Ekim Devrimcileri ve Kuvayimilliye Devrimcileri hakkında
Ekim Devrimcileri ile Kuvayimilliye Devrimcileri, kendiliğinden, fazla çaba sarfetmeksizin sırt sırta vermiştir. Bu ittifakın nedeni, Ekim Devrimcilerinin de, Kuvayimilliye Devrimcilerinin de antiemperyalist oluşudur. Ekim Devrimi’nin başarısı Kuvayimilliye Hareketi’nin başarısını getirmiş, Kuvayimilliye Hareketi’nin başarısı Ekim Devrimi’nin “iç savaş”taki başarısını kolaylaştırmıştır. Aslında bu neredeyse kendiliğinden denebilecek ittifakın kökü, Çanakkale Savaşı’na, 1915’e dek gider. O tarihte henüz Ekim Devrimi başlamamış olsa da, Çanakkale’de emperyalist ordularının yenilişi çatırdayan Rus Çarlığı’nın yıkımını hazırlamış, Ekim Devrimcilerinin gücünü artırmış, emperyalistleri zayıf düşürerek yıkılmakta olan Rus Çarlığı’nın yardımına koşmalarını engellemiştir. Tabiî Kuvayimilliye Devrimcilerinin de arkasındaki en büyük müttefik güç Ekim Devrimcileri olmuştur. Başarıda çok büyük etkendir.
Böylesine kader birliği içindeki Ekim ve Kuvayimilliye Devrimcilerinin devrim günlerindeki yaşamları da birbirini andırır. Bu yazımızda Ekim ve Kuvayimilliye devrimcileri hakkında anekdotlar ile insanlığa hep yol gösterecek olan Ekim Devrimi’nin 97’nci yıldönümünü kutluyoruz.
Aleksandra Kollontay’dan Lenin’in Kişiliği Hakkında Anılar
Aleksandra Kollontay (1872 – 1952), bir kadın devrimci. Hali vakti yerinde bir aileden gelen, iyi bir burjuva eğitimi alan, Çarlığa karşı mücadeleyle başlayan devrimciliğini Bolşeviklere katılmakla taçlandıran bir Rus devrimcisi. Hemen Ekim Devrimi ile birlikte kurulan Birinci Sovyet Hükümeti’nde Devlet Yardımı Halk Komiseri olarak Lenin ile birlikte çalışma imkanı da bulur Kollontay. Anılarında Lenin’in kişisel özelliklerini yansıtan iki de anı aktarıyor. Gerçek devrimcilerin nasıl olması gerektiğini göstermesi açısından yararlı olan bu anıları aktarmak istiyoruz. Devrimin cafcaflı günlerindeki o anıları Kollontay şöyle aktarıyor:
“Kuruluşunun ilk haftalarında Halk Komiserleri Kurulu, Smolny’de (Devrimden hemen önce ve sonra Bolşeviklerin karargahı – K. Y.) ‘Lenin’in çalışma odası’ diye adlandırılan, ikinci kattaki odalardan birinde bir araya geliyordu.
“Halk Komiserleri Kurulu’nun oturumunun dış koşulları çok kısıtlıydı, hatta kısıtlıdan da öte, çalışmak için yetersizdi. Vladimir İlyiç’in masası duvarın tam yanındaydı, üzerinde de bir lamba asılıydı. Biz Halk Komiserleri, Vladimir İlyiç’in çevresinde daire olup oturduğumuz için, bir kısmımız doğal olarak arkasına düşüyorduk. Pencerenin yanında, tutanağı tutan, Halk Komiserleri Kurulu Sekreteri Gorbunov için küçük bir masa vardı. Lenin bizlerden birine söz verince ya da Gorbunov’a talimat verdiğinde dönmek zorunda kalıyordu. Masayı daha iyi bir yere çekmek o zamanlar kimsenin aklına gelmemişti; büyük işlerle uğraşıyorduk çünkü. Böyle durumda insan kendisini düşünmüyor.
“Burada bir olayı anlatmak istiyorum. Çünkü bu olay, Halk Komiserleri Kurulu üyelerinin ve bizzat Lenin’in o sıcak günlerde nasıl yaşadıklarını çok iyi karakterize ediyor.
“II. Sovyet Kongresi’nin bitiminden kısa süre sonraydı. Stockholm’den İsveçli yoldaşlar Vladimir İlyiç’le bana, eski dostluğumuz nedeniyle bir miktar Hollanda peyniri yollamışlardı.
