Tayyipgiller’in, ülkemizi Parababaları için dikensiz gül bahçesine çevirmeleri bile Sınıflar Savaşını engelleyemez
Mustafa Şahbaz
AKP gibi mafyatik bir suç örgütünün 20 yıl iktidarda kalmasını sağlayan şey, mucize kabilinden olayların arka arkaya sıralanmasıdır. Yoksa böylesine diplomasız, eğitimsiz, altyapısız bir kadronun, daha doğrusu bir reizin ve çevresinde toplanmış, vurgun yapmaktan başka hiçbir becerisi olmayan avanesinin 20 yıl değil, 20 gün bile iktidarda kalması mümkün değildi.
Neydi bunu sağlayan olgular?
Örneğin, iktidarları, Ecevit Hükümeti döneminde yaratılmış derin bir krizden sonra başlamıştı. Hani Bektaşi fıkrasında anlatılır ya: İki şarap üreticisinden her biri kendi şarabının daha kaliteli olduğunu iddia eder. Anlaşamayınca bilirkişi olarak Bektaşi Babasına başvurmaya karar verirler. Baba ilk şarabı tadar ve “Bu şarap öbüründen kötü”, der. Şarabın üreticisi itiraz edecek olur. “Baba daha öteki şarabı tatmadın ki.” Babanın cevabı nettir: “Eğer ben şaraptan anlıyorsam, bundan kötüsü olamaz.” İşte o hesap, iktidarı; “bundan daha kötüsü olamaz”, şartlarında ele geçirdi Tayyipgiller. Oysa uzun yıllar IMF’nin Kemal Derviş kişiliğinde somutlaşmış ekonomik politikasını (yani halk nezdinde kötü olduğu bilince çıkarılmış IMF reçetelerini) uyguladılar. Ama dedik ya ne yapsalar eskisinden kötü olamayacak ya da halkın algısında kötü olduğu kanısı yaratmayacak bir durumda devraldılar iktidarı. (Şimdi yarattıkları durum da Bektaşi Babasının; “Bundan kötüsü olamaz”, dediği durumdur. Hatta 1999 Krizinde yalnızca ekonomik kriz vardı. Bunlar devrilip giderken ekonomik krize; demokrasi krizini, hukuk krizini, insan hakları, kadın hakları, çocuk hakları, eğitim, sağlık, laiklik, kültür, ahlâk vb. vb. krizlerini eklediler.)
Türkiye’yi derin bir ekonomik krize sokarak Tayyipgiller’i iktidara taşıyan ve böylesi olanaklara sahip olmasını sağlayan ise şüphe yok ki, devşiricileri olan ABD, İngiltere ve İsrail’di.
Örneğin, dünyada doların bol olduğu, faizle borç para bulmanın kolay olduğu bir döneme denk geldi iktidarları. Ekonomistlerin söylemiyle dünyada “sıcak para bolluğu” vardı. Bu sıcak para nerede daha yüksek faiz varsa oraya akıyordu. E, Nass’çı Tayyipgiller’in yönettiği Türkiye’den daha yüksek faiz verecek ülke de zor bulunurdu. Onları iktidara taşıyan, BOP Eşbaşkanı yapan ABD, İngiltere ve İsrail de bu sıcak paranın Türkiye’ye doğru akmasını sağladılar elbette. Bu yüzden yüksek faizle uluslararası tefeci piyasasından bol bol dolar aktı ülkemize. Borçlanmanın sonraki kuşakların geleceğini satmak-çalmak olması ise onları zaten hiç ırgalamadı, o zaman da, şimdi de.
Örneğin, Yüz milyarlarca dolar değerinde Kuvayimilliye yadigârı kamu malları vardı. Özal’ın başlattığı ve sözde sol muhalefet olan Halkçı Parti, SHP, CHP’nin, sonraları DSP’nin özüne değil, biçimine karşı çıktığı (özünde destek verdiği) Özelleştirme denen ve vatan satıcılığı anlamına gelen yöntemle Tayyip; “Ben ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim”, dedi. O zaman maliye bakanlığı yapan (daha doğrusu vatan satıcılığı yapan) “ağabeyim” dediği Kemal Unakıtan; “Babalar gibi satıyoruz”, dedi. Ve hainler gibi (gibisi fazla), haince sattılar yok paraya yerli-yabancı Parababalarına, halklarımızın alınteri, göz nuru Kuvayimilliye yadigârı fabrikalarını.
