Site rengi

Tasarım

AKP Anayasası Madde 1: Devletin dili şiddettir. Erdoğan, Erbaş ve Dilipak üçlemesi…

05.09.2020
938
A+
A-

On sekiz yıllık iktidarlarının tükenmiş ömrünü uzatma çabasına düşen AKP’giller, şiddet iklimini yaygınlaştırarak varlıklarını sürdürme telaşındalar. Laik Cumhuriyet’in kazanımlarını yok ederek oluşturdukları Yeni Türkiye’de; adalet, vicdan, ahlâk, sorumluluk, akıl ve bilime yer yok. Bu evrensel değerleri savunanların yerine, siyasi irade karşısında her an ceket ilikleyen, omurgasız, sarayın kölesi ve soytarısı olanlar türedi. Devlet Kurumlarında, üniversitelerde, medyada köşe başlarını tutan bu kraldan fazla kralcılar ülkemizin en büyük kamburunu oluşturuyor.

Türkiye’nin sırtında taşıdığı yük çok ağır. Muaviye-Yezit İslamcıları, günümüzdeki adıyla CIA-Pentagon İslamcıları, insanlığı Ortaçağ karanlığına götürmeye yeminli yerli satılmışlar, halkın sırtında büyük yüktür, kamburdur. Kendilerini iktidara taşıyan AB-D Emperyalistlerinin emirleri doğrultusunda insanlarımızı dini inançları etrafında kutuplaştırıcı siyaseti temel alan çürümüş Ortaçağcı AKP’giller iktidarında varılabilecek yer, hiçlikten öte değildir. BOP Eşbaşkanlığını gururlanarak höyküren AKP’giller anlayışının ülkemizi götüreceği nokta bölünmedir, yok olmadır. Attıkları her adımla ülkemizi Laik Cumhuriyet’ten koparıp Ortaçağın koyu karanlığına yaklaştıran bu Tefeci-Bezirgân Sermayenin siyasi plandaki temsilcisi AKP’giller’in sözcüsü, diploması olmadığı halde Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden şahıstan başkası değildir. Şahsi ikballeri uğruna ülkeyi uçuruma sürükleyen bu Zat’ın hiçbir sözünün ve attığı hiçbir imzanın yasal olarak geçerliliği yoktur. Hükümsüzdür.

“Dava” diye Yezit-Pentagon dinciliği üzerinden siyaset yapması ve alt kadrolarını bu şekilde yedeklemeye çalışması, AKP’nin iktidara geldiği günden beri resmi politikasının bel kemiğini oluşturuyor. “Dindar ve kindar bir nesil” yaratma özlemi içinde kavrulan Erdoğan, 2012’de AKP’li gençlere yaptığı konuşmada; “Kininin, dininin davacısı ol!”, derken, tüm halkı kin beslemeye ve düşmanlığa açıkça tahrik etmişti. Erdoğan bu çağrısında TCK’nin 216. maddesine göre açıkça suç işlemiştir. Seçim meydanlarında AKP’ye oy vermeyenleri açıkça hedef gösterip vatan haini ilan eden de kendisiydi. Suriye’nin AB-D Emperyalist çakalları tarafından parçalanması için başrol oyunculuğuna soyunan, BOP Eşbaşkanlığı ile övünen Erdoğan, AKP’giller’in AB-D Emperyalistlerinin emirleri doğrultusunda yaşama geçirmeye çalıştıkları bütün uygulamalarına karşı çıkan insanlarımızı hain, terörist diye damgalamaktan, karalamaktan geri durmuyor.

Ölçüsü ve dozu duruma göre değişkenlik gösteren topluma sürekli laiklik karşıtı ve mezhepsel gerginlik ve düşmanlık pompalanan, olağanüstü karanlık bir dönem yaşıyoruz. Saltanatlarını sürekli gerginliğe borçlu olan bu iktidar için tek çıkar yol; halkta panik, korku yaratarak insanların birbirlerine olan güvenlerini yok edip toplumu olabildiğince kutuplaştırmak. Mesele korku üzerine kurulu bir iktidar olunca böylesi durumlar da kaçınılmaz bir hal alıyor. İçine düştükleri siyasal, toplumsal krizleri yönetememe durumlarında başvurdukları yol, şiddet dilini kullanmaktan öteye geçemiyor.

Sarayın en tepesindekinden nefret kusan söylemlerini işitmekten kulaklarımız sağır oldu neredeyse. Reislerine özenen atanmış AKP’li memurların da benzer rollere soyunduklarına şahit oluyoruz. En son tıkanan siyasi ve ekonomik krizi örtbas etmek için Ayasofya’yı ibadete açma şovunu sergilediler. Sahi bir anda ne oldu da “Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi” curcunası yaşandı?

1994’ten beri zaten ibadet için bir bölümü açık olan ve beş vakit ezan okunan, kadrolu imamları olan, dünya mirası sembolü, büyük turizm anıtlarından en değerlisini gerici siyasetlerine alet edip camiye çevirmeleri hangi derdimize derman olacak?