“Bu armağan tam zamanında gelmişti. Bir keresinde, biz toplantıda konuştuktan ve Sosyal Devrimcilerle yaptığım şiddetli bir söz düellosundan sonra, başımın nasıl döndüğünü hatırlıyorum.
“Hasta mısınız, Yoldaş Kollontay?” diye sormuştu bir Kızıl Muhafız beni tutarak.
“Hayır, hasta olmaktan çok, açım.”
“Kızıl Muhafız ‘bir parça ekmek satın almam’ için bir ruble verdi. Reddedince, adresimi alıp eve ekmek getirdi ve adını bile bırakmadan, alçakgönüllülükle gitti.
“Bu nedenle, İlyiç’i peynirle ağırlama imkanına seviniyordum açıkçası. Hükümet başkanının da bizler gibi yeterince yiyeceği yoktu.
“Halk Komiserleri Kurulu’nun bir oturumundan önce İlyiç’e, yuvarlak, kırmızı peynir tekerleklerini gösterdim. İlk aklıma gelen bizler olduk.
“Bunu herkese paylaştırmak gerek. Gorbunov’u da unutma. Lütfen, paylaştırma işini kendiniz yapın.”
“Lenin çalışma odasına girdi, ben bitişikteki geçiş odasında masanın üzerine bir gazete yaydım, elime bir bıçak alıp, akşam yemeği için yoldaşlara peynir bölmeye başladım.
“Fakat Halk Komiserleri Kurulu’nun oturumunda bulunmam zorunluydu. Bıçağı ve peyniri masanın üzerinde bırakıp içeri girdim. O günlerde alışılageldiği gibi, oturum gece geç saatlere dek sürdü, peyniri tümüyle unutmuştum. Geri döndüğümdeyse artık yerinde yoktu. Bıçak ve gazete masanın üzerindeydi, ama peynirden bir kırıntı bile kalmamıştı… Gün boyunca, kapının önündeki nöbetçiler sürekli değişmişlerdi. Bunlar masanın üzerindeki parçalara bölünmüş peynirin kendilerine ayrılmış olduğunu sanmışlardı. Peynirin gün boyunca yoldaşlara dağıtılmış olması şaşırtıcı değildi.
“Vladimir İlyiç’in Gorbunov’la birlikte tutanağı gözden geçirdiği (bunu her seferinde yapardı; çalışmada gösterdiği bu olağanüstü titizliği ve düzenliliği her gün yeniden öğrenebilirdik ondan) çalışma odasına döndüm.
“Ne var” diye sordu. Olanları anlatınca, kahkahayla gülerek, “Peki, peynir lezzetli miydi bari?” dedi. İçten gülüyordu. “Kendiniz bile tatmadınız mı? Yazık olmuş. Fakat felaketin o kadar büyük olmadığını düşünüyorum; biz yemesek de başkaları yedi peyniri.”
“İlyiç’in gözlerinde sıcak, iyicil bir gülümseme vardı. Bu unutulmaz bakışı şöyle diyordu sanki: n’apalım, demek ki Halk Komiserleri değil de, askerler ya da işçiler peynirin tadını çıkardılar, akşama yiyecek bir şeyleri oldu; böylesi daha iyi.
“Ve Lenin tekrar tutanağı okumaya başladı. Halk Komiserleri Kurulu Başkanı’nın günlük görevlerine döndü.
“Bu büyük insan, dünyada ilk Sovyet devletinin inşasında, devlere özgü çalışmasını; insanlık tarihine silinmez bir sayfa olarak yazılan çalışmasını sürdürdü.” (A. Kollontay, Birçok Hayat Yaşadım, Agora Kitaplığı, 2010, s. 351-353)
Devrimin ilk günlerinde devrimcilerin nasıl özverili çalıştıklarını ve halk sevgisini gösteren bu anıdan sonra Kollontay, “Lenin küçük şeyleri unutmaksızın büyük şeyleri düşünürdü” başlığı altında Lenin üzerine bir başka anısı ile devam ediyor.
