Site rengi

Tasarım

Biz Bu Filmi Daha Önce de Gördük

25.12.2024
405
A+
A-

Dr. Mustafa Şahbaz

ABD, kararlı bir biçimde BOP planını yürütmeye devam ediyor.

Edecek.

Irak’tan başlayarak Libya’da ve 8 Aralık 2024 tarihi itibarıyla Suriye’de BOP haritasında belirlediği amaçlarına ulaştı.

Ve Halkın Kurtuluş Partisi’nin (HKP’nin) Genel Başkanı Nurullah Efe Ankut’un 2014 tarihinde yayımlanan kitabına verdiği adla söylersek: “Yugoslavya, Irak, Libya Suriye… Sıra Sende Türkiye”.

Tabiî kitabın adında Suriye’den sonra konan üç nokta, arada başka ülkelerin de (örneğin İran’ın da) hedefte olduğunu anlatıyordu. Nitekim şu anda BOP Haritası gereğince sıra İran’da. Sonra Türkiye… Ve haritada gösterilen amaca ulaşıncaya kadar devam edecek, ettirilmek istenecek bu proje besbelli.

TV Plus’ta yayımlanan Lionees yani Dişi Aslan diye bir dizi var. Dizi, CIA’nın Kobani’de muhbir olarak kullandığı bir kadının, deşifre olması üzerine, ele geçmemesi için gizlendiği yerin muhbirle birlikte CIA’nın operasyonu yöneten amirinin emriyle füzeyle vurulup yok edilmesi görüntüleriyle başlıyor. Muhbir ajanın deşifre olmasının nedeni de vücudunda bir Haç dövmesinin bulunması. Muhbir ya da ajan, Dişi Aslan (Lioness), deşifre olunca ABD’nin adlandırmasıyla “teröristlerin” bulunduğu mekânda bodrum ya da tünel benzeri bir yere gizleniyor ve deşifre olduğunu gizli hattan telefonuyla bildiriyor. Bunun üzerine CIA yöneticisinin emriyle ve verdiği koordinatla o mekân füzeyle vurularak yok ediliyor.

Bu Lioness’in ölümüyle ilgili ifadesi alınan operasyondan sorumlu CIA amirinin verdiği cevap; “Eğer yok etmeseydik işkencelere uğrayacaktı; teşhir edilecekti ve bizi güç durumunda bırakacaktı. Onu feda etmek zorundaydık”, oluyordu.

Dizi Kobani’de başlayınca ilgimizi çekti doğal olarak. Hele biraz izleyelim, dedik.

Böyle başlayan dizi, CIA’nın kahramanlıklarıyla devam ediyor ve bir bölümde konu, Çin’in Amerika için nasıl bir tehlike olduğuna getiriliyor. Meksika sınırında sözde Çin’in yönettiği ya da Çin’in etki alanına aldığı uyuşturucu ve insan kaçakçıları, Amerikalı bir kongre üyesini kaçırıyorlar ve böylece güya ABD’ye sınırlarının güvende olmadığı mesajını vermiş oluyorlar. Bunun üzerine “kahraman” CIA elemanları, Çin’e ve onun nezdinde tüm dünyaya, güvenli olmayan sınırların sadece Amerika’ya ait olmadığını; onların sınırlarının da güvenilmez olduğunu ispat etmek için bir operasyon düzenliyorlar.

Bu operasyonun bir parçasında iki Çinli nükleer enerji uzmanı İran’a geçirilmek isteniyor. Ne hikmetse bu uzmanlar önce İstanbul’a geliyorlar. Sonra yine ne hikmetse İran’a geçirilmek için Türkiye-İran-Irak sınır üçgenine götürülüyorlar. CIA’nın önceki operasyonlarını yürüten aynı gruptaki elemanları da adı belirlenmeyen bir üste konuşlanarak, bu Çinli uzmanların İran’a ulaşmalarını engellemek için karadan ve havadan yapacakları bir operasyon düzenliyorlar.

Türkiye sınırları içinde mi, Irak sınırları içinde mi, yoksa İran sınırları içinde mi olduğu belirtilmeksizin bu iki uzmanı götüren konvoya Amerikalılar karadan müdahale ediyorlar. Karadan müdahalenin yetmediği yerde önceden planlayıp hazırladıkları Apaçi helikopteri havadan devreye giriyor. Apaçi helikopterinin düşmesi üzerine, darda kalan CIA ajanlarını kurtarmak için yine önceden planlandığı üzere (gecikmeli de olsa) hava kuvvetleri devreye giriyor. Tahmin edileceği üzere CIA elemanları, yaralı bereli de olsalar, görkemli çekimler eşliğinde, kurtarılıyorlar. Tabiî bu arada Çinli uzmanların İran’a gitmesi, dolayısıyla da İran’ın nükleer silah üretmesi için kurmak istediği birimlerin engellenmesi sağlanmış oluyor. Yani İran’ın nükleer bombaya sahip olmaması için ABD’nin yapacağı her türlü uluslararası suç niteliğindeki müdahalesi meşrulaştırılmak; iyi ki ABD var, iyi ki CIA var, dedirtilmek isteniyor, hem ABD hem de dünya halklarına.