Örneğin, Modern ve Antika Parababalarının (yani başta kendilerinin, Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının temsilcileri olarak) yarattıkları vurgun ve soygun düzeninde yokluğa yoksulluğa düşürülmüş halkı “makarna paketleri”yle kendilerine muhtaç hale getirdiler. Sözde yoksullukla savaşıyor, yoksullara el uzatıyorlardı. Aslında onları oy davarı gibi kullanıyorlardı. Bu da kendi buluşları değildi. İngiliz gizli örgütünün örgütlediği “İhvan-ı Müslimin” yani “Müslüman Kardeşler”in birçok Ortadoğu ülkesinde yürüttüğü bir uygulamanın kopyasıydı. Halkı oy davarına çevirmenin sınanmış etkili bir yoluydu.
Bu örnekler çoğaltılabilir.
Tayyipgiller’in en büyük silahı
Ama Tayyipgiler’in iktidarda 20 yıl kalabilmesini sağlayan asıl büyük kozu, halkın din duygularının sömürülmesiydi. “Halkın din duyguları” deyince de bir durmak gerekiyor. O “dini duygular-hassasiyetler” denen duyguların çok büyük kısmının ise Kadim Anadolu Din Anlayışıyla hiçbir benzerliği yoktu. O “dini duygular” denen şey, 1950’den beri ABD’nin himayesinde örgütlenmiş ve neredeyse her şehirde kasabada kurulmuş İmam Hatip Okulları ve en ücra köye kadar tarikatlar tarafından yaygınlaştırılmış Kur’an kursları ile halkımıza empoze edilmiş Muaviye-Yezid dininin CIA-Pentagon versiyonuydu. Bu CIA’nın kurguladığı dini duyguların, ülke çapında yaygınlaşması Tefeci-Bezirgân Sermaye tarafından sağlanmış; halkı “Allah’la aldatma”nın zemini hazırlanmıştı.
Tayyipgiller’se insanları (kitleleri) “Allah’la aldatma”nın üstatlarıydılar. Bu öyle bir güçtü ki, tek enstrümanıyla, kısmen de olsa Laik olan, koca Türkiye Cumhuriyeti’ni sırt üstü yere serebiliyordu. Bu sihirli enstrüman “Türban”dı. Halklarımızın geleneğinde hiç de var olmayan bir baş bağlama yöntemi, dinin bayrağı haline getirildi. Türbanla önce Üniversitelere girme mücadelesi, sonra türbanlı milletvekili olma, sonra türbanlı memur olma, sonra türbanlı öğretmen olma, sonra polis olma, sonra subay olma kisvesi altında Laikliğin temeli oyuluyor; din devletine giden yolun taşları döşeniyordu.
Koca Cumhuriyet kurumları bu basit avadanlığın karşısında yerle yeksan oldular. Oysa memlekette bir başörtüsü sorunu yoktu. Kimsenin, halkımızın büyük çoğunluğunun taktığı başörtüsüne bir itirazı da yoktu. Ama dünyanın her laik ülkesinde kamuda hizmet veren kişilerin, tüm kesimler karşısında nötr (tarafsız) olmalarını sağlayan bir üniforması olur. O mesleği seçen kişi o üniformayı giyer, giymeyi kabul ederek o mesleği seçer. Özel yaşamında başörtüsü mü takar, türban mı takar; o kişinin kendi bileceği iştir. Kimsenin de karışmaya hakkı yoktur.
Ama bu türban meselesi öylesine etkili kullanıldı ki, kendisine devrimcilik ne ki, öncü savaşçısı diyenler bile bu oyunda figüran olmayı demokratlık sandılar. Erkek oldukları halde türban takıp türban eylemlerine katılan “solcular” görüldü bu güzelim ülkemizde.