“Lenin Küçük Şeyleri Unutmaksızın Büyük Şeyleri Düşünürdü”
“Vladimir İlyiç’in günlük küçük şeyleri unutmaksızın, büyük ve önemli şeyleri düşünmeyi nasıl başardığına, dünyada daha önce örneği görülmemiş yeni bir devlet kurarken, bir devlet için, özellikle bir sosyalist devlet için muhasebe ve düzenin kaçınılmaz olduğunu, küçük şeyleri de düşünmek gerektiğini bize anlatmak için en ufak bir fırsatı bile kaçırmamasına hep şaşırmışımdır.
“Aralık 1917. Noel kutlamaları kapıda, ancak bu, Smolny’de kimsenin aklına gelmiyor. Smolny’de çalışma bütün hızıyla sürüyor. Kış henüz tam anlamıyla gelmedi. Sulu kar yağıyor. Neva üzerindense soğuk bir rüzgar esiyor.
“Nadejda Konstantinovna (Lenin’in eşi Krupskaya – K. Y.), Valdimir İlyiç’in dinlenmeye ihtiyacı olduğunu düşündüğü için, onu birkaç günlüğüne kent dışına çıkmaya ikna etmeye çalışıyor. İlyiç’in uykusu son günlerde iyi değil, anlaşılan çok bitkin.
“Finlandiya’da, Karelya Kıstak’ında bulunan Chalila Sanatoryumu’nun şef doktoru, Devlet Yardımı Halk Komiserliği’ne (Kollontay’ın yönettiği sosyal yardım bakanlığı – K. Y.) gelip sanatoryumunda yeni, sıcak ve aydınlık küçük bir aile evinin bulunduğunu, orayı tümüyle Lenin’in kullanımına sunabileceğini söylemişti. Fakat Vladimir İlyiç bütün ikna çabalarımızı geri çeviriyor. Sanatoryumun çevresinde harika bir orman olduğunu, istediği zaman ava çıkabileceğini söylememize rağmen, Vladimir İlyiç cevap olarak, “Av iyi de, yapacak iş o kadar çok ki, gerçi çalışmaya başladık, ancak yeni bir devleti, iki ay içinde kurmayı Bolşevikler bile başaramaz. Bunun için en az on yıl gerekir,” diyor.
“Nadejda Konstantinovna sözünü kesip, “Ne yani, bütün o yıllar boyunca, sürekli çalışma masasının ardında mı oturacaksın?” diyor. “Eh, bunu o zaman düşünürüz;” diye karşılık veriyor Vladimir İlyiç.
“Ancak, daha aradan birkaç gün geçmeden Vladimir İlyiç’in aklına, kent dışında geçireceği bu üç-beş gün içinde, Smolny’de zaman bulamadığı bir çalışmayı bitirebileceği düşüncesi geldi. Ve bu düşünce onu o kadar coşturdu ki, bir sabah Nadejda Konstantinovna’ya, “Eğer Kollontay, Halk Komiserliği’nde gerçekten kimsenin beni rahatsız etmeyeceği, ormanda, küçük bir eve sahipse, yola çıkmaya hazırım,” dedi.
(Lenin, Chalila Sanatoryumu’nda, 24 – 27 Aralık 1917 tarihleri arasında kalır. Bu kısa süre içinde “Bir Yazarın Günlüğünden”, “Eskinin Yıkılışından Ürkenler”, “Yeni İçin Savaşanlar”, “Rekabet Nasıl Örgütlenmeli?” ve “Tüketim Komünleri Üzerine Bir Kararname Tasarısı” adlı çalışmalarını kaleme aldı. – K. Y.)
“24 Aralıkta Vladimir İlyiç’i sanatoryum yolculuğuna uğurlamak için sabahtan Finlandiya istasyonuna geldim. Vladimir İlyiç, Nadejda Konstantinovna ve Maria İlyiniçna trene yeni binmişlerdi. Mümkün olduğunca tanınmamak için Vladimir İlyiç en köşeye, camın yanına oturdu. Yanında Maria İlyiniçna, karşılarında Nadejda Konstantinovna vardı. Vladimir İlyiç, sıradan bir yolcu treninde yolculuk etmesinin daha güvenli olacağı görüşündeydi. Aynı kompartmanda iki Kızıl Ordu üyesiyle güvenilir bir Finli yoldaş da yer aldılar.
