağını, biçimin yanında bir de öz olduğunu…

 

“Yangın” başlıklı günlükten:

“(Bu Yangın 27 Ocak 1880 Yılında Meydana Geldi.)” diye başlar kitaptaki bu günlük. Günlük uzun. O nedenle özetleyelim. Bu günlükte yazılanları Enrico’nun babası, kahramanımıza anlatmaktadır. “Tam iki yıl önce itfaiyecileri işbaşında gördüm.” diyerek başlar anlatısına ve itfaiyecilerin üç katlı bir evde çıkan korkunç bir yangında insanların yaşamlarını kurtarmak için gösterdikleri fedakârlık, cesaret ve kendi yaşamlarını hiçe sayışlarını anlatır oğluna. Ve günlük şöyle sonlanır:

“Önce pencerenin pervazına çıkmış olan kadın indi, sonra bir kız çocuk, bir başka kadın ve bir ihtiyar. Hepsi kurtulmuşlardı. İhtiyardan sonra, içeride kalmış olan itfaiyeciler indi. En son inen de ilk önce işe atılan onbaşı oldu. Halk onu zafer çığlıklarıyla, sevgi ve hayranlıklarını belirten bir atılışla kucakladılar. O zamana kadar kimsenin bilmediği adı -Giuseppe Robbino- kısa bir sürede herkesin ağzına yayıldı… Anladın mı? İşte cesaret budur, ölmekte olan birinin çığlığını duyunca, hiç tereddüt etmeden, inceden inceye hesaplar yapmadan, gözleri kapalı, tehlikeye atılan yüreğin cesaretidir bu. Seni bir gün itfaiye kışlasına götürürüm, orada onbaşı Robbino’yu sana gösteririm. Onu tanımaktan kıvanç duyacaksın, değil mi?” “Evet,” diye karşılık verdim. Babam: – “İşte onbaşı Robbino!” dedi. Birden arkama döndüm. İncelemelerini bitiren iki itfaiyeci çıkmak için bulunduğumuz odadan geçiyorlardı. Babam, ufak tefek olanını, kolundan da sırmalı şeritler bulunanın bana gösterdi ve: – “Onbaşı Robbino’nun elini sık.” dedi. Onbaşı durdu ve gülümseyerek elini bana uzattı; ben de onun elini sıktım; beni selamladı ve çıktı. Babam bana: – “Bunu bütün hayatın boyunca hatırla!” dedi, “Çünkü ömrün oldukça sıkacağın binlerce elin arasında bu kadar şereflisini bulamazsın” “.

Cesaret vatanına sahip olmanın ne demek olduğunu, şeref sözcüğünün anlamını, şerefli bir ele sahip olmanın ne kadar gurur verici olduğunu o zamanki bilincimle belki de zihnime bu öyküyle kazıdım.

 

İşçilere Ödüllerin Dağıtılışı başlıklı günlük:

“(…)

“İçimde bir şeyler hissediyordum; bu insanlara karşı derin bir sevgi, derin bir saygı duyuyordum. Bütün bu işçilerin hepsi ödül almaya hak kazanmışlardı. Hepsi de aile babasıydı, bin bir türlü düşünce belleklerini kurcalıyordu, bütün gün boyunca ne kadar da yoruluyorlardı. Dinlenmeye o kadar ihtiyaçları olduğu halde derslere devam edebilmek için uykularının bir kısmını feda ediyorlardı. Çalışmaya alışık olmayan akılları, işten kabalaşmış, çatlamış kocaman elleriyle ne kadar güç harcıyorlardı! Fabrikada işçi olduğu anlaşılan bir delikanlı geçti, belli ki bu önemli gün için babasının ceketini ödünç giymişti. Ceketin kolları çok uzundu, sahneye çıktığında ödülünü alabilmek için kollarını bir kere daha kıvırmak zorunda kaldı. Bunu gören pek çok seyirci güldü ama, bu gülüş hemen alkış sesleriyle boğuldu. Daha sonra sahneye saçsız başı, beyaz sakalıyla bir ihtiyar çıktı. Arkadan piyade neferleri göründüler, bunlar bizim okuldaki gece kurslarına devam ediyorlardı. Sonra, bekçiler, belediye zabıtaları geçti.” (Aktarımlar https://pdfekitaparsivi.com/edmondo-de-amicis-cocuk-kalbi/ linkinden yapılmıştır.)