Yani demek istediğimiz, adıyla gayet masum çağrışımlar oluşturan Dişi Aslan isimli dizi, CIA’nın pis işlerini sevimli göstermeyi ve izleyenleri kendi safına çekmeyi amaçlıyor. CIA’nın kullandığı kadınlar, tabiî söylemeye gerek yok, vatanları ve tüm insanlık için gözlerini kırpmadan ölüme atlayan kahraman kadınlardır. Bunun yanı sıra çok da akıllı ve becerikliler.

İşin bir diğer ilgi çekici yönü de o operasyonları yürüten ekibin başının bir zenci kadın olmasıdır. Yani ırk ayrımının hâlâ en acımasız bir şekilde yürütüldüğü Amerika’da, zenci bir kadın, CIA’da yüksek rütbeli bir amir konumunda, operasyonları yöneten beyin konumunda gösteriliyor. Hem de bir askeri üsse iner inmez, kendisini karşılayan askeri komutana komutlar verince, itiraz edecek olan komutana; “Ben, geldiğim her birimde en üst komutanım. Bana ofisimi göster!”, diyecek düzeyde yüksek bir mevkiye sahip. Böylece dizi izleyicilerine, Amerika’nın ne kadar eşitlikçi bir ülke olduğu; hem cinsiyet ayrımı hem de ırk ayrımı gözetmeyen demokratik bir ülke olduğu izlenimi verilmek isteniyor.

Hollywood da İran’ı Nişangâhına Koymuştur

Hadi Bunlar Amerika’nın İmajını düzeltmek için yapılmış propaganda deyip geçelim. Ama asıl dizinin göze batırmak istediği şey, İran’ın nükleer silah yapmak üzere olduğu, bunun için de Çin’le bir anlaşma içinde olduğu, Çin’in de bu yüzden İran’a Uzmanlar gönderdiği tezini işleyerek, bunu engelleme çabasını işlemesi. Tabiî anlatılan hikâyeden kendiliğinden şu mesaj da çıkar: Bu seferlik bu uzmanlar belki öldürüldü ve İran’a gitmeleri engellendi ama İran bu işten vazgeçecek değil; nükleer silah üretecek ve başta ABD olmak üzere tüm emperyalist ülkelere, Avrupa Birliği ülkelerine, Japonya’ya ve hatta diğer mazlum halklara başbelası olacak. Öyleyse İran’ın mutlaka hizaya getirilmesi, yenilmesi aynen Irak, Libya ve Suriye’de olduğu gibi parça parça edilmesi gerekir. Başta Amerikan Halkı olmak üzere halkların, bu hain planı benimsemesini sağlamak için Hollywood’un devrede olduğunu görüyoruz.

Bilindiği üzere Hollywood, ABD’nin en önemli beyin yıkama makinasıdır. Ve bilelim ki bu dizi, İran aleyhine çekilmiş ya da İran’ı şeytanlaştıran tek dizi değildir. Daha ne diziler ne filmler çekilmiş, servis edilmiştir ve edilecektir.

Başlığımızda dediğimiz gibi: Biz Bu Filmi Daha Önce de Gördük.

Ne denildi Irak’a müdahale etmek için bahane aranırken?

Irak yönetiminin elinde kimyasal silahlar var, dendi. Hatta o zamanın ABD Dışişleri Bakanlığını yapan Eski Genelkurmay Başkanı zenci kökenli Colin Powell, uyduruk görüntülerle Irak’ın elinde kitle imha silahlarının bulunduğunu güya kanıtladı. Ve ABD, bu uydurma kanıtları gerekçe olarak öne sürüp Irak’a müdahale etti. Irak yerle bir edildikten sonra bizzat Colin Powell, bu kanıtların uydurma olduğunu itiraf etti. ABD, yedi düveli de peşine takıp bu uydurma kanıtlara dayanarak (ya da kurdun kuzuyu yemek için ne kadar kanıta ihtiyacı varsa, kanıta o kadar ihtiyaç duyarak) Irak’ı önce havadan bombalayarak yerle bir etti; sonra da işgal etti. Tarihi eserlere varıncaya kadar Irak’ı yağmaladı, tarumar etti; BOP haritası gereğince üç parçaya böldü. O gün bugündür Irak bir daha belini doğrultamadı. İç çatışmalarla, mezhep çatışmalarıyla kanayıp duruyor.

Amerika için kanıtların gerçek olup olmaması önemli değildi. Önemli olan bu müdahaleye bir bahane bulup müdahaleyi gerçekleştirmekti. “Tamam, bağımsız bir ülkeye müdahale ediyoruz ama dünyanın başına gelebilecek bir Kimyasal Savaş tehlikesini de bertaraf etmek üzere gidiyoruz”, diyerek başta kendi halkları olmak üzere dünya halklarının gözünü boyamaktı önemli olan. Bu yalana halkları ikna etmek için tüm emperyalist basılı ve görsel medya el birliğiyle muazzam bir kampanya yürütmüştü. İşgal öncesi ve sonrası Hollywood da kendine düşen görevi eksiksiz yerine getirmişti.