İnsan ister istemez söyleniyor:
Ey emperyalizm sen nelere kadirsin…
Bir yanlış anlamının önüne geçmek adına söylemiş olalım ki, dincilerde, öyle Cumhuriyet’i yıkacak ne güç ne de cesaret yoktu, yoktur. Ama onların arkasında ABD Emperyalizminin gücü vardı, vardır. Tıpkı Afganistan’da nasıl “Mücahit” adını takarak gerici güruhları harekete geçirdiyse Emperyalizm, Türkiye’de de aynısını yaptı. 1950’den beri besleyip büyüttüğü “Yeşil Kuşak”ın evlatlarıydı onlar. Korunup kollandılar. Meşhur sözle ABD’nin “toplum mühendisliği”yle yürüyecekleri yol, her zaman açık ve temizlenmiş halde, her türlü tehlikeden arınmış olarak, önlerine kırmızı halılar (sonradan Tayyip onu turkuaza dönüştürdü) döşenerek açık tutuldu.
Tayyipgiller’in örgütsüz toplum oluşturma becerisi
Biz burada, AKP’nin “Allah’la aldatma” becerisinin İşçi Sınıfı Cephesinde nasıl bir yıkıma, işverenler cephesinde nasıl bir şenliğe yol açtığını göstermek istiyoruz. İşçi Sınıfı ve emekçi kesimde nasıl bir cehennem yarattığını, İşverenler Cephesinde nasıl bir Cennet var ettiği mucizesinden söz edeceğiz.
AKP öncesi, kediye göre budu bir sendikal örgütlenmesi vardı İşçi Sınıfımızın.
Sözü uzatmaktan ve rakamlara boğmaktan sakınmak adına yalnızca birkaç başlıkla yetinelim:
“Resmi Gazetede bugün (22 Temmuz) yayımlanan tebliğe göre, yaklaşık 16 milyon işçinin yalnızca yüzde 14,26’sı sendikalı. AKP iktidara geldiğinde yüzde 58 olan sendikalaşma oranı, yüzde 14’e geriledi.”
“(…)
“Medyascope’a konuşan sosyal politika uzmanı Prof. Dr. Aziz Çelik, kayıtdışı çalışmayı hesaba katmayan resmi verilerin gerçeği yansıtmadığına dikkat çekerek gerçek oranın yüzde 14,26’dan daha düşük olduğunu şöyle anlattı:
“Resmi sendikalı işçi sayısı 2 milyon 280 bin iken toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi sayısı 1 milyon 600 bin civarındadır. Toplu iş sözleşmesi kapsamı yüzde 10 civarındadır. Gerçek sendikalaşma oranı budur. Özel sektörde toplu iş sözleşmeleri kapsamındaki işçi oranı yüzde 5-6 civarındadır. 600 binden fazla işçi sendika üyesi olduğu halde toplu iş sözleşmesi kapsamında değil. Bunun temel nedeni işkolu ve işyeri barajları ile sendikalaşmanın işverenler tarafından engellenmesi ve teşmil mekanizmasının uygulanmamasıdır.” (Medyascop, Özgecan Özgenç’in haberi, 22 Temmuz 2022 Cuma)
Örgütlenme düzeyi nicel olarak bu sayılara gerilemiş İşçi Sendikalarının nitelikleri ise tek kelime ile nedir?
SARI…
Yetmedi:
YEŞİL…
Kamuda çalışan işçilerin büyük bölümü, CIA tarafından kurulmuş ve onun tarafından fonlanmış Türk-İş üyesidir. Yani sarı sıfatının yetersiz kalacağı kadar sarı bir sendikadır Türk-İş ve yöneticileri.
Sonuç: “İşçileri memnun etmeyen yeni zamların ardından Türk-İş Başkanı Ergün Atalay’ın, mikrofonu açık kalınca söylediği, ‘Uzasa işi karıştıracağız. En azından kapattım böyle’”, diyerek işçileri sattığının itirafıdır.