Evet, artık ben de bu insanlara karşı içimde derin bir saygı ve sevgi hissediyor, onlar hakkında daha çok şey öğrenmek istiyordum.

Bu kitabı kaç yaşımda okuduğumu anımsayamadım. Benim kitabım da kütüphanemde olmadığına göre, kim bilir hangi başka çocuğun dünyasını aydınlatmaya gitmişti. Bu yazıyı hazırlarken internetten ilk çeviri baskısının hangi yılda yapıldığını araştırdım. 1930 yılında İstanbul devlet matbaası yapmış. Daha sonra ise 1972 yılında basılmış. Demek ki kitabı okuduğumda 12 yaşındaymışım. Ve o yaştaki bir çocuk için ne kadar önemli kazanımlar tüm bunlar.

Hemen izleyen yıllarda, annem Yetiştirme Yurdu Müdürlüğü yaparken, Konya’da yaylı at arabası tabir edilen bir araba ile o soğuk-ayaz kurban bayramında annemizle birlikte arabanın arkasında sokak sokak yurt yararına kurban derisi toplamaya çabalamamız…

Yurtta kalan küçük, esmer, dünya tatlısı Ali’nin evimize geldiği hafta sonlarını iple çekişim… O güne kadar hiç bit görmemiş olan bendenizin de annemle birlikte Ali’yi bitlerden arındırma çabamız…

Ve ortaokul son sınıftan başlayarak lise yıllarımda sosyalizm ile Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın teori ve pratiği ile buluşmam… Bugünkü Ortaçağcı gericiliğin taşlarının eğitim programları yoluyla da döşenmeye başlandığı Birinci MC (Milliyetçi Cephe) dönemi. 1974-1975 öğretim yılında uygulamaya konulan “Temel Eğitim ve Orta öğretimde Ahlâk Dersleri Programı”yla ahlâk dersinin ilkokul 4. ve 5. sınıfta, ortaokulun tüm sınıflarında ve lise I. ve II. sınıflarda haftada birer saat olarak okutulması kararının alınması. O dönemlerde henüz din derslerini zorunlu hale getiremedikleri için, zorunlu Ahlâk dersinin bir sıçrama tahtası olarak kullanılması.

Ve işe bakın ki bu dersin, benim yaşamımdaki en büyük fırsat olması. Gerçek insan, gerçek devrimci Nurullah Ankut Hoca’m ile tanışmam. Felsefe grubu öğretmeni olması nedeniyle, ahlâk dersini onun yürütmesi. Ve bu dersin, sosyalist bir öğretmen tarafından, dâhiyane biçimde egemen sınıfların hedeflediğinin tam da zıttına çevrilişi. İnsanlığın başından geçenleri ortaokul üçüncü sınıf öğrencisi olarak ağzım açık dinleyişim. O yaştaki bir öğrenci olarak, öğretmenliğine, kişiliğine, üslubuna, donanımına hayran kalışım. Hiç sosyalizm sözcüğü kullanılmadan, hepimizin anlayacağı biçimde sosyalizmin anlatılışı. Gerçek ahlâkın ezilen ve ezenlerin olduğu bir toplumda mümkün olamayacağını, sınıflı toplumların ahlâksızlık ürettiklerini kavrayışım…

 

Son söz;

Evet, egemen sınıfların vicdanı, merhameti olmaz. İnsanlık Tarihi bunun örnekleriyle doludur hep.

Tefeci-Bezirgân Sermayenin iktidardaki temsilcisi AKP’giller’de de yok bu duygular, bu değerler. Olamaz da. Onlar, çalıp çırpmayı, vurgunculuğu, bencilliği, yalanı-dolanı, Muaviye-Yezid, CIA-Pentagon İslamı’nın ahlâksızlığını öğreniyor ve öğretiyorlar. Kendi ahlâksızlıklarını, yaptıkları resmi-gayri resmi uygulamalar yoluyla din maskesi altında yedirmeye çalışıyorlar halkımıza.

Bizler ise, inadına doğruluğu, merhameti, dürüstlüğü, hakkaniyeti, paylaşımı, adaletli olmayı, İşçi Sınıfı Biliminin ahlâkını, öğrenmeye ve öğretmeye devam edeceğiz.

Yağma yok! Gün gelecek, gerçek insanlık vicdansızların, merhametsizlerin zulmünü yenecek. Biliyoruz, eminiz ki, bir gün tüm çocukların ve tüm insanlığın kalbi İşçi Sınıfının iktidarında hayat bulacak.