Örneğin bu konuda çekilen filmlerden biri “Ölümcül Tuzak”tır. Bu film hakkında Vikipedi şu bilgileri veriyor:

Ölümcül Tuzak (İngilizce özgün adı: The Hurt Locker) 2009 ABD yapımı gerilim filmidir. Kathryn Bigelow’un yönettiği film 2009’un en fazla övülen filmlerinden biri oldu ve birçok festival, organizasyon ve gruptan ödüller kazandı. Filmde Irak Savaşı esnasında bir Birleşik Devletler Ordusu Patlamamış Bomba İmhası (EOD) takımının hikâyesi anlatılır.

“(…)

Ölümcül Tuzak, 9 dalda aday gösterildiği 82. Akademi Ödülleri’nde en iyi film, yönetmen, özgün senaryo, kurgu, ses miksajı ve ses kurgusu dallarında 6 ödül kazanmıştır.”

Bu, Amerika’nın Irak’ı işgaline ve Amerikan Ordusuna güzellemeler, övgüler yapan filmi, adından da anlaşılacağı üzere (Kathryn Bigelow) bir kadın yönetmiştir. Kadınların savaşlarda en büyük acıları çektiği ve bu yüzden genelde savaş karşıtı ve barıştan yana oldukları düşünülünce, insan bir kat daha üzülüyor.

Görüldüğü gibi bu film, çekilmek ve gösterime girmekle kalmıyor; CIA’nın ve Pentagon’un propaganda makinası Hollywood, bir de (başta rejisörü Kathryn Bigelow’a olmak üzere) tam 6 Oscar ödülü vererek bu filmi ödüllendiriyor. Böylece tüm dünyada daha fazla ilgi çekmesini ve daha fazla izlenmesini sağlıyor. Ezcümle Hollywood bu ve buna benzer filmlerle ve dizilerle; işin içyüzünü göremeyen tüm insanlara; “Amerika Irak’a müdahalede ne kadar haklıymış”, dedirtiyor.

Amerika, peşine tüm emperyalistleri takarak ve ne yazık ki Türkiye’den de büyük destek alarak, üç parçaya böldü bildiğimiz gibi Irak’ı.

 

Irak’ın Çökertilmesinde Tayyipgiller’in Rolü

Tayyipgiller, Irak’a müdahalesinde ABD’nin tüm isteklerini kabul etmeye hazırdı. Zaten ABD, onları, tüm bu ve buna benzer isteklerini kabul etsin diye, etmesi için iktidar yapmıştı. O yüzden Tayyipgiller, 25 Şubat 2003’te, 1 Mart Tezkeresi olarak tarihe geçecek olan bir tezkereyi getirdi Meclise.

Bu tezkerenin içeriğine girmeden yalnızca adı bile Tayyipgiller’in Amerikan uşaklığında nerelere kadar gittiğini görmeye yeter. Tezkere’nin adı şudur:

“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümet’e yetki verilmesine ilişkin başbakanlık tezkeresi”

1 Mart Tezkeresi’nin ne olduğunu ve nasıl reddedildiğini o zaman Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül bir röportajında şöyle anlatıyor:

“1 Mart 2003’te Meclis’te yapılan oylamada bildiğiniz gibi 264 kabul, 250 ret, 19 çekimser oy kullanıldı. Anayasa’nın 96. maddesinde öngörülen 267 salt çoğunluğa ulaşılamadı. Yani 3 oyla da olsa tezkere reddedildi.

“Tezkerenin 50 binin üzerinde Amerikan askerinin Türkiye’ye gelmesini, Türkiye’nin değişik havalimanlarından -Trabzon’dan Sabiha Gökçen’e kadar- giriş yapmasını öngördüğünü belirten 11. Cumhurbaşkanı Gül, şöyle konuştu:

“ABD’nin bir ‘neocon’ projesiydi, BM Güvenlik Konseyi’nden bir karar neticesinde değil, ABD önderliğinde, İngilizlerle bir koalisyon sonucu ortaya çıkmıştı. (https://serbestiyet.com/featured/gul-1-mart-tezkeresini-anlatti-icimizdeki-bircok-batici-tezkereye-karsi-cikti-bircok-yerli-gecmesi-icin-caba-sarf-etti-158870/#google_vignette)

Yani bu tezkereye göre ABD Emperyalist orduları, ülkemizde konuşlanıp Türkiye üzerinden kuzeyden Irak’a müdahale edeceklerdi. Hatta AKP’nin ABD’ye verdiği açık çek gereğince, tezkerenin geçeceğinden emin olan ABD, savaş gemilerini çıkarma yapmak üzere İskenderun Limanı’nın açıklarına göndermişti bile. İskenderun’dan Türkiye topraklarına girecek olan ABD birlikleri, tüm Suriye sınırı boyunca (ki uzunluğu 911 km’dir) ülkemiz topraklarından geçerek ya da yerleşerek Irak’a doğrudan müdahalede bulunacaklardı. Hava limanlarımızın aynı amaçla kullanılacağı da karara bağlanmış olacaktı.

ABD Emperyalistleri, AKP tarafından böylesine kucak açılarak Türkiye topraklarına davet edilmişti.