Kutsal, azize anlamına gelen “Aya” sözcüğü ile “bilgelik” anlamını taşıyan  “Sofya” (Eski Yunancada sophos sözcüğünden gelir) sözcüklerinin birleşmesiyle adı “Kutsal Bilgelik” olan bir yapının tarihsel anlamı, AKP’nin siyasi çıkarları uğruna yok edildi.

Burada AKP’nin sahte dininin temsilcisi Diyanet İşleri Başkanı Erbaş’ın minbere kılıçla çıkarak etrafa korku salmaya çalışması, vasat düzeyde kurgulanmış bir tiyatroydu. Kılıcın gücüyle (her türlü şiddeti içeren uygulamalarıyla) ayakta kalabilen bir iktidarın emrinde kılıç taşıma görevini ifa eden Erbaş, cümle aleme salladığı kılıçla, kan ve şiddetle beslenen sahibine olan bağlılığını huşu içinde tamamlamış oldu. Muaviye-Yezid dininin temsilcisi Ayasofya’da düşmanlık, ırkçılık, şovenizm, mezhepçilik ve gericilik kustu insanlığın üzerine.

Makbul vatandaş sayılmayanlar -ki bunlar kendi “makbul” tarikatları dışında kalan AKP’li olmayan büyük çoğunluktur- için gösterilen kılıcın gölgesinde kalan Erbaş’ın, Atatürk’e lanet okumasıyla tamamlanan “şiddet yüklü ayinin” sonunda açlık ve yoksulluğumuza çare mi bulundu? Komşularımızla kördüğüme dönüşen dış politikada beka sorunumuz mu aşılacak? Yargı mı bağımsız olacak? Çağın gerisine düşmüş eğitim sistemimiz mi düzelecek? Medya daha mı özgür olacak? Dolar karşısında her geçen gün değer kaybeden paramızın değeri mi artacak? Salgınla artan işsizlik son mu bulacak? Hangisi?..

Cevabı hepimiz biliyoruz. Her şey had bilmezlerin bekası uğruna feda ediliyor.  Gözümüze sokulan kılıcın anlamı buydu. Her fırsatta Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet’in kurucu değerlerine saldıran Kaçak Saraylı ve atanmış memurları gaflet ve ihanetlerini sergilemekten bir an olsun geri durmuyorlar.

Yıllardır kamu kaynaklarını yerli ve yabancı işbirlikçilerine peşkeş çeken, fabrikalarımızı yok pahasına özelleştiren, topraklarımızı parsel parsel satan, ormanlarımızın, göllerimizi yok olma pahasına talan edenler, yandaşların cebine devletin kasasından milyonlar, milyarlar akıtırken kendi küplerini de doldurdular. Kamunun zararı, onların hanesine kâr olarak geçti. Bu hain icraatlarını gerçekleştirirken de toplumun gerçekleri görmesini perdelemek için sürekli dini kullanmaktan geri durmadılar.

Milyonlarca emekçi bir yandan salgının yıkıcı etkisinden korunmaya çalışırken diğer yandan dövizin ve altının çılgınca yükselmesi karşısında katlanarak artan yoksullukla hayatta kalmaya çalışıyor. Canımızdan, dişimizden arttırdığımız son kuruşumuza bile göz diken AKP için önemli olan Kaçak Saray’dan nemalanan parazitleri beslemek.

Kim bu asalaklar peki?

Hepimizin yakından tanıdığı AKP’giller akraba tayfası başta olmak üzere, ne işe yaradıkları belli olmayan sayısız danışmanlar, her türlü yalakalığı meslek haline getirmiş borazanlar, havaalanı ve köprü yaparak ülkede doğal güzellik bırakmayıp doğayı katleden yandaş müteahhitler, Covid-19 salgınını bahane edip üretim yerine varlıklarını dövize yatıran Tefeci-Bezirgânlar vs…

Evet kursağımızda kalan son lokmamızı da çalan hırsızların zenginlikleri artıyor tüm ekonomik ve siyasal krizlere rağmen. Bundan sorumlu olanlar ise tüm bu ekonomik ve siyasal krizlerin tek sorumlusunun “dış güçler!” olduğunu söylüyorlar utanmadan. Dünyanın en çok değer ve itibar kaybeden para birimi Türk Lirası ama olsun dünya bizi yine de kıskanıyor. Her sabah doların ve avronun yükseldiğini takip etmekten başımız döndü. Kaçak Saray’ın damadı içimize su serpmek için “dolarla mı maaş alıyorsunuz?” diyerek endişelerimizi bertaraf etti(!) Doğru söyledi aslında. Dolarla maaş almıyorsak niye sorun olsun ki… Yükselen dolarla birlikte ekmeğimize, suyumuza daha zor ulaşır hale gelmemiz Damat için sorun değil elbet. Hayatımızın ve emeğimizin değeri her geçen gün biraz daha düşerken sefaletimiz de aynı oranda artıyor.

Çığ gibi büyüyen işsizlik ve yoksullukla birlikte toplum tabanında biriken öfke de kabına sığmaz bir hal almaya başladı. Bu nedenle halkta biriken öfkenin başka kanallara aktarılması AKP için tek çıkar yola dönüştü.