“Vladimir İlyiç, yurtdışından döndüğünde üzerinde olan, eski, mevsimlik paltosunu giymişti, başında da fötr şapka vardı, oysa dondurucu soğuktu hava. Benim arkamdan, kolunda bir kürk manto ve kulaklıklı bir kürk şapka taşıyan bir yoldaş bindi trene. “Bunu giyin,” dedim Vladimir İlyiç’e, açık alanda kızakla gitmek zorunda kaldığınızda çok üşüyeceksiniz. İstasyondan sanatoryuma dek yol çok uzun. Kürkler,” diye ekledim, “Halk Komiserliği’nin demirbaşı.”
“Görülüyor,” dedi Vladimir İlyiç ve mantolardan birinin içini dışa çevirdi. Mantoların içinde, depo ve envanter numarası dikliydi. “Bunu, kürkleri dikkatli kullanmamız, onları da bir yerlerde unutmamamız için yaptınız, değil mi? Devlet malı kayıtlı olmalı. Doğru olan bu.”
“Vladimir İlyiç benim de onlarla birlikte gitmemi istiyordu, ne var ki Halk Komiserliği’nin acil işleri, öncelikle anne ve çocuklar için yardımın organizasyonu yolculuğa katılmama izin vermiyordu. Arkalarından gideceğime söz verdim.
“Birden, yanında Fin parası olmadığını hatırladı Vladimir İlyiç. “Hiç olmazsa yüz Fin Mark’ı bulabilseniz iyi olurdu, istasyondaki hamal ya da başka ufak tefek işler için,” dedi.
“Kasaya koştum, ancak yanımda az para olduğu için yüz Fin Markı bile alamadım.
“Vladimir İlyiç soruyordu: “Yani tek başına, sıcak, küçük bir ev ve ormanda da avlanılabilir diyorsunuz, öyle mi? Orada tavşan var mı?” Tavşan için söz veremeyeceğimi, ama mutlaka sincap bulunacağını söyledim. “Eh, sincap vurmak çocuk oyuncağıdır.” Nadejda Konstantinovna araya girdi. “Umarım Vladimir İlyiç şu üç günü masasının ardında oturarak geçirmez de ormana gider.”
“Ama orada, odadaki hava bile daha temizdir,” diye laf attı Vladimir İlyiç.
“Tren hareket etti. Yolcular, Halk Komiserleri Kurulu Başkanı’nın sıradan bir ikinci sınıf yolcusu olarak kendileriyle birlikte yolculuk ettiğinden habersizdiler.
“Birkaç gün sonra Vladimir İlyiç yine Smolny’de çalışıyordu.
“O günlerde Vladimir İlyiç’in el yazısıyla bir not aldım: “Halk Komiserliği’nizin demirbaşından kürk mantoları, iyi korunmuş olarak, teşekkürle geri yolluyorum. Çok işimize yaradılar. Bir kar fırtınasıyla karşılaştık. ‘Chalila’ çok güzeldi. Fin parasını size henüz göndermiyorum, fakat Rus parasıyla ne kadar ettiğini yaklaşık olarak hesapladım, 83 Ruble’ye yakın tutuyor, ekte gönderiyorum. Para durumunuzun pek iyi olmadığını biliyorum. Sizin Lenin.”
“Bu, Vladimir İlyiç için çok tipik. O, devlet işlerinin büyük sorunları yanında, bu tür küçük şeyleri düşünebilirdi ve her zaman nazik bir yoldaştı.” (A. Kollontay, age, s. 353-355)
Bu aktarılanlar, Lenin’in nasıl çalışkan, dürüst, halkını seven, kamu malına sahip çıkan, çalım, poz bilmeyen, alçakgönüllü bir devrimci olduğunu kanıtlıyor. İşte devrimleri de böyle devrimciler yapıyor!
Ve Mustafa Kemal…
Mustafa Kemal de bir ulu devrimcidir. Bir toplumsal devrim yapmasa da, emperyalizmi yenilgiye uğratmış, emperyalizmin yerli ortağı Tefeci-Bezirgan din bezirgânlarını sindirmiştir. Bugün ABD ve AB Emperyalistleri ile günümüz din bezirgânlarının Atatürk ve İnönü’ye saldırılarının temelinde bu geçmiş yatmaktadır.