O zaman 550 milletvekilinden oluşan Mecliste AKP’nin 363 milletvekili vardı. Yani Mecliste büyük çoğunluğa sahipti. Fakat AKP’nin Kürt milletvekillerinin bir kısmının ret oyu vermesi ya da oylamaya katılmaması (nereden nereye) üzerine, ancak 264 kabul oyuyla geçmişti Tezkere. Fakat o günkü Anayasanın 96’ncı maddesi gereğince salt çoğunluk sağlanamadığı için hukuken bu Tezkere Meclisten geçmemiş sayıldı.

Neyse ki Kuvayimilliye geleneğinden gelen anlayış, 96’ncı madde olarak, nasılsa 1982 Anayasasında da muhafaza edilmişti. Bu sayede bu tezkere geçmemiş sayıldı.

Ama bu tezkerenin geçmemesi Tayyipgiller’i ABD hizmetkârlığında geri durdurabildi mi?

Durduramadı.

Hemen 19 Mart 2003’te yani 1 Mart Tezkeresi’nin reddinden 18 gün sonra yeni bir tezkereyi Meclisten geçirdiler: 19 Mart Tezkeresi. O tezkerenin de sadece adına bakmakla yetinelim:

“TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNİN KUZEY IRAK’A GÖNDERİLMESİNE; bu kuvvetlerin gerektiğinde belirlenecek esaslar dairesinde kullanılmasına ve muhtemel bir askeri harekât çerçevesinde YABANCI SİLAHLI KUVVETLERE MENSUP HAVA UNSURLARININ TÜRK HAVA SAHASINI Türk makamları tarafından belirlenecek esaslara ve kurallara göre KULLANMALARI için gerekli düzenlemelerin yapılmasına, anayasanın 92’nci maddesi uyarınca 6 ay süreyle izin verilmesine dair karar.” (Biz majüskülledik.)

1 Mart Tezkeresi’nin vermediği yetki (ABD’ye kayıtsız şartsız hizmet yetkisi) 19 Mart Tezkeresi’yle veriliyordu. Yani AKP, ABD’nin ve müttefiklerinin yaptığı Irak operasyonunda verilebilecek her türlü desteği Amerika’ya verdi.

Sonuçta ne oldu?

Irak üç parçaya bölündü. Bu parçalardan birisi de, yeni Müslüman bir İsrail anlamına gelecek olan, Barzanistan oldu.

Başta ABD olmak üzere emperyalistler mutluydu. Antiemperyalist Saddam rejiminden kurtulmuşlardı. Irak petrollerini hiçbir engelle karşılaşmaksızın sömürebilirlerdi. Ayrıca Ortadoğu petrollerini gönüllerince sömürebilmek için Ortadoğu’ya bekçi köpeği olarak yerleştirdikleri İsrail’in bir düşmanını da etkisizleştirmişlerdi. Düğün bayram edebilirlerdi.

Fakat bu sonuçtan çok memnun olan birileri daha vardı: Tayyip ve avanesi.

Nasıl memnun olmasınlar? ABD, İsrail ve İngiltere kendilerini iktidara taşırken ne istemişlerdi?

  1. İsrail’in güvenliğini arttıracaksınız, önündeki engelleri kaldıracaksınız.
  2. Büyük Ortadoğu Projesi’nde yani sınırların değişmesinde emperyalistlere yardım edeceksiniz. (Tayyip’in BOP’un eşbaşkanı olması bu görevini yerine getirmesi içindir.)
  3. İslam’ın yeniden yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız.

E, Irak’ın yıkılmasında emperyalistlere her türlü yardımda bulunduğumuza göre sırtımız yere gelmez; iktidarımızı iyice sağlamlaştırdık, diye seviniyordu Tayyip ve şürekâsı. Ve iktidarları devam etti. Çünkü daha yerine getirilmesi gereken görevler vardı.

Türkiye’nin başına neler geleceği mi?

Zerre kadar umurlarında değildi. Hâlâ da değil. Çünkü onlar millet, vatan kavramlarını bilmeyen ümmetçilik çağının hâkim sınıfı olan Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının siyasi plandaki temsilcileriydi. Emperyalistler nasıl Kurtuluş Savaşı’nın zaferi üzerine kurulan Laik Türkiye Cumhuriyeti’ne düşmansa onlar da en az emperyalistler kadar düşmandır.

“NATO’nun Libya’da ne işi var?”

Irak’ın tarumar edilmesi henüz BOP’un başlangıcıydı. Sıra Libya’ya gelmişti.

Sıra niçin Libya’ya gelmişti?

Çünkü Kaddafi yönetimindeki Libya da tıpkı Saddam yönetimindeki Irak gibi İsrail karşıtı ve antiemperyalist bir çizgi yürütüyordu. Ve Kaddafi, uslanmaz bir Arap Birliği savunucusuydu. Bu yüzden İsrail’in de, emperyalistlerin de hedefinde olması kaçınılmazdı.

Bir de zengin petrol kaynaklarını emperyalistlerin gönüllerince sömürmesini engelliyordu Kaddafi.