FOTOOOOO
Bu kadarla yetinelim. Ama şunu da söylemeden geçmeyelim: Ergün Atalay halen Türk-İş Başkanıdır…
Örgütlenme karşıtı sendikalar
Parababalarına sarı sendika yetmedi. Bir de ne zaman bir işçi örgütlenmesi olsa (ki doğal olarak bu örgütlenmelerin önderleri solculardır) karşılarına hemen bir KARA (faşist), bir de YEŞİL (dinci) sendika peyda ettiler. Bunların görevi, önceleri grev kırıcılığı, örgütlenme düşmanlığıydı. Üye sayıları pek önemli değildi. Parababaları için onların var olmaları, işçi örgütlenmelerini baltalamaları yeterliydi. AKP’nin iktidarıyla birlikte dinci sendikalar füze hızıyla yükseldiler.
Kamu çalışanları Cephesinde de durum farklı değildi. Durumu tüm çıplaklığıyla gözler önüne sereceği için AKP yandaşı demenin hafif kalacağı Memur-Sen’in yükselişini şu rakamlar netçe göstermektedir:
FOTOOOO
(Kaynak: https://www.tekgida.org.tr/turkiyede-sendika-uyelerinin-sayilari-1948-2021-55036/)
Görüldüğü gibi 2002’de 41.871 olan üye sayısı 2020’de 1.013.920’ye çıkmıştır. Yani 18 yılda tam 24 mislinden fazla büyümüştür.
Pekiyi bu yükseliş hangi mücadelenin sonucunda gerçekleşmiştir? Var mı bu sendikanın ücretleri arttırmak, sosyal haklar elde etmek, Kamu Çalışanlarının zam zulüm altında inlemelerini önlemek, onların refah düzeyini yükseltmek için bir eylemi, mitingi, grevi?
Yok… Olamaz zaten…
Onların görevi, emekçi kesimlerin başını bağlamak, yukarıdan ne verilmişse ona şükretmelerini sağlamaktır. Hani Nietzsche der ya; “Böyle buyurdu Zerdüşt”, diye; bunlar için de; “Böyle buyurdu Tayyip ya da Parababaları ve onların arkasındaki ABD, CIA, MOSSAD.”
İşte Parababaları için böylesine bir hizmet avadanlığıdır, bu örgütler. Sınıflar savaşını yasaklamanın en hinoğlu hince hayata geçirilmesidir yaptıkları iş.
Bu satılmışlığın vardığı son nokta:
“Yalova’da bulunan Sefine Tersanesi’nde taşeron işçi olarak çalışan Yasin Demirdağ’ın iş cinayetinde hayatını kaybetmesi sonrası, iş sağlığı ve güvenliği (İSG) çalışanları tarafından cansız bedenine emniyet kemeri takılmak istenmesine tepki gösteren 35 işçi işten çıkarıldı.” (Cumhuriyet, 25 Ağustos 2022)
İşte durum budur. Soruşturma için gelecek güvenlik güçlerine ve savcılara: “İşçi düştüğünde güvenlik kemeri takılıydı. Yani işverenin bir ihmali yok”, demek için 19 yaşındaki (daha hayatının baharındaki) İşçi Yasin’in cansız bedenine emniyet kemeri takmak istiyorlar. Gepegenç bir işçinin hayatının kayıp gittiğine mi yanarsınız, o öldükten sonra ailesine vereceği ve hiçbir zaman Yasin’in acısını unutturamayacak olan üç kuruş tazminatı bile vermemek için işverence yapılan ahlâksızlığa mı yanarsınız… Bu iğrençliğe aracı edilen iş sağlığı ve güvenliği (İSG) çalışanlarının düşürüldüğü insanlık dışı tutuma mı yanarsınız…
Ne der Yunus genç ölümleri için:
Bu dünyada bir nesneye,
Yanar içim, göynür özüm,
Yiğit iken ölenlere,
Gök ekini biçmiş gibi.
Bir de yetmezmiş gibi, bu insanlık dışı davranışa engel oldukları için 35 işçi işten atılıyor. Açlığa, yoksulluğa mahkûm ediliyor. Örgütlü bir toplumda bu olay üzerine yer yerinden oynardı. Hatta Latin Amerika ülkelerinde bile halk sokaklara dökülürdü. Tayyip’in ülkemizi getirdiği bu aşamada hiçbir kitlesel tepki yok.
Biz boşuna demiyoruz: Örgütsüz Halk Köle Halktır!
Ama bu sloganımızın bir de devamı var: Örgütlü Halk Yenilmez!
