Burjuva Politikası ve “Tevafukun Gerçekliği”
Seçim dönemleri, dünyanın her yerinde burjuva politikacıları için biraz yorucu geçer, bildiğimiz gibi.
Söz konusu seçimler ABD, İngiltere, Almanya gibi kapitalizmin kendini bütün kurumlarıyla var ettiği ülkelerde yapılıyorsa, kitle psikolojisi konusunda uzman olan profesyonel kadrolar, emperyalist geminin kaptanını seçecek olan halkı türlü yöntemlerle, akla hayale gelmedik illüzyonlarla kandırırlar. Bu amaçla tamamıyla bilimsel yöntemler kullanırlar. Örneğin, iktidara geldiği günden beri dünyayı kana bulamaya devam eden, selefi Bush’tan aslında hiçbir farkı olmadığını Ortadoğu’daki ve dünyanın farklı bölgelerindeki katliamlarla kanıtlayan ABD’nin mevcut Devlet Başkanı Barrack Obama’dan bir süper demokrat, süper insan hakları savunucusu yaratmayı başarmışlardır bu profesyonel ekipler. Hem de bu illüzyonu sadece ABD’de değil, tüm dünyada yaymayı başarmışlardır.
Kapitalist ülkelerde “Devlet Başkanı, Cumhurbaşkanı ya da Başbakan” sıfatıyla emperyalist tekellerin siyasi plandaki temsilciliğine aday olan kişiler de savaşlar, kan, gözyaşı pahasına mazlum halklardan yağmalayacakları değerlerin ne kadarını kendi halkının refahı için kullanacaklarını; örneğin ücretleri ne kadar artıracaklarını, çalışma koşulları ve emeklilik haklarını ne kadar iyileştireceklerini dilleri dolaşmadan güzel güzel anlatırlar. Aslında kim seçilirse seçilsin sonuç değişmeyecek olmasına karşın göstermelik de olsa bir seçim yarışı yapılır ve emperyalizmin siyasi plandaki yeni patronları belirlenir. Bu mizansen böylece sürüp gider.
Bizim gibi emperyalizmin yarısömürgesi konumundaki, Modern-Antika Parababalarının ve onların siyasi plandaki temsilcilerinin hükmettiği ülkelerde ise durum özünde aynı olmasına karşın biçimsel olarak biraz farklıdır.
Bizdeki burjuva partilerinin politikacıları, seçildikten sonraki dört yıl içinde yapacakları vurgunları, hırsızlıkları, talanları hesaplarlar ve devlet babanın uçsuz bucaksız olanaklarından, hazine yardımlarından yararlanarak o miting senin bu açılış benim koşturup dururlar.
Katıldıkları mitinglerde, açılışlarda, hatta asker, polis cenazelerinde; özünde hiçbir farklarının olmadığı diğer burjuva parti liderlerine verir veriştirirler. Ortak özellikleri ise aslında inanmadıkları ve yapmayacakları şeyleri açık arttırma usulü ile halka vaat etmeleridir. Dolayısıyla neredeyse hepsi usta birer yalancıdır.
Neredeyse diyoruz çünkü hepsi yalancı olmakla birlikte bazıları aynı ustalıkla yalan söylemeyi beceremeyebilir. Zira yalan söylemek kolay bir iş değildir. Hele ekmeğinin derdinde olan sıradan insanlar için zinhar kolay değildir. En ufak bir konuda küçücük bir yalanı bile kolayına becerip ağzından çıkaramaz halkımız. Velhasıl büyük bir “maharet” gerektirir yalan söylemek.
Hele hele siyasi konularda yalan söylemek daha da ustalaşmış bir yalancı olmayı gerektirir.
Bir kere konuşmanla, duruşunla, jest ve mimiklerinle öyle rol yapacaksın ki seni izleyen milyonlar “adam gerçekten doğru söylüyor”, diyecek. Eğer bu konuda uzmanlaşmak istiyorsan sesini nerede yükselteceğini, nerede düşüreceğini bileceksin. Nabza göre şerbet vereceksin. Baktın karşındaki kitle “Allah’la aldatılmaya” müsait, hemen alacaksın eline Kur’an’ı. “Benim dışımdaki herkes dinsizdir” düşüncesini alttan alta yerleştireceksin konuşma yaptığın kitlenin bilincine. Bunu tek başına yapmayacaksın elbette. Vatandaştan gasp ettiğin devasa vergilerle ayakta duran devlet televizyonlarına, satın aldığın özel televizyonlara, yine satın aldığın namus yoksunu, ahlâk yoksunu yazarçizerlerine de aynı şeyi yaptıracaksın.
Baktın din sömürüsünü orijinal bir şekilde birileri yapıyor, benim neyim eksik, diyeceksin. Laikliği eksik-gedik de olsa Türkiye Halklarına armağan eden partinin Genel Başkanı da olsan, bu işte çok ekmek var, deyip sen de girişeceksin maneviyat sömürüsüne. Sanki bu “akıl dolu” taktiğin seni iktidar yapacakmış gibi partiye Ortaçağcıları dolduracaksın. Ortaçağ toplumlarına mahsus ne kadar “özgürlük” varsa hepsinin bir numaralı savunucusu kesileceksin.
