Dünya Süt Günü, tarımda dışa bağımlılığın gölgesinde kutlanıyor!
Dünya Süt Günü birken iki oldu. Dünya Sütçülük Federasyonu’nun aldığı karar doğrultusunda 1956 yılından beri Dünya Süt Günü 21 Mayıs’ta kutlanıyordu. Türkiye de, 1991 yılından beri Tarım Bakanlığının kararıyla 21 Mayıs’ı Dünya Süt Günü olarak kutluyordu.
Türkiye’nin de üyesi olduğu Birleşmiş Milletler Gıda Tarım Örgütü (FAO), 2001 yılında aldığı kararla Dünya Süt Günü’nün 1 Haziran’da kutlanacağını ilan etti. Ülkemizde Tarım Bakanlığı da 2019 yılı itibarıyla Dünya Süt Günü’nü 1 Haziran olarak açıkladı. Dolayısıyla iki Süt Günü’müz var. Bu sene her iki tarihte de farklı kurumlar Dünya Süt Günü’yle ilgili açıklamalar yaptılar.
Elbette ki Dünya Süt Günü bizim için, bir kutlamadan ziyade, ülkemizin süt üretimi ve süt tüketimindeki durumunun, ülkemizin tarım, hayvancılık ve gıda politikalarının değerlendirildiği, çiftçimizin içler acısı haline bir kez daha dikkat çekildiği bir gündür.
Bu yılki Dünya Süt Günü’nde de değişen bir şey yok. Süt üreticileri dışa bağımlılığın getirdiği ekonomik maliyetlerin altında eziliyor.
Bir zamanlar Avrupa Birliği (AB) ülkelerine tarım ve hayvancılık ürünleri ihraç eden bir ülkeyken bugün ithal eder hale getirildik. 2019 yılında süt ürünlerinde ithalatımız 19 bin 479 ton olurken, bu ithalata 80 milyon 339 bin 409 dolar ödedik. İthal ettiğimiz başlıca ürünler ise tereyağı ve peynir oldu.
Çiftçinin ürettiği sütün toplam maliyetinin yaklaşık yüzde 70’ini ithal ürünler oluşturuyor. Hayvan yemleri ve yemlerdeki katkı maddeleri genellikle yurt dışında satılıyor.
Dövizdeki artışlar, yem hammaddesinde yüzde 50 dışa bağımlı olmamız nedeniyle yem fiyatlarına doğrudan yansıyor. Maliyetlerdeki yüksek artışa sebep olan diğer bir girdi de köylülerin her türlü tarımsal faaliyetlerinde kullandıkları mazot. 2002 yılında 94 kuruş olan mazotun litresi bugün itibarıyla 5.74 lira olmuştur. Tüm bunların sonucu olarak süt üreticileri yüksek maliyet baskısı altında kalarak üretimden vazgeçecek konuma geliyor.
Diğer yandan yüksek fiyatları düşürebilmek için her seferinde ithalatın öne sürülmesi, sorunu kangrenleştiren bir kısır döngü haline getiriyor.
Ayakta kalmak için direnen diğer üretici kesimi ise yemden kesintiye gidiyor. Bu da dolayısıyla hayvan başına süt verimini düşürüyor. Bu durum zaten yüksek olan süt fiyatlarını (tüketiciler için) daha da yükseltiyor.
Ulusal Süt Konseyi tarafından yıllık olarak açıklanan, tavsiye niteliğindeki çiğ süt referans fiyatı 2020 yılı için litre başına 2,3 TL. Ancak çiğ sütü referans fiyattan satabilen çiftçi sayısı çok az. Çünkü çiftçiler ağırlıklı olarak örgütlü değil. Bu yüzden çiğ süt alım fiyatlarında serbest piyasanın insafına kalmış durumdalar. Zaten Ulusal Süt Konseyi de çiğ süt alış fiyatını bir alt sınır olarak belirlemiyor. Görev savma anlayışıyla, “referans” adı altında bir fiyat belirliyor. Ancak çiftçiler bu fiyatın altında süt vermiş mi, mağdur olmuş mu, maliyetini karşılayabilmiş mi, bunlarla ilgilenmiyor.
Geçtiğimiz yıllarda yüksek maliyetin altında ezilen üreticilerin bir kısmı anaç hayvanlarını kesime gönderdi.