Kurtuluş Savaşı boyunca, Ekim Devrimcileri gibi Kuvayimilliye Devrimcileri de meteliğe kurşun atmaktadır, yokluk içindedirler. Ama ahlâki sınırları hiç zorlamazlar, halka zulüm yapmazlar. Mustafa Kemal Paşa’nın Heyet-i Temsiliye Başkanlığı günlerinde (Erzurum Kongresi’nden Millet Meclisi’nin açılmasına kadarki dönem) Kurtuluş Savaşı için bayrağı açanların nasıl yokluk içinde olduğunu Doğan Avcıoğlu’nun “Milli Kurtuluş Tarihi” adlı kitap serisinden aktarıyoruz:
“Atatürk’ün Para Sıkıntısı
“Hükümet gibi çalışacak olan Heyet-i Temsiliye’nin giderleri için sınırlı miktarda para bulmak dahi büyük bir sorun olur. Erzurum Kongresi, Heyet-i Temsiliye giderlerinin Doğu İlleri Müdafaa-i Hukuk örgütünce karşılanmasını kararlaştırır, fakat bu lafta kalır. Erzurum’da Atatürk ve arkadaşları sıkıntılı günler geçirirler. Ancak Erzurum yerlilerinden bir emekli binbaşının sağladığı parayla yola çıkabilirler. Atatürk ve çevresinin para işlerini yürütmekle görevlendirilen Heyet-i Temsiliye üyesi Mazhar Müfit Kansu, paranın baş sorunlardan biri olduğunu anılarında çarpıcı olaylarla anlatır:
“Paşa emirber Ali’ye emretti:
“-Ali, bize birer şekerli kahve yap.
“Ali:
“-Paşam, şeker yok. Sade yapayım mı?
“deyince, Paşa gülerek yüzüme baktı:
“-Canım Mazhar Müfit, niçin şeker aldırmıyorsun?
“dedi, ben de gülerek:
“-Yarın inşallah aldırırım.
“dedim ve ekledim:
“-Hele şimdi sade içelim…
“Emirber Ali sade kahveleri pişirmek üzere odadan çıktıktan sonra, Paşa, mahzun mahzun gözlerini gözlerimde dolaştırarak:
“-Farkındayım. Yine züğürtledik…
“dedi.
“-Evet Paşam. Hem züğürtledik, hem de mevcut paramız şeker almaya elverişli değil. Şeker çok pahalı… cevabını verdim. Paşa:
“-Bu para işine bir çare bulmalıyız.
“diye mırıldanırken, Hüsrev Sami (bir başka Heyet-i Temsiliye üyesi – K. Y.) hemen atıldı:
“-Paşam ne diye düşünüyorsunuz? Yarın Osmanlı Bankası’ndan, Reji’den (yönetimi yabancılarda olan tütün tekelinin kısa adı – K.Y.) ve öteki yabancı kurum ve bankalardan borç alalım.
“Bana da bu öneri çok çekici gelmiş olacak ki:
“-Çok uygun… Hem de pek kolay…
“dedim. Mustafa Kemal birden kaşlarını çattı:
“-Kesinlikle olmaz. Buna izin veremem…
“diyerek çok sert bir sesle devam etti.
“-Zaten İstanbul bize Celali diyor. Bir de bankaları ve yabancı kurumları soyuyorlar diye aleyhimizde bin çeşit yalan söz yayılmasına fırsat veremeyiz.
“Hüsrev Sami de, ben de:
“-Eşkıya demesinler, Celali demesinler, bunların hepsi güzel… Fakat aç mı kalacağız?
“diye sorduk. Paşa:
“-Aç maç, nasıl kalırsak…
“diyerek sözü kapattı. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Üçüncü Kitap, Tekin Yayınevi, 1995, s. 996-997).
Böylesine titizdir devrimciler, para konusunda. Leke sürülsün istemezler.
Üstelik kelle koltuktadır. Mustafa Kemal için emperyalist uşaklarınca ölüm fermanı çıkarılmıştır. Mustafa Kemal, “Ben Erzurum’dan İzmir’e sağ elimde tabanca, sol elimde sehpa öyle geldim” diyen biridir. Daha sonra düzenlenen suikasti tesadüfen öğrenerek kurtulur. Lenin ise ciddi bir suikaste uğramış ve ağır yaralanmıştır. Buna rağmen halktan kaçmaz devrimciler.
Bugünkü din bezirgânı emperyalist uşakları ise halktan sömürdükleriyle “yüksek güvenlikli” saraylar inşa ediyorlar, yüzlerce korumayla geziyorlar. Halktan korkuyorlar çünkü….
Ama halkımızın dediği gibi korkunun ecele faydası yoktur. Devrimler, devrimcileri bile şaşırtan bir zamanda, ansızın gelebilir.