IMF’siz IMF Reçeteleri ve Dolar: “Dolsa ne olur, dolmasa ne olur?”
Hüseyin Ali
Bu dünyanın direği yok
Merhameti yüreği yok
Kılavuzun gereği yok
Yolun sonu görünüyor
(Musa Eroğlu’nun bir türküsünden)
Tayyipgil’in “esprili”(!) başbakanı Binali (gerçekte Milyarali, ki dolar milyarderi olduğu kesinleşti, Hollanda basınında sadece Hollanda’daki varlığının 26 milyar dolar olduğu bizim basında yer aldı), başbakanken 2016 Ekim ayında doları soranlara böyle demişti, “Dolardan bize ne, dolsa ne olur dolmasa ne olur, biz kasaya dolana bakalım. Her şeyi getirip dolara bağlamanın anlamı yok. Çıkıyor, iniyor.”
Evet, Tayyipgil için “kasaya dolan” önemli. Yirmi yıldan beri kasalarını dolduruyorlar. Din bezirgânlarının kasalarından dolar fışkırdığı doğru!
Tayyip “Cumhurbaşkanı” koltuğunu gasp ettiğinde (2018), 1 dolar 4.74 TL idi, şimdi 13.50 TL’yi gördü. Bu üç yılda TL, dolar TL karşısında yaklaşık 3 katı değer kazandı ya da tersine TL’nin alım gücü bir o kadar düştü anlamına geliyor. Buna devalüasyon deniliyor. Türk parasının, argo deyişle “deve olması” da diyebiliriz.
Bizim gibi geri ve dışa bağımlı ülkelerde devalüasyonun yol arkadaşı enflasyondur, yani hayat pahalılığıdır.
Devalüasyon-enflasyon kısır döngüsü geri kapitalist ülkelerin makus talihidir. Çünkü sanayi devrimini yapamamış, kapitalizmöncesi üretim ilişkilerinden kopamamışlardır. Emperyalizm dönemiyle birlikte bu ülkelerin sanayi devrimi yapabilmesi zaten imkânsız hale gelmiştir. Ayrıca, emperyalist sömürü de bu ülkelerin geri kalmasını sağlamıştır.
Emperyalist sömürü araçlarından birisi de uluslararası finans kuruluşlarıdır. Bunların başında ise Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fund), yani IMF gelir.
IMF, emperyalist sömürünün para oyunlarıyla sürdürülmesinde koordinasyonu sağlayan bir merkezi örgüt. Zora düşen ülkelere borç para verir.
Zora düşen ülkelerin zorlanmasının nedeni bellidir. Geri ekonomi, zayıf üretim gücü, ekonomik dışa bağımlılık, dolayısıyla cari açık, dış borçlanma vb. birbirine bağlı kısır döngüdür.
IMF, bu ülkelere ekonominin çarklarının dönmesi için kredi verir, geçici bir rahatlama sağlar ama karşılığında da acı reçeteler verir ve bu acı hapların yutulmasını sağlar.
Reçete bellidir: Kemerleri sık, zam yap, devalüasyon yap, vergileri artır!
Şimdi Tayyipgil’in uyguladığı reçete farklı mı?
Tamamen klasik IMF reçetesi! Zam var, devalüasyon var, vergi artışı var. Hem de çok acımasızca…
Diyorlar ki, IMF’ye kucak açmayacağız.
Ama zaten yaptıkları IMF reçetelerini bire bir uygulamak. Milyarali’den esinlenerek söyleyelim: IMF olsa ne olur, olmasa ne olur?
Kaldı ki, bu din bezirgânlarının emperyalizmle gizli işler çevirmekte ne kadar mahir oldukları biliniyor. Belki de el altından IMF ile görüşüyorlar. Bu durum emperyalizmin de işine geliyor tabiî…
Enflasyon-devalüasyon sarmalı en çok da bizim din bezirgânlarının hoşuna gidiyor. Binyılların sömürü deneyimiyle Tefeci-Bezirgânlık da fırsatı iyi değerlendiriyor. Üstelik suyun başındalar!
Merkez Bankası kasasındaki 130 milyar doların deve oluşu, din bezirgânlarının kasalarının büyümesiyle ilişkilidir. Binali’lerin Milyarali oluşu böyledir.
Din bezirgânları geçmişi iyi bildiklerinden, ülkeye yüksek faizle sıcak para girişi durunca ölümlerini görmüşçesine korktular.
Önce doların TL karşısında yükselişini gizlemek için Merkez Bankası kasalarını boşalttılar. Merkez Bankası kasaları da boşalınca çarkı biraz da “swap” (takas, bir tür para değiş tokuşu) anlaşmaları denilen borçlanma yoluyla çevirdiler.
Şimdi “swap” imkanları da daraldı ve dolar fırladı.
En son, kendi deyişleriyle “Fetöcü” Birleşik Arap Emirlikleri’ne Varlık Fonunda yer alan zenginlikleri peşkeş çekerek durumu idare etmeye çabalıyorlar. Ne kadar ilerleyebilirler? Çok uzun sürmeyeceği kesin.