Bu de yetmezmiş gibi, Koroavirüs pandemi günlerinde dahi üretime devam etmeye çalışan çiftçilere, AKP İktidarından bir darbe daha geldi. Kırklareli Valiliği İl Tarım ve Orman Müdürlüğü, köylünün ortak kullanım alanı olan mera, kışlak ve yaylaklarda hayvan otlatanlardan hayvan başına para alınacağını duyurdu.
Valilik tarafından yapılan duyuruda, “Bakanlığımız Mera, Yaylak ve Kışlaklarda Otlatma Yönetimi Uygulama Esasları Genelgesi doğrultusunda İl Mera Komisyonunun 27.02.2020 tarihli toplantı kararı ve Valilik oluru ile ilimizde mera alanlarının 2020 otlatma döneminin 1 Mayıs 2020-30 Ekim 2020 tarihleri arasındaki süre, dinlendirme döneminin 1 Kasım 2020, 30 Nisan 2021 tarihleri arasındaki süre olarak, 2020 yılında otlatma bedellerinin büyükbaş hayvan başına 10 TL, küçükbaş hayvan başına 2,25 TL, otlatma hakkının üstünde hayvan otlatanlardan alınacak ceza bedelinin her fazla hayvan için üç katı olarak belirlenmiştir.” deniyor.
Kendi çiftçisini destekleyecek, Koronavirüs pandemi günlerinde, gıda krizi, kıtlıktan bahsedildiği günlerde, tarım ve hayvancılık ürünlerinin artması için gerekli tedbirleri alacak yerde, çiftçiyi cezalandırır gibi yapılan uygulama halk düşmanlığı değil de nedir?
Bu uygulama ile AKP’giller açıkça, ithalatı teşvik etmektedir. Gıda Emperyalistlerinin önünü açmaktadır.
Çalışabilen ve üretici nitelik taşıyan genç insanların köylerden kalabalık merkezlere göç ederek, üreticiyken tüketici niteliği kazanmaları, tarım kesiminde çalışıp yiyecek üreten kişilerin, gıda maddelerini elinde tutan ve aynı zamanda ortaklıklarla memleket endüstrisine el koymuş olan emperyalistlerin yönettiği tüketim endüstrisinde ya da dış ülkelerde vazife almaları, yiyecek kıtlığını daha ciddi hale getirmekte ve sömürülen toplumun, emperyalistlere tam anlamıyla teslim olmasını kolaylaştırmaktadır.
Ülkemizde üretici ile tüketici arasındaki aracılar, üreticilerin kooperatifler çatısı altında örgütlü olmaması gibi nedenlerle süt, 5-6 kat pahalanarak sofralarımıza ulaşıyor.
Süt tüketimimiz de Avrupa ülkelerine göre daha düşük.
Kuzey Avrupa ülkeleri dünyada süt tüketiminin en yüksek olduğu ülkeler durumunda. Estonya, İrlanda, Finlandiya, İngiltere ve İzlanda`da kişi başına içme sütü tüketimi yıllık 100 litrenin üzerinde. Bunlardan çok daha güzeli Küba`da yaşanıyor. Küba`da devlet 7 yaşından küçük tüm çocuklara her gün 1 litre ücretsiz süt veriyor.
Türkiye’de ise yıllık kişi başı süt tüketimi 25 litre düzeyinde. Türk halkı günlük ortalama yalnızca 69 gr süt içiyor. Yani ayda yalnızca 5 bardak süt içiyor. Bu durum en fazla geleceğimiz olan çocuklarımızı etkiliyor.
Ülkemizde süt üreticileri ürettikleri sütü maliyetini karşılamayacak fiyatlara satmak zorunda kalıyor. Diğer yandan tüketiciler de sağlıklı ve güvenli sütü pahalıya tüketiyorlar. Ne yazık ki, üretici de tüketici de kaybediyor. Çocuklarımız süt ve süt ürünleri tüketmeye değil, Uluslararası Gıda Tekelleri tarafından NBŞ olarak bilinen nişasta bazlı şeker (glukoz şurubu gibi) tüketmeye teşvik ediliyor. Bu yüzden Obezite ve buna bağlı diğer rahatsızlıklar çocuklarımız arasında gittikçe yaygınlaşıyor.