“Sol ve Özgürlükçü” bir söylemle yola çıkmış olman, halkları bu şekilde kandırmış olman da bu nimetten sebeplenmene engel olmayacak. Sen de nabza göre şerbet vermeyi bileceksin. Yeri geldiği zaman tüm o “devrimci, sosyalist, sol” söylemlerine karşın gideceksin TÜSİAD’ın ayağına, yüzündeki o sempatik olduğunu düşündüğün tebessümünle kameralara poz vereceksin. Din sömürüsünü sen de ihmal etmeyeceksin. Şeyh Sait, Said-i Nursi anmaları yapacaksın. Hayatın boyunca alnın bir kere bile secdeye gelmediği halde, belki nasıl yapıldığını bile bilmediğin halde, arkandaki basın ordusuyla Cuma namazları kılacaksın.
Baktın karşıdaki kitle milli duygularını kolayca istismar edeceğin bir kitle, o zaman “Tarihi boyunca 16 devlet kurmuş Türk atalarımız” veya “Biz Kürtler Orta Asya’dan gelmedik” türünden cümlelerle damardan gireceksin, emperyalist haydutların halklar arasına ekmek istediği düşmanlık tohumlarını sen de sulayacaksın.
İşte Türkiye’de seçimler öncesi burjuva politikası yapmak bu kadar zor, bu kadar karmaşık ve bu kadar “yorucu”dur. Bu yorucu tempoda en iyi demagojiyi kimler yaparsa seçimlerden sonra Türkiye’yi dört yıl boyunca onlar soyacaklardır.
Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu tempodaki bir işi herkes aynı maharetle yapamayabilir. Her insan, kendi öz kişiliğinin yanında ikinci bir kişilik yaratıp kitleleri kandırmakta aynı oranda yetenekli olmayabilir. Bazen kafasındaki düşünceler, söylediği yalanlardan daha baskın hale gelir ve aslında sürdürmesi gereken gerçek dışı çizgiyi bir anda terk ederek orijinal kişiliğine dönüverir. Bizim burjuva basınımız da bunları “gaf”, “dil sürçmesi” gibi ifadelerle duyurur.
Hırsızlar İmparatorluğu’nun Büyük Reisi’nin geçici ve emanetçi Halefi de seçim öncesi yoğun bir tempo içerisine girdi, malum. Oradan oraya koşuşturarak, Büyük Reis’i başarısız bir şekilde taklit ederek kendi meşrebince konuşmalar yaptı, vaatlerde bulundu, Türkiye’nin soyulması konusunda kendisine rakip olan siyasileri eleştirdi. Ancak bünyeyi biraz fazla zorlamış olacak ki bazen devreler yandı, oynadığı ikinci kişilik rolü onu terk etti, “yanlışlıkla” ağzından doğru sözler dökülüverdi. İşte bir örnek…
Emanetçi Halef, İşçi Sınıfımızın başını bağlamak için kurulmuş, kendisine sendika süsü vermiş bir iktidar aparatçığı olan Hak-İş Konfederasyonu’nun Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“Hakkın, emeğin, adaletin konuşulduğu bu salondan dünyaya bir kez daha haykırıyorum. Nerede bir zalim varsa onun yanında olacağız…”
Hür Basında “dil sürçmesi” olarak verilen bu ifadeler, aslında Halef’in, dolayısıyla da Büyük Reis başta olmak üzere tüm Tayyipgiller Avanesinin ruh dünyasının yansımasından başka bir şey değildir. Kendileri asla doğruları söylemezler ama bir an için bu avaneye doğruları söyletecek bir iksir içirdiğimizi düşünelim; söyleyecekleri her söz bu minvalde olur.
Derler ki, bizler insanların kutsal saydıkları ne varsa istismar ederek kendi dünyalığımızı kurduk. Tüyü bitmemiş yetim edebiyatıyla iktidara geldik, vurgunlarımızdan edindiğimiz servetlerle Karun’u bile kıskandırdık. KaçAK Saray’da zevk-ü sefa içinde yaşarken milyonlarca insanı açlığa, işsizliğe, pahalılığa mahkûm ettik. Kamu malı namına ne varsa sattık, hem biz sebeplendik, hem yandaşlarımızı ihya ettik.
Soma’da rant-kıyak politikalarımız yüzünden resmi rakamlarla 301 işçiyi madene gömdük, katlettik. Reyhanlı’da, Roboski’de, Gezi’de, Suruç’ta, Ankara’da ve daha nice yerlerde yüzlerce masum insanın kanına girdik, derler.
Katliamlarımız Türkiye’yle sınırlı kalmadı. Gözümüzü kırpmadan emperyalistlere uşaklık ettik, Ortadoğu’da yüz binlerce insanın AB-D Emperyalistleri tarafından katledilmesinde taşeronluk yaptık, yapmaya devam ediyoruz, derler.
Sadece insan katletmekle de kalmadık. Doğayı da talan ettik. Daha fazla kâr elde edebilmek için ağaçları kestik, cennet gibi ormanları imara açtık, ormanlık alanları yine yandaşlarımıza peşkeş çektik, derler.
İşte Türkiye’yi 13 yıldır soyup soğana çeviren kadroların her konuşmada “dilleri sürçse” konuşmalarının tamamı bunlardan ibaret olur.
İnsan, gerçekten de “Dil sürçmesi diye bir şey yoktur. Bilinçaltında saklanan bir gerçeğin, bilinçsiz bir anda ağızdan çıkarılması vardır”, diyen Sigmund Freud’a hak vermeden edemiyor…
Kendi jargonlarıyla konuşursak; Halef’in konuşmasında “yanlışlıkla” dile getirdiği gerçekle, mutlak hakikat birbiriyle ahenkli bir biçimde “tevafuk” ediyor. O zaman insan ister istemez eskilerin şu sözüne de hak vermeden edemiyor:
“Tevafukun gerçekliği, mutlak hakikate galebe çalarmış.”