Emperyalistler, Libya’da da tıpkı Afganistan’da ve Irak’ta örgütledikleri gibi gerici Ortaçağcı güçleri örgütleyip Kaddafi aleyhtarı gösteriler düzenlettiler, isyanlar başlattılar. Kaddafi rejimi bu emperyalist kuklalarına karşı harekâta geçince de, onları desteklemek için, başta Fransa olmak üzere Libya’ya müdahalenin gerekliliğini savunmaya başladılar; “Libya’yı Kaddafi diktatöründen kurtarma”, demagojisini yaydılar. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden bu yönde bir karar da çıkardılar.

Bu kararın çıkmasında Rusya ile Çin’in, bir adım öteyi göremeyecek kadar sosyal kör olan liderlerinin de büyük günahı vardı. Çünkü bu iki ülkenin de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde veto hakkı vardı. Bu 1973 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararı, Libya’ya müdahaleye yol açan, ona yol veren, meşrulaştıran bir karardı. Eğer Rusya ve Çin hatta yalnızca bu ülkelerden biri bile veto etseydi, emperyalistlerin Libya’ya müdahalesinin bir meşruiyeti olmayacaktı. Ama bu iki ülkenin liderleri de Libya’nın mevcut Kaddafi yönetiminin yıkılmasından bir çıkar sağlayabileceklerini umdular. O yüzden bu gidişe engel olmadılar, yol verdiler.

Sonuç ne oldu?

Emperyalistler Libya’yı öyle bir parçaladılar ki, kaç parçaya böldüklerini saymak mümkün değil. Çünkü her aşiret, kendi bölgesinde kendi kurallarıyla hükmediyor. Ama kesin olan bir şey var; Libya Petrolleri artık hiçbir engelle takılmaksızın emperyalistler tarafından gönüllerince sömürülüyor.

Türkiye’nin tutumuna gelince, Tayyip başlangıçta; “NATO’nun Libya’da ne işi var”, dedi. Aslına bakarsanız doğruyu söyledi. Ama doğrunun emperyalistlerin nezdinde beş paralık kıymeti yoktur. Onların doğrusu, kendi çıkarlarıdır. Tayyip’in bu sözü üzerine Amerika’dan buyruk geldi; “Ey Tayyip bu tür sözleri bırak, hizaya gel. Libya’ya müdahalemizde her türlü yardımı, her türlü desteği ver. Yoksa iktidarı rüyanda görürsün”, denildi. Ve anında Tayyip çark ederek; gelin İzmir’deki NATO üssü, Libya’ya müdahalenin merkezi olsun, dedi. Ve denizaltılarımızı, gemilerimizi, lojistik destek vermek üzere Libya açıklarına emperyalistlerin hizmetine gönderdi.

Ve yukarıda dediğimiz gibi, emperyalistler Libya’yı belki bin parçaya böldüler desek abartmış olmayız.

Ve antiemperyalist, Türkiye dostu Muammer Kaddafi’yi, ciğeri beş para etmez Ortaçağcı çakallara, kuklalarına linç ettirdiler.

 

Tayyipgiller Suriye ile Kardeşken Niçin Bir Günde En Ağulu Düşman Oldu?

Emperyalistlerin Suriye’ye saldırısı başlamadan önce Tayyip, Beşşar Esad’la kankiydi. Birlikte tatil yapıyor, ortak bakanlar kurulu toplantıları düzenliyorlardı. ABD, Suriye’ye saldırdıktan sonra Tayyip’e görevini (BOP’un eşbaşkanlığını) hatırlatıp görev emrini verince Beşşar Esad hemen “Katil Esed” oluverdi. Artık o günden sonra Tayyip, ABD’den gelen her emri harfiyen yerine getirdi.

Tayyip’in bu yaptığı, İslam âlemine ihanet, İsrail’in ekmeğine yağ sürmekti. Ama o kendini hem Müslüman hem de İsrail karşıtı olarak satmayı başardı, başarıyor. Çünkü din afyonuyla zihin hasarına uğrattığı kitleler, biraz din iman edebiyatı yapınca her şeye inandırılabiliyor. Şu son gelinen aşamada Suriye, devlet olarak yıkılmış, ülke İsrail için yağma sofrasına dönüştürülmüş ama bu duruma meczuplaştırılmış kitleler hem Suriye’de hem de Türkiye’de bayram ediyor. Hadi Türkiye’deki kaçak, istilacı, gerici Suriyelileri anladık diyelim; bizim kendi halkımızın meczupları da aynı şekilde bayram ediyor.

Emperyalistler, Suriye için de aynı yalanlara başvurdular. Neymiş, Beşşar Esad yönetimindeki Suriye’nin kimyasal silahları varmış. Bu da insanlık için büyük tehlikeymiş. Durdurulması gerekirmiş. (Kendilerinin ve bekçi köpekleri İsrail’in elinde sayısız atom, biyolojik ve kimyasal silahların bulunması, insanlık için hiçbir tehlike doğurmaz tabiî…)