Ya da Latin Amerikalı yoldaşların söylemiyle:
El Pueblo Unido Jamás Sera Vencido! (Örgütlü Halk Asla Yenilmez!)
İşte bu vatana ihanettir
Tayyip ne dedi:
“Diyorlar ki onlarda enflasyon yüzde 9 bizde 80’e dayandı. Onlardaki 9 enflasyonun ekonomik ve sosyal sonuçlarıyla bizdekinin etkileri aynı değil ki… Biz işçiden memura her kesimden vatandaşın gelir kaybını enflasyonun üzerinde artışlarla telafi ederek enflasyonun etkilerini sınırlandırdık. Avrupa’daki gıda fiyatlarındaki artışla ücretlere yapılan artışlar arasında uçurum var insanlar sokaklara dökülmeye başladı.” (https://onedio.com/haber/erdogan-dan-enflasyon-yorumu-diyorlar-ki-onlarda-yuzde-9-bizde-80-e-dayandi-ama-1089957)
Tayyip de bazen doğruyu söyleyebiliyormuş, hayret. Demek ki, onlardaki yüzde 9 enflasyona karşı bizde yüzde 80 enflasyon varmış. Sonra onlardaki 9 enflasyonunun ekonomik ve sosyal sonuçları insanların sokağa dökülmesine neden oluyormuş.
Buraya kadar söyledikleri tamamen doğru. Ama bundan daha fazla doğruyu söylemesini beklemek Tayyip’e eziyet etmek demektir. Bu kadar doğru yeter.
Şimdi asıl uzmanı olduğu konuma geçiyor: Yalanları, çarpıtmaları sıralamaya.
Ne diyor?
“Biz işçiden memura her kesimden vatandaşın gelir kaybını enflasyonun üzerinde artışlarla telafi ederek enflasyonun etkilerini sınırlandırdık.”
Yalan!..
“Avrupa’daki gıda fiyatlarındaki artışla ücretlere yapılan artışlar arasında uçurum var”.
Yalan!..
İşte cevap:
“Alman hükümeti, Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle yaşanan enerji krizi sonrası hane halkını ve şirketleri yükselen enflasyonun etkisinden korumak için 65 milyar avroluk üçüncü yardım paketini hazırladı.” (Cumhuriyet, internet sayfası, 04 Eylül 2022)
Kaldı ki Alman Hükümeti, bunu halkını çok sevdiği için, çok vicdanlı olduğu için yapmıyor. Onun korkusu, halkın yüzde 9 enflasyona bile tahammül (şükür) etmeyip sokaklara dökülmesidir.
Ama sınıflar savaşını (hak arama mücadelesini) neredeyse sıfıra indirmiş Tayyip’in böyle bir korkusu yok. Bu korkusuzlukta muhalif geçinen (CHP, İYİ, Saadet, Deva, Gelecek, hatta HDP vb.) düzen partilerinin rolünü de unutmamak gerekir. Onlar güya muhalifler. “Aman ha eylem olmasın, ağzımıza düşecek kadar pişmiş hazır iktidar armudu heba olmasın; sonra provokasyon olur, bu da iktidarın işine yarar”, tutumuyla en az iktidar kadar halkımızın içinde yaşadığı İşsizlik Pahalılık Cehenneminin yaratılmasında rol sahibidir, bu partiler de.
Ayrıca bu “muhalifler” iktidara gelseler, ki öyle görünüyor, halklarımız için farklı bir durum oluşmayacaktır. “Şükür”ün yerini, “biraz kemer sıkmamız gerekiyor” yavesi alacaktır, o kadar. Gelsin Kemal Derviş benzeri bir “kurtarıcı”, IMF, Dünya Bankasının dayattığı, halklarımız için zulüm anlamına gelen, zehir-zıkkım reçeteleri uygulasın, Türkiye krizden çıksın. Halkın canı çıkıyormuş ne gam…
Hak arama yasakçılığında son nokta
Tayyip (tabiî buna burjuva muhalefet partilerini de eklemek gerekir) Türkiye’yi öyle bir örgütlenme yoksunu, hak arama yollarının öylesine tıkandığı bir ülke haline getirdi ki, asgari ücretle ve güvencesiz bir şekilde çalıştırıldıkları için eylem yapan ve polisin ölçüsüz şiddetine maruz kalan özel okul öğretmenleri için; “Bırakın boykotu falan, nedir bunlar. Siz eğitim öğretim mimarı mısınız yoksa sokaklarda çapulcu olarak dolaşanlardan mısınız?”, diyebildi. Hem de bu sözleri 20.000 öğretmenin atamasının yapıldığı programda öğretmenlere hitaben söyledi, söyleyebildi.