 

Kaçak Saray’ın “Fahişesi” Dilipak’ın zehir saçan dili

Sürdürülemez iktidarlarında en çok korktukları da kadının bilinçlenmesi ve toplum içerisinde örgütlü bireye dönüşmesi. Toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı var olan alerjilerinin temelinde savundukları dini anlayış, gelenek ve aile yapısının bozulması gibi öne sürdükleri gerekçelerin arkasında yatan asıl neden, erkek egemen anlayışa dayanan Ortaçağ toplumsal düzenine göbekten bağlı olmalarıdır.

Burada dillendirilen Türk aile yapısının bozulması endişesi ya da gelenek ve dinden uzaklaşma gibi öne sürülen bahaneler, sadece bugünkü iktidarın zihninin geri planında kadın cinsiyetini ve işgücünü yok sayan kirli düşüncelerin varlığına ispattır. İstanbul Sözleşmesi bu anlamda kadınlar için gereği yerine getirilirse yaşam teminatıdır. Tartışılması bile kadınların erkekler tarafından öldürülmesini haklı gerekçelere dayandırmaya yarar ki bugün sözleşme üzerinde kopartılan fırtına da kadınlar açısından kırmızı çizgidir. Şiddete uğrayan kadın sayısının AKP’gillerin kadın düşmanı politikaları sonucu olduğunu bugün dünya alem biliyor. İstatistiklere göre kadınlara yönelik şiddetin  her yıl biraz daha artması bu iktidarın kadınlara yaşam hakkı tanımadığını gösteriyor. 2012’de imzaladıkları İstanbul Sözleşmesini bugün geri çekmek istemeleri, tamamen karanlık iktidarlarını tehlikeye atmak istememelerinden kaynaklı. Kadın düşmanı AKP’giller son olarak kamuoyunda kendilerinin imzaladıkları İstanbul Sözleşmesinden çekilmeyi tartıştırıyor. Toplumda büyük bir dirençle karşılık bulan bu adım karşısında dilinden zehir saçan saray şarlatanı Abdurrahman Dilipak’ın, sözleşmeyi savunan kadınları “fahişe “ diyerek karalaması zulüm düzeninden beslenen kindarlığını ortaya çıkardı. Haklıdan değil güçten yana olanların kalemşörlüğünü yapan bu tür asalaklar, şiddete uğrayan kadınların, çocukların, ezilenlerin haklarını savunanlara tahammül edemiyorlar. Kaçak Sarayda oturan “Reis”leri gibi önce kadın haklarını yok sayıp sonra da bunlar için mücadele edenleri terörist ilan ediyorlar. Kadına yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla imzalanan İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Sayılı Kanun’un kaldırılması için karşı propaganda yürüten iktidarın borazanlığını yapan Dilipak gibi siyasi fahişeler kadınların öfkesinde boğulmaya mahkumdur.

Siyasi iktidarın şiddeti meşrulaştıran söylemlerine ait örnekler saymakla bitmez elbette. Toplumsal cinsiyet eşitliği için bugünkü mücadele alanı kadınları yaşatacak olan İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkmaktır. Kadınların canice hislerle katledildiği bir ülkede bu vahşice işlenmiş cinayetleri önlemek siyasi iradenin birinci görevidir. Ancak “Anayasaya rağmen” suç işlemekten çekinmeyen bir siyasi irade ve onun kolluk kuvveti var. Nasıl ki sözleşmeyle ilgili basın açıklaması yapmak isteyen kadınlara çevik kuvvetin şiddet uygulayıp gözaltına alması AKP demokrasisinin bir örneği ise Dilipak hakkında suç duyurusunda bulunan HKP’li kadınların açıklama yapmak istemesi üzerine adliye bahçesinde polis kordonu altına alınıp tehdit edilmeleri de aynı baskıcı anlayışın bir başka örneğidir.

Dinci, Faşist, gerici Şiddet bu topraklarda kendiliğinden doğmuyor. Onu besleyen ve büyüten Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının temsilcisi AKP’giller en büyük sebep. “Reis”iyle, dekanıyla, suç makinesine dönüşmüş provokatif yayın yapan Akit TV ve gazetesiyle, iradesini güce teslim etmiş sözde yazar bozuntularıyla, sırtını hukuka değil  iktidara yaslamış yargı mensuplarıyla, sus-pus olmuş akademik çevreyle, tek kanaldan yayın yapan merkez medyamızla, eleştirel düşünceyi yasaklayışla varılacak yer Ortaçağ karanlığıdır. Ülke yönetimi akıl ve bilimsel yöntemler yerine imamlara teslim edildiği sürece ve Meclisteki güdük siyasi muhalefet var oldukça şiddet son bulmayacaktır. Bu karanlıktan çıkış Halkın Demokratik İktidarıyla mümkün olacaktır. Kurtuluş, İşçi Sınıfı öncülüğünde örgütlenmiş emekçi sınıfların eliyle gerçekleşecektir.

 

Ankara’dan Bir Yoldaş