“Gıda Emperyalizmi” adlı kitabında Osman Nuri Koçtürk, çok tahıl ve az miktarda et, süt, balık ve yumurta ile beslenen toplumlarda entelektüel gücün düşük, bunun tam aksine olarak çok et ve az miktarda tahıl ile beslenen toplumlarda ise entelektüel seviyenin yüksek olduğu ve beslenme tarzının direkt ve endirekt olarak entelektüel gelişmeyi etkilediğini, belirtiyor.
Süt tüketimi konusundaki önemli sorunlarımızdan bir diğeri de; süt ürünlerinde yapılan hilelerdir. Tarım Bakanlığının hile yapan firmaları teşhir ettiği sayfasına bakıldığında, Türkiye’de gıda hilelerinin ne kadar yaygın olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır. Örneğin yoğurtlara jelatin, süt yağı yerine margarin, süzme yoğurtlara margarin, lora aşırı miktarda kalsiyum klorür, kaymaklı yoğurtlara küflenmesini önlemek için kimyasallar, tereyağına margarin-patates püresi, peynirlere ve eritme peynirlerine nişasta, süt yağı yerine margarin katılması yaygın yapılan hilelerdir. Bunlar dışında bazı peynirlere kemik unu katıldığı da basına yansımıştır.
Et Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu gibi Kamu İktisadi Teşebbüslerinin (KİT)’lerin bir bir yerli-yabancı Parababalarına peşkeş çekilerek yok edilmesi de bu sorunların en büyük sebeplerinden biridir. Kamu yararına çalışan, halkın güvenli, sağlıklı ve ucuz süt içmesini sağlayan, üretici yararına üreticiden doğrudan sütü alarak işleyen bu kuruluşlar kâr amacı gütmüyorlardı. Halk sağlığını ve yerli üretimi destekliyorlardı. Süt fiyatlarını dengeliyorlardı.
Hem tüketiciyi ve hem de sütün soframıza gelmesinde en büyük rolü olan üreticiyi-çiftçiyi korumanın ve kollamanın yolu;
Çiftçiye teşvikler sağlayarak üretimin artmasını sağlamaktan,
Tarımda teknolojinin kullanımının en ücra köylere kadar yaygınlaştırılmasından,
Tarım ve hayvancılık alanında eğitim görmüş teknik insanların üreticilerimizle buluşturulmasından, çiftçimizin tekniğin son gelişmelerinden faydalanmasından,
Bölünmüş küçük aile çiftliklerinin yerine üreticinin kooperatifler çatısı altında örgütlenmesinden,
En önemlisi de tarım ve hayvancılık ürünlerinde dışa-ithalata bağımlılığının ortadan kaldırılmasından geçiyor.
Yine Osman Nuri Koçtürk’ün aynı kitabında belirttiği gibi, “Hâlbuki Türkiye planlı bir tarıma gitmek suretiyle öncelikle halkın başta buğday olmak üzere ana besin maddelerini yurdumuzda üretip hayvancılığı da geliştirmek ve balıkçılığı ele almak suretiyle bir tahıl et dengesi kurduktan başka kimseye muhtaç olmadan kendi yağı ile kavrulabilecek olanaklara sahip bulunmaktadır.”
Halkın Kurtuluş Partisi Programı’nda ülkemizde KÖYLÜ MESELESİ’ne özel bir yer ayrılmıştır. Bu bölümde:
“Dünyamızın beşte dördünü tutan bizim gibi geri ülkelerin tarım bölgelerinin ortalama tarım işçisi verimi, kapitalizmce ileri memleket tarım işçisinin on üçte biri kadardır. AB ülkelerinde 1 tarım işçisi, tarım dışında çalışan 23 kişiyi besler. Üstelik de artan bir sürü tarım ürünlerini bizim gibi geri ülkelere pazarlarlar. Zaten 1990’dan bu yana ABD ve AB’nin bizim gibi ülkelerin tarımını geriletmeye “şunu ekme, bunu destekleme” diyerek budamaya çalışmalarının asıl sebebi de budur.” denilerek meselenin özü ortaya konur.
“Tarımda ilk yapmamız gereken, gerçek bir toprak reformuyla boş duran devlet ve ağa arazilerinin acilen tarıma açılmasıdır. İkinci adım ise tarımın, son sistem tarım araç gereçleri ve üretim yöntemleriyle donatılmasıdır.”
Köylümüzün-Çiftçimizin sorunları ve toprak sorunu da ancak bu şekilde çözülebilir.