Sözlerinin devamı da bir bu kadar vahim: “Bize yavruları ile haşır neşir olacak öğretmenler lazım. Caddelerde, sokaklarda dolaşanlar değil. Öğretmenlerimizin bu tür fitne teşebbüslerine pirim vermeyeceğini biliyorum.”
Demek ki Tayyip’e göre daha insanca yaşamak istemek, kendi çocuklarına daha iyi bir yaşam sunabilmeyi amaçlamak; bunu sağlamak için de hak aramak, yürüyüş yapmak; “Caddelerde, sokaklarda dolaş”mak oluyor. Ve demek ki, daha insanca bir yaşam için mücadele; “yavrularımızla haşır neşir” olmamak anlamına geliyor. Oysa tam tersi doğrudur. Günlük geçim kaygısından sıyrılabilmiş öğretmen, yavrularımızla çok daha fazla “haşır neşir” olur. Aklı, “Akşam eve yemeklik ne götüreceğim? Çocuğuma ayakkabıyı hangi parayla, nasıl alabileceğim?” sorularına takılı kalmış bir öğretmenden verim beklenemez.
Tayyipgiller’de hiç olmayan ama habire hamaset yaparak dile getirdikleri, vatan millet sevgisinin ete kemiğe bürünmüş hali, o vatan üzerinde yaşayan halka insana yaraşır iyi bir yaşam sunabilmektir. Yoksa milleti bir avuç müteahhide soydurmak, halkı Mustafa Kemal’in sözleriyle “fakr ü zaruret” içine düşürmek, hak arayınca da onlara “çapulcu” demek, polis şiddetine uğratmak halk düşmanlığıdır, dolayısıyla vatana düşmanlıktır. Vatana ihanettir. Hani Mithat Cemal Kuntay’ın meşhur dizesidir; “Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”, diye. Evet öyledir ama diğer yandan toprak, eğer üzerinde karnın doyuyorsa, insanca bir yaşam sürebiliyorsan vatandır. Yoksa Tayyipgiller’in cehenneme çevirdiği ülkeden insanlar Avrupa’ya, ABD’ye kaçıyorsa sen onlar için bu toprakları vatan olmaktan çıkarmışsın demektir. İnsanları kendi vatanlarından kaçacak hale getirene de vatan haini denir.
Böylesine cendereye alınmış, örgütsüzleştirilmiş bir toplum yaratmayı başaran Tayyipgiller, ilelebet iktidarda kalacaklarının hesabını yapıyorlardı. Fakat toplumda ve doğada hiçbir şey aynı kalamaz. Her şey bir değişim ve dönüşüm içindedir. Hele kapitalizm çağında, kapitalizmin kuralları işler. Vurgun, soygun, çapul bir yere kadar sürdürülebilir. Geniş yeniden üretim yapmanın önündeki en büyük engeli oluşturan Tefeci-Bezirgân Sermaye ve onun temsilcisi Tayyipgiller’in ülke kaynaklarını üretime aktarmak yerine çapula aktarmalarının bir sınırı vardı. Gelip o sınıra dayandık. Tarımda üretimi geliştirmek, arttırmak bir yana var olan üretim de Tefeci-Bezirgân vurgunu ve yabancı tarım tekellerinin dayatmaları sonucu yok edildi. Sanayide ise var olan Kuvayimilliye yadigârı kamu malları yağma edildi. Birçoğu makineleri sökülerek üretim dışı bırakıldı. Kıymetli arazilerine rezidanslar, siteler, AVM’ler yapıldı. Üretim merkezleriyken şimdi AVM’ler biçiminde tüketim merkezleri oldu. Yabancı markaların cennetine dönüştürüldü.