Bu bilindik demagojilerle Suriye rejimine saldırmaya başladılar. Bir taraftan bu edebiyatı yaparken bir taraftan da devşirdikleri Ortaçağcı güruhlara gösteriler yaptırttılar. Beşşar Esad yönetiminin bu güruhlara müdahale etmesi üzerine de (düzmece oldukları bizzat Batı basınında kanıtlarıyla açıklanan) resimler ve videolar çekerek Beşşar Esad güçlerinin kimyasal silah kullandığı yalanını yaydılar. Bu Ortaçağcı güçleri desteklemek, onları; “Beşşar Esad zulmünden korumak”, bahanesiyle havadan müdahalelere başladılar Suriye’ye. Yetmedi, dünyanın dört bir yanından derledikleri Ortaçağcı cihatçı grupları, Irak’tan sonra Suriye’nin başına musallat ettiler. Bir yandan da ABD’den; “Kendilerine Suriye’de rol talep eden” PKK, YPG güçlerini harekete geçirip Suriye’nin kuzeydoğusunda Suriye topraklarının üçte birini ele geçirmelerini sağladılar; onların egemenlik alanı durumuna getirdiler. Tıpkı Barzanistan gibi Amerika’nın güdümünde olacak, İsrail gibi ve İsrail’le birlikte Ortadoğu’da Amerika’nın petrol bekçiliğini yapacak ikinci bir Kürdistan-Pekekistan devleti kurdurdular.

Yetmedi, Türkiye’ye sınır dışı operasyonlar yaptırarak Suriye toprakları işgal ettirildi. Türkiye’ye milyarlarca dolar harcatarak gerici güçlerin örgütlenmesi, donatılması ve silahlandırılması gerçekleştirildi. Ve daha da önemlisi, bu güruhların Suriye meşru devletinin ve Rusya’nın saldırılarından korunmaları sağlandı.

Libya’dan farklı olarak, dersini almış olan Rusya, Suriye’nin meşru devlet başkanı Beşşar Esad’a destek verdi. Beşşar Esad’ın bizzat davet etmesi üzerine de Suriye’de hava ve kara gücü bulundurdu ve her türlü lojistik desteği vermeye başladı. Çin de aynı dersi aldığı için fiilen olmasa da Suriye’yi ve meşru hükumetini desteklediğini açıkladı. Bu arada İran da bizzat sahada bulunarak, karadan destek vererek Suriye devletinin yanında yer aldı. Bunun üzerine IŞİD ve benzeri bütün gerici örgütler, hızla alanları daraltılarak Suriye’den kovulmaya başlandı; belli bölgelere sıkıştı. Bu bölgelerin en önemlisi de bütün gerici güruh kalıntılarının toplandığı İdlib’di. Bu süreçte Rusya, Türkiye ve İran arasında belli anlaşmalar oldu bildiğimiz gibi; Soçi’de, Astana’da anlaşmalar yapıldı. Bu üç ülke, Türkiye’nin, İdlib’de bir araya gelmiş olan bu gericileri belli bir sürede silahsızlandırması konusunda anlaştı.

Bu anlaşmalar tam da emperyalistlerin istediği anlaşmalardı. Rusya ve İran oyuna getirilmişti.

Hadi İran mollaları bu oyuna geldiler çünkü kendileri de zaten Ortaçağcı olan ve burunlarının ucunu bile göremeyecek kadar dünyayı ve olayları yorumlamaktan uzak insanlardı. Ama Putin’in de aynı kategoriden olduğu ortaya çıktı. Güzel bir deyimimiz vardır: Kuzuyu kurda teslim etmek ya da ciğeri kediye teslim etmek, diye; iş buna döndü. Ortaçağcı AKP’ye, yine Ortaçağcı olan ve İdlib’de bir araya getirilmiş gericileri silahsızlandırma, ortadan kaldırma görevi verildi. Fakat verilen surede Türkiye, bunları silahsızlandırmadı, zaten öyle bir niyeti de yoktu. Ama bu anlaşmalara uyulmadığı için (arada bir havadan birkaç bomba atmanın dışında) ne Türkiye’ye ne de bu gericilere herhangi etkili bir yaptırım uygulanmadı. İdlib’de kalmalarına göz yumuldu. Türkiye üzerinden bu güruhlar ağır silahlarla donatılırken adeta seyredildi. 27 Kasım 2024’te başlayan HTŞ saldırısında görüldü ki, bunlar devamlı olarak silahlandırılmışlar, donatılmışlar, eğitilmişler ve böyle bir gün için hazır edilmişler. Türkiye sınırından geçirilmeden, Türkiye’den gerekli lojistik destek alınmadan böyle bir hazırlığın yapılabilmesine imkân yoktur.

Bunlar yapılırken hadi İran’ı geçelim, Suriye yönetimini de geçelim, Putin yönetimindeki Rusya da tamamen uyumuş mu?

Öyle görünüyor. Ama bunun ötesinde uluslararası belli anlaşmalar yaptığı için Rusya bunu görmezden mi geldi, bilmezden mi geldi? orası bugün için karanlık. Ama bilinen bir şey var: Tamamen meczuplardan oluşan Ortaçağcı, burnunu havuç diye ısıracak kadar bilimden, öngörüden uzak olan HTŞ etrafında toplanmış gerici güruh ve Türkiye’nin bire bir desteklediği Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ya da Tayyipgiller’in isimlendirmesiyle Suriye Milli Ordusu, bu iki Ortaçağcı güruh, başta tabiî HTŞ olmak üzere, 13 günde Şam’a kadar Suriye’yi tamamen ele geçirdiler. Ve gene anlaşılıyor ki, Beşşar Esad da yapılan anlaşmalar gereği Halep’i, Hama’yı, Humus’u ve Şam’ı bu güruha bir kurşun bile atmadan teslim etti.