(Birleşik Arap Emirlikleri ve Tayyipgil’i bu yola ABD Emperyalizminin yönlendirdiği de kesin. Çünkü, Trump’ın danışmanlarından John Bolton’un anılarında (The Room Where It Happened), bu finansman işlerinin nasıl yürüdüğü veriliyordu. Papaz Brunson olayında ülkeye döviz girişi kısıtlanınca, Türkiye’ye büyük miktarda döviz akıtan Katarlıların da uyarıldığını ve dolar akışının durduğunu ima ediyordu Bolton. Şimdi ABD Emperyalizmi bu anlaşma karşılığında Tayyipgil’den kim bilir ne kopardı? Eski Büyükelçi Şükrü Elekdağ’a göre, kopardıkları Rusya’ya karşı Türkiye’nin NATO’nun Karadeniz Ortak Deniz Gücü’nde yer alması. Bizce buna ek olarak Rusya’ya karşı Ukrayna’ya destek verilmesi, Suriye’de PKK/PYD’nin devlet örgütlenmesine göz yumulması ve İdlib’deki katil dinci çetelerin desteklenmesi de var.)
Ekonomiye geri dönelim.
Tayyipgil ekonomideki enflasyon-devalüasyon ikilisini dış güçlere bağlıyor. Amaç halkımızı kandırmak. Onlara göre doları yükselten dış güçler. Dolar yükselince her şey otomatikman yükseliyor. Buna çare yok, demeye getiriyorlar.
Aslında IMF reçetesini uygulamak için “faiz” kandırmacasına sığınıyorlar. “Faiz sebep, enflasyon netice” diyerek, hem olayın özünü gizliyorlar, hem de faize karşıymış gibi görünerek dinci çevrelere propaganda yapmış oluyorlar.
Ya Meclis’teki Beşli Çete?
Onlarsa “Faizi indirdi, böyle oldu” demeye getiriyorlar ve emperyalizmin bizim gibi ülkelere dayattığı “Piyasa Ekonomisi”ni savunuyorlar. Yani, onlar da işin özüne girmiyorlar.
Böylece Tayyipgil de, Meclisin Beşli Çetesi de halkımıza “kırk katır mı, kırk satır mı” dayatmasını yapıyorlar. Bir bakıma halkımıza “ölümlerden ölüm beğen”, diyorlar.
Çünkü, her iki görüş de halkımızın sömürülmesini ve yoksullaşmasını getiren kandırmacalar.
Tayyipgil, yıllardan beri dünyanın en yüksek faiz oranlarını uyguladı. Böylece sıcak para ülkeye girdi ve halkımızın zenginlikleri, bu sıcak paraya faiz olarak sunuldu.
Bu yol tıkanır gibi olunca, bu kez tersinden faizi indirip yüksek dolar kuru ve pahalılık ile sömürüyü sürdürüyorlar.
Peki işin özü ne, denecek.
İşin özünde ekonomimiz dışa bağımlı. Özellikle 1950’lerden beri gittikçe artan bir dışa bağımlılık söz konusu. Devalüasyon durumunda, dışa bağımlı ekonomide ekonominin çarkları dönecekse, ülkeye her ithal edilen mal daha pahalı, her ihraç edilen mal ise daha ucuza ihraç edilecek demektir. Bu da hayat pahalılığı anlamına gelir. Sömürünün diğer boyutudur.
Üstelik, her iki sömürü durumunda da işsizlik kaçınılmazdır.
Özetle halkımız yüksek faiz kırk katırı ile yüksek dolar kırk satırı arasında ikileme düşürülmektedir.
Bu burjuva bezirgân partilere göre devalüasyona, işsizliğe, pahalılığa çare yok. Öyle de olsa, böyle de olsa yoksulluk, hayat pahalılığı, devalüasyon ve işsizlik kaçınılmaz, demek istiyorlar. İşin özünü, işsizlik, pahalılık ve devalüasyonun gerçek nedenlerini gizliyorlar ve halkımızı çaresizliğe sürüklüyorlar. Sömürü kaçınılmaz demek istiyorlar. Halkımıza gerçek nedenleri gizleyerek domuzuna çaresizliği, çözümsüzlüğü dayatıyorlar.
Nitekim emekçilerimizin sömürülmesi öylesine büyük ki…
Bu yıl Uluslararası Sendika Konfederasyonu (International Trade Union Confederation, ITUC) tarafından yayımlanan “Küresel Haklar İndeksi”ne (2021 ITUC Global Rights Index) göre Türkiye, dünyadaki en kötü 10 ülke arasında yer alıyor. Sömürünün boyutu bu derece yüksek.