Ülkemiz AKP eliyle betona boğuldu. Yüksek faizlerle temin edilen dövizler, üretici alanlar yerine müteahhitlere kısa sürede büyük kârlar getirecek (tabiî bu arada Tayyipgiler’i de ihya edecek) vurgun projelerine aktarıldı. Bu borçları faiziyle birlikte ödemek de elbette çilekeş, emekçi halklarımızın sırtına yüklendi. Gelinen noktada ENAG’a göre yüzde 180 enflasyonun altında ezildi halklarımız. TÜİK bile bütün budamalarına rağmen enflasyonun yüzde 80 olduğunu beyan etmek zorunda kaldı. Aynı TÜİK “Üretici Yurt İçi Üretici Fiyat Endeksi (Yİ-ÜFE) yıllık %143,75, aylık %2,41 arttı” (TÜİK Veri Portalı), demektedir. Bir yılın ortalaması alındığında bu rakam yüzde 130’lardadır. Yani TÜİK’in bu verilerini gerçek olarak kabul edersek tarım ve sanayi sektörü, bir yıldır 100 liralık bir malı yüzde 130 enflasyon nedeniyle 230 liraya mal ediyor ama 180 liradan satıyor. Yani zarar ediyor.
Oysa gerçeklik nedir?
Özellikle sanayi şirketlerinin yıllık kârı, yüzde 180, 200, 400, hatta daha yüksek oranlardadır. Hatta ve hatta; “Geçen yıl da bu yıl da net kâr açıklayan şirketlerden, kâr artış oranına göre en çok dikkat çeken şirket yüzde 1191 kâr artış oranıyla Reysaş GYO”dur. (https://www.dunya.com/finans/haberler/sirketlerde-karlar-patliyor-sermayeler-alarm-veriyor-haberi-665104).
Devletin her kurumu gibi TÜİK’i de işte böylesine çürüttüler.
Ve işçilerin, kamu çalışanlarının ve emeklilerin aylık gelirleri, TÜİK’in belirlediği enflasyon oranına göre belirleniyor. Vay benim köse sakalım… [[1]]
Bu durum sürdürülemez. Ve insanlar sürgit hayvan yerine konulamazlar.
Tayyipgiller, kendileri ve temsil ettikleri Antika-Modern Parababaları için ülkemizi dikensiz gül bahçesine çevirmiş olsalar da hayatın akışı onlara; “yolun sonu görünüyor”, diyor.
Kısacası Tayyipgiller için deniz bitti. Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz.
Vatanı Sevmenin Ustası Hikmet Kıvılcımlı’dan, daha önce de Kurtuluş Yolu’nun 165’inci sayısında yayımladığımız; “HKP Programı der ki…” başlıklı yazımızda paylaştığımız ve bu konuyu en veciz şekilde betimleyen aşağıdaki pasajı, bir kez daha yayımlamanın tam yeridir:
***
Sınıflar Güreşini Yasaklamak Vatana İhanettir
Yeryüzünde sınıflı toplum doğdu doğalı, Toplumun gelişimi, Sınıflar güreşinin gidişine uydu. Batıda Kapitalizmin doğuşu, İngiltere’de “ŞARK MÜSTEBİTLİĞİ” denilen tutumun bir türlü tutunamayışı ortamında gerçekleşti. Batı Kapitalizminin ileri gidişinde başlıca insancıl yay: Sınıflar Savaşının gerçekliğini, bir türlü püskürtemeyişidir. Antika Doğuda ise, tam tersine, batakçı gerilik: sınıflar savaşını sözde inkâr ederken, hep üst sınıflar yararına en azgın utanmazlıkla uygulamıştır.
Zavallı Doğu Toplumlarında herkesin dilinden düşürmediği “ZULÜM” adlı şey, alt sınıfların mücadele haklarını “YASAKLAMAK”tan başka bir şey değildir. Ezen sömürücü sınıflar elinde SINIF SAVAŞI tek yanlı dayanılmaz bir TAHAKKÜM silahıdır. Bu silah, her zaman egemen sınıfların Tekelinde çekilmiş yalın kılıç, namlusu halkın alnına dayatılmış tüfektir. Sömürenlerce, sömürdüklerine karşı en haksız ve en canavarca SINIF SAVAŞI gütmek tahakkümcülerin en vazgeçilmez hakkı sayılmıştır.