Tabiî bu arada şunu da belirtmemiz gerekiyor: Bu son aşamaya gelinmeden önce Hamas denen, Gazze’de yönetimi ele geçirmiş olan Ortaçağcı örgüt, 7 Ekim 2023’te, oyuna gelip İsrail’in 11 Eylül’ü sayılacak bir çıkış yaparak İsrailli sivillerden yüzlercesini öldürdü, yüzlercesini de rehin aldı. Yani İsrail’in Filistin’den yeni toprakları, özellikle de Gazze’yi istila etmesi için istediği fırsatı altın tepside sundu. Bunun üzerine İsrail, Gazze’de başlattığı harekâtla düpedüz bir soykırıma ve ilhaka girişti. Ateşkes girişimlerini elinin tersiyle iterek bu soykırımı sürdürdü.

İsrail’e bu da yetmedi.

Kendisini 2006 yılında yenilgiye uğratan, hatta 1948’de kurulduğundan bu yana hiçbir Arap ülkesinin birleşerek bile başaramadıkları bir zafer kazanarak İsrail’i gerileten Lübnan Hizbullah’ına karşı bir savaş başlattı. Önce Hizbullah kadrolarını, kullandıkları telefonları patlatmak suretiyle yok etti; sonrasında da çağrı cihazlarını patlattı. Daha sonra da nokta atışlarıyla ama sivilleri hiç gözetmeksizin; sivil asker ayırmaksızın evleri, binaları bombalayarak en üst düzey yöneticilerini bir bir yok etti. Hizbullah’ın hem en üst düzey yöneticilerini hem de kalburüstü militanlarını öldürdü. Hizbullah’ı öndersiz, kadrosuz bıraktı. Ardından da Hizbullah’la savaşıyorum, diyerek Güney Lübnan’a girdi; topraklarını işgale girişti. Ve biliyoruz ki, İsrail bir yere girdi mi oradan çıkmaz. Ya da önceden belirlediği plan gereğince ilhak etmek istediği topraklardan çok daha fazlasını işgal eder; sonra da sanki taviz veriyormuş gibi davranarak işgal ettiği toprakların bir kısmını (sonradan tekrar işgal etmek üzere) terk eder. Böylece uluslararası kamuoyunun gözünü boyayarak geri çekilmiş görünür.

Bu süreçte İsrail bir şey daha yaptı: İran’ı, Suriye’ye yardım edemeyecek hale getirdi.

Suriye’nin Ortaçağcılara karşı yürüttüğü savaşta ona destek veren İran birliklerinin komutanı Kasım Süleymani’yi bizzat İran’da bir nokta atışı ile öldürdü. Suriye’nin göbeğinde, Şam’da, İranlı üst düzey komutanları, generalleri füzeyle katletti. Bunun üzerine İran’ın İsrail’e karşı yaptığı füzeli, dronlu, kısmen de SİHA’lı hava operasyonlarında (ki etkili olmasını İran’ın kendisi de pek istemedi) İsrail, “Demir Kubbe” adını verdiği hava savunma sistemini test etti ve sistem bu testi başarıyla geçti. İsrail’i havadan gelecek taarruzlara karşı koruyacak olan bu sistem, Amerika’nın da hem karadan hem Akdeniz ve Basra Körfezi’ndeki uçak gemilerinden her türlü desteği vermesiyle başarısını kanıtladı. Hatta Fransa, İngiltere ve hatta Ürdün, bu sistemin içinde yer alarak Demir Kubbe’nin başarısına katkıda bulundular. Tabiî Türkiye de (daha doğrusu Tayyipgiller de) Kürecik Radar Üssü’den bilgi akışını sağlayarak belki de en büyük katkıyı sundu Demir Kubbe’nin başarılı olmasına.

Kaldı ki İran da zaten İsrail’e karşı gerçekten bir taarruz başlatmış değildi. ABD’ye, dolayısıyla da İsrail’e önceden; ben bunları gönderiyorum, diye haber vererek hamamın namusunu kurtarma babında bir harekâttı bu harekâtlar.

İsrail, daha da ileriye giderek bizzat resmi bir tören için, yeni seçilen Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ın yemin törenine katılması için Tahran’a davet edilmiş olan Hamas lideri İsmail Haniye’yi, Cumhurbaşkanlığı Külliyesindeki misafirhanesinde füzeyle, bir nokta atışıyla odasında katletti. Demek istedi ki, ben istersem, tıpkı şu andaki düşmanım Haniye’yi yok ettiğim gibi, senin Cumhurbaşkanını, Başbakanını, Ayetullah’ını da yok ederim, yok edebilirim. Ayağını denk al!

İran’ın, Haniye suikastından sonra gene çok cılız havadan müdahaleleri oldu bildiğimiz gibi.

Bütün bunların çok önemli bir sonucu oldu. Karadan Beşşar Esad yönetimine en büyük desteği veren İran birlikleri ve ondan da önemlisi Lübnan Hizbullahı artık yoktu. Hizbullah, zaten neredeyse tüm kadroları yok edildiği için yok hükmündeydi. İran ise burnu yeterince sürtülmüş, demoralize edilmiş; Suriye’deki gerici gidişe müdahale edemeyecek hale getirilmişti. Nitekim Irak sınırından geçerek Suriye’deki meşru devlet güçlerine yardımcı olmak isteyen İranlı birlikler, daha davranır davranmaz, Amerikan Hava Kuvvetleri tarafından berhava edildiler, yok edildiler.

Rusya ise emperyalistlerin ustaca gerçekleştirdikleri bir oyunla Ukrayna bataklığı içine sokulmuş; kendi vatanını, ulusunu koruma telaşına düşürülmüştü.

Böyle bir durumda Beşşar Esad yönetimi, denizin bittiğini anladığı için (ama yine de hiç kabul edilemeyecek bir moralsizlikle) gerici güruha Suriye’yi teslim etti. Aslında on, on beş bin kişiden oluşan ve her biri ayrı hava çalan, kimilerine göre 17, kimilerine göre ise 40 ayrı örgütten oluşan HTŞ’nin böyle bir zafer kazanması mümkün değildi. En başta Halep şehri savunulsaydı bu gerici güruh, bir adım bile ilerleyemezdi. Ama demek, Suriye Ordusu’nda da, halkında da direnebilecek moral kalmamış ki bu kör olası, kahrolası durum ortaya çıktı.

Günümüze gelirsek artık nişangâha konulan ülkenin adı bellidir: İran

Bunun İran olduğu o kadar net ki, yukarıda sözünü ettiğimiz “Dişi Aslanlar” dizisi belki basit bir olay gibi görünebilir ama biliyoruz CIA’nın, Pentagon’un en büyük silahlarından birisi de Hollywood’dur. Hollywood’un propagandası tüm dünyada öyle bir görev görür ki, Amerika’nın en haksız olduğu, en saldırgan olduğu, en acımasız olduğu durumları bile Amerika’nın lehine çevirir. Amerika’yı masumlaştırır; karşı tarafı Şeytanlaştırır. Bunun en bariz örneği, Western denilen, halkımızın Kovboy Filmi dediği Hollywood filmleridir. O filmlerde Beyaz Adamın Avrupa’dan gelip yüz binlerce yıldır orada yaşayan yerli halkın vatanına el koyması, yerli halkı soykırımdan geçirmesi, tam tersine çevrilir. İşgalci “Beyaz Adam” haklı; o ülkelerin gerçek sahibi, ülkeleri işgal edilen “Kızılderililer” haksız gösterilir. Bugünkü ABD’lilerin ataları olan Beyaz Adamın gelip orada yüz binlerce yıldır yaşayan yerli halkları, teknolojik üstünlüklerini de kullanarak, yok etmeleri, Hollywood filmlerinde tam tersine çevrilir: Oralara Medeniyet götürmek isteyen Beyaz Adama karşı vahşi Kızılderililer yapmadık işkence, yapmadık kötülük bırakmazlar. İş o kadar tersine çevrilir ki, Beyaz Adamın öldürülmüş her Kızılderili kafa derisi için ücret ödemesi gerçeği, tam tersinden anlatılır. Kızılderililer Beyaz Adamların kafa derisini yüzer. Ve Türkiye’de ve dünyanın her tarafında bu Hollywood filmlerini izleyenler, Kızılderili düşmanı olurlar; Beyaz Adamın ise dostu, onları manevi olarak destekleyen, onlardan yana yer alan insanlara dönüşürler.

Sözünü ettiğimiz Dişi Aslan dizisi de (ki hasbelkader izlediğimiz, dizinin doğrudan Kobani’den başlaması üzerine dikkatimizi çektiği için izlediğimiz ve ancak bir yere kadar tahammül edebildiğimiz bir dizidir) herhalde Hollywood’un bu konuda çekilmiş dizilerinin sadece bir örneğidir. Kim bilir bunun gibi daha ne diziler, ne filmler çekiliyor, ne romanlar yazılıyor, Hollywood daha ne demagojiler üretiyordur…

Hepsini bilmemiz mümkün değil ama dünya halklarının beynini yıkama konusunda Hollywood’un eline hiç kimsenin su dökemeyeceğini gayet iyi biliyoruz.

Bunun yanı sıra bizzat ABD ve AB yetkililerinin resmi ağızlardan yaptıkları açıklamalar var. Onların detayına bu yazımızda girmeyeceğiz.

Ama söylenenler, verilen gözdağları ve yapılanlar şöyle özetlenebilir:

Ey İran; tıpkı Irak, Libya, Suriye gibi senin de suyun ısındı. Nükleer silah üretiyorsun bahanesiyle senin de tepene binmemiz yakındır. Hele şu Suriye olayı birazcık yerine otursun, şöyle bir kendimize gelelim, senin de defterini düreceğiz. Söylenmek istenen bundan ibarettir…

Peki, emperyalistler neye güveniyorlar İran’a müdahale konusunda?

Birincisi; Rusya