Türkiye dışında emekçi hakları açısından en kötü diğer 9 ülkeyse şunlar: Bengladeş, Beyaz Rusya, Brezilya, Kolombiya, Mısır, Honduras, Myanmar, Filipinler ve Zimbabve (https://files.mutualcdn.com/ituc/files/ITUC_GlobalRightsIndex_2021_EN_Final.pdf).
ITUC’un 2020 Küresel Haklar İndeksi’nde ise; “Türkiye, sendikacılara karşı dünyadaki en düşmanca tutum içindeki ülkelerden birisi olarak kalmayı sürdürdü”, ifadesi yer alıyor (https://www.ituc-csi.org/IMG/pdf/ituc_globalrightsindex_2020_en.pdf).
(Biz bu düşmanlığın tabiî ki, gerçek, devrimci sendikacılara karşı olduğunu biliyoruz. Yoksa sarı sendikacılar için ortalık süt liman!)
Üstelik, bu durum 2015’den beri süregeliyor. Yani, Türkiye yedi yıldan beri emekçiler ve devrimci sendikacılığa düşmanlık açısından en kötü on ülke arasında…
Bu ekonomik zorluklar içinde işsizlik ve hayat pahalılığından ezilen halkımıza Tayyip şürekâsı komik önerilerde bulunuyor: “Porsiyonları azaltın” (Emine Erdoğan); “iki kilo et yerine yarım kilo alın, domatesi iki kilo değil, 2 tane alın, 1 kilo biber alacağınıza 3 tane alın” (AKP Elazığ Milletvekili Zülfü Demirbağ); “Doğal gaza zam gelmiştir ama mini mini gelmiştir… “Porsiyonların küçültülmesinde ise peygamber efendimiz ‘midenin 3’te 1’ine sıvı, 3’te 1’ine yiyecek, 3’te 1’ini ise boş bırakın’ diyor” (AKP Konya Milletvekili Hüsniye Erdoğan); “halkın midesine kuru ekmek giriyor, demek ki aç değil” (AKP Denizli Milletvekili Şahin Tin) gibi…
Böylesine halktan kopmuşlar… Saray yaşamı ve tatlı sömürünün getirdiği körlük, diyebiliriz.
Aslında din bezirgânlarının dedikleri, ettikleri 18. Yüzyıl sonlarının Fransa’sında olup bitenleri çağrıştırıyor.
Ne diyelim? “Yolun sonu görünüyor”…
Büyük Fransız İhtilali öncesinde halk açlıktan yakınınca, Fransa Kralı XVI. Louis’nin karısı Kraliçe Marie Antoinette’in de, şikâyetçi halka; “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler”, dediği rivayet edilir. Hem kralın, hem de kraliçenin giyotin ile idam edildiği malum…
Marie Antoinette (1755-1793)
Büyük Fransız Devrimi, bir burjuva devrimiydi. Burjuvazi halk yığınlarını arkasına alarak bu devrimi gerçekleştirmişti. Ancak, iktidara gelince gericileşmiş, kapitalist sömürüyü dayatmış, demokratik halk iktidarı arayışlarını ise kanla bastırmıştı.
Türkiye’de yaşanacak devrim ise sosyalizme yürüyen bir Demokratik Halk Devrimi olmak zorundadır.
Çünkü halkımıza ne kırk katır, ne de kırk satır dayatmasını yapmaksızın enflasyon-devalüasyon sorununu çözecek tek yönetim biçimi Demokratik Halk İktidarıdır; “herkesten yeteneğine göre, herkese emeğinin karşılığında”, diyen sosyalizmdir.
Halkımıza bu yolu gösterecek öğretmenler ise İşçi Sınıfımız ve Gerçek Devrimcilerdir.
Yazımızı, 27 Mayıs Devrimcilerinden Suphi Karaman’ın oğlu Suay Karaman’ın “24 Kasım Öğretmenler Günü” için yazdığı şiiri ile tamamlayalım:
Sana kızıyorum öğretmenim.
Elimde değil,
Kızıyorum işte!
Bana dünyanın nasıl döndüğünü öğrettin öğretmenim,
İçinde dönen dolapları öğretmedin.
Pamuğu öğrettin,
Tohumu, yaprağı ve çiçeğini.
Ya onları toplayan nasırlı ellerini yoksulların!
Öğretmenim,
Madenleri öğrettin,
Bizde ve dünyada nasıl çıkarıldığını öğrettin.
Teşekkür ederim.
Kimin çıkardığını, oradan aslan payını kimin aldığını,
İşbirlikçilerini, vatan hainlerini neden öğretmedin?
Sivrisineği, tahtakurusunu,
Tenimde kanımı emen hayvanları öğrettin.
Kendimi korumaya çalışıyorum,
Ve sana teşekkür ediyorum.
Bizde insanlar da kan emermiş,
Vampirden, keneden beter!
Evet öğretmenim,
Kanımızı emen, bizi iliklerimize kadar soyan,
Emperyalizmi diyorum,
Neden öğretmedin, neden?
İşte bu yüzden sana kızıyorum öğretmenim.
Elimde değil!
Suay Karaman