Bu Zulüm, Uzak ve Yakındoğu’da, Toplumun önce gelişim hızını köstekleyip ağırlaştırarak durdurmuştur. Sonra, bu durgunluk yüzünden soysuzlaşmış Sosyal yapıyı, tâ temellerinden yıka yıka, insanları köleleştirmenin binbir sinsi ve itçil uygulamalarını gerçekleştirmiştir. Bir Toplumda, en büyük nüfus kalabalığı olan çalışkan yığınları, her türlü savunma hak ve gücünden yoksul bırakmak, sanıldığı gibi, yalnız alt sınıfları ezmekle kalmamıştır.
Üstteki Zalim sınıflar, hazır yiyicilik uğruna zulümden başka hiç bir düşünce ve davranış gütmedikleri için, her türlü yaratıcılıktan uzaktırlar. Köle insan ise angarya işinde ağzıyla kuş tutsa hiç bir işine yaramayacağını bilmektedir. Toplumun bütün nefes boruları tıkanmış, altlı üstlü bütün sınıfları soysuzlaşmıştır. Zalim, mazlum her insan toptan ekonomiye, üretime, topluma yabancılaşmıştır, insanlıktan çıkmıştır. Her gün biraz daha umutsuzlaşan kapıkulları, dışarıdan Kapitalizm gelir gelmez, Sömürge sürülüğüne yatkınlaşmıştır.
Antika Firavun ve Nemrutlar, yahut onları maymunca Taklit edenler, kimseciklere gık dedirtmeden, dirlik düzenlikte çıt çıkarmadıklarını sanmış ve avunmuş olabilirler. Tarih ortadadır. Zalimler yalnız “Halka huzur vermemek”le kalmamışlar, kendileri de çoğu bin belâ ile “Cihandan” yıkılıp gitmişlerdir. Sınıflar savaşını durduramamışlar: yalnız tek yanlı olumsuzluğu ile kanserleştirmişlerdir. Bu kanserleşme, ülkeleri çöle, insanları büsbütün köleye çevirmiştir.
Demek, ülkesini ve milletini lafta değil, işle seven her kişi ve her sınıf ve zümre: biraz namuslu ve vicdanlı ise, Sınıflar Savaşını, boş yere yasaklamaktansa, tersine bilince çıkarıp kolaylaştırmak zorundadır. Sınıflar savaşını yasaklamak: her zaman, tek yanlı tahakküm biçiminde azdırmak olmuştur. Sınıf zıtlıkları kör kuvvet birikimi yaptıkça Toplumun toptan batışını getirmiştir. Alt sınıfların Demokratik Sınıf Savaşlarını yokuşa sürmek Kadim Toplumu yıkılışa, modern ülkeleri gerilikten sömürgeleşmeye doğru sürüklemiştir.
Tarihi değiştiremeyiz yahut yeni baştan işletemeyiz. Ama, çağdaş Toplum insan emeği ve bilinci ile yürüyor. Emeğe ve bilince Demokratik insanca kuralları esirgemek, bir milleti ve ülkeyi hem geri bırakmak, hem çok daha acı ve kanlı kargaşalıklara ısmarlamaktır. Ne denli kara istibdat gelenekli olursa olsun, her ülke modern demokratik Sınıflar Savaşının bilimcil anlamına tolerans göstermelidir. O zaman, Marks’ın Kapital Önsöz’ünde belirttiği gibi, Sosyal Devrimin “Doğum sancıları daha mülayim” olur.
Bu bakımdan, bugün, sırf Sosyal Sınıflar savaşını önlemek kastıyla, Askercil Savaşları kışkırtmak, bir ülkede vatan hainliği, millet düşmanlığı, dünyada İnsan hainliği, Medeniyet düşmanlığıdır. Konu, yani Sınıflar Savaşı bu denli önem kazanınca, onun kurallarını bilmek de en az o denli önemli olur. (Halk Savaşının Planları, Derleniş Yayınları, s. 207)
[1] Geleneksel Karagöz Hacivat oyunumuzda, delilsiz atana; “Vay benim köse sakalım!”, denir.