“Çoğu insan geç ölür, bazıları da çok erken…”
Bunlar ki, Seyyid Nesimi’nin diri diri derisini yüzenlerdir, Nef’i’yi kementle boğup denize atanlardır!
Bunlar ki, Pir Sultan’ı asanlardır, Sabahattin Ali’yi vuranlardır!
Bunlar ki, “Aydınlanmanın Işığı”ndan korkanlar, kanlı elleriyle bilimin kapısına kilit vuranlardır!
Bunlar Mustafa Necati adından ürperenler; “Kuvayimilliye Ruhu”, denince yutkunmakta zorlananlardır!
Bir başına ciğeri beş para etmeyen, sürüyken; “Havada darbe kokusu var.”, diye havlayanlardır!
Yurdumuzun her yanını ayrık otu gibi saranlar, kaç yaşında ölürlerse ölsünler, hep geç ölenlerdir!!!
Yine iş başındaydılar… Işık yarasaları rahatsız etmişti çünkü. Pir Sultan Abdal Şenlikleri etrafında halk birleşiyor, kardeşlik türküleri söyleniyor, kitaplar sergileniyor, söyleşiler düzenleniyordu. İki kişinin bir araya gelmesinden bile ödü kopan bu alçaklar, açık alanda bir tiyatro oyunu için çalınan davuldan da rahatsız oldular örneğin. Büyük şairimiz Hasan Hüseyin Korkmazgil; “Kahkahanın yanı başı gözyaşı”, diyor ya hani, tam da bu oluyordu. Her şey dakika dakika planlanmıştı. Gülen gözlerden yaş akmalıydı. Bu amaç için de, ilk önce sürü toplanmalıydı. Türkü söyleyen diller kesilmeli, kalem tutan eller kırılmalıydı! Allah adına kan dökülmeli, tıpkı Nesimi’nin derisini yüzerken izleyenler gibi o köpekler de olan biteni izlemeli ve “Gazamız mübarek olsun.”, diye havlayarak inlerine dönmeliydiler…
Öyle de oldu… Çünkü bunu asırlardır meslek edinmiş bir soydan geliyorlardı. İşlerini iyi biliyorlardı. Acımadılar… Yürek yoktu ki onlarda! 2 Temmuz 1993’te 33 canımız diri diri yandı; sağ kurtulanlar ayaklar altında tekmelendi, ezildi. 33 canın hepsi de, kaybettiğimiz diğer tüm halk ozanlarımız, devrim şehitlerimiz, aydınlarımız gibi yaşları kaç olursa olsun hep erken gitti…
Şunu çok iyi biliyoruz. “Bizim üç vatanımız var: Coğrafyamız, dilimiz ve yüreğimiz.” (Nurullah Ankut, Edebiyata Dair, Derleniş Yayınları, s. 35-36)
Belki birer damlayız şimdi yurdumuzun dört yanında, ama o an gelir binlerce “Deniz” oluruz vatanımız için, “İnsanları sevmek büyük hüner, insanlarla beraber.” diyen Arif Damar Yoldaş’ta birleşir yüreğimiz, sözümüz. Nazım Hikmet türkü olur dilimizde, söylenir öz vatanında.
Biz ülkemizi satanlardan, halkına kıyanlardan değiliz çünkü. Bizim ekmeğimize alnımızın teri karışır, aşımız paydaş olur, inancımız ateş olur.
Hikmet Kıvılcımlı Usta’mız diyor ki: “Hangi ülkede hangi çocuğun kaç lokma ekmek yiyeceğine, servet sahiplerinin bir araya geldikleri kahvaltılarda karar verilir.”
Siz servet sahiplerinin maşaları… Adınız sanınız, ırkınız ne olursa olsun; ister Menderes, Demirel; ister Çiller ve isterse de Tayyipgiller… Hep aynı soydan gelip, aynı insanlıkdışı amaçlara ulaşmak için kıvrandınız. Hep kendiniz için saraylar, saltanatlar kurdunuz, çocukları ise aç, yetim koydunuz. Biçare halkımızın kefen parasına bile, miras diye kondunuz. Patron emretti siz bir bir uydunuz. Yaktınız, boğdunuz, vurdunuz, yetmedi kendiniz için el altından bir de ordu kurdunuz. Önce besleyip karşısında el pençe divan durdunuz, sonra; “Ne istedin vermedim/Aylar oldu dönmedin”, diye nameler savurdunuz. Ne anlatsak az gelir… Zaten korkuyorsunuz ama bir de biz söyleyelim. Korkun bizden, çünkü “Bazen, 1 büyüktür 100’den.”
Yaksanız da, assanız da, boğsanız da…
Yine çiçekteyiz işte, yine meyvedeyiz
Bin kez korkuya boğdular zamanı
Bin kez ölümlediler
Yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz.
Bitmedi daha sürüyor o kavga
Ve sürecek
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek
Adnan Yücel
Adıyaman’dan Bir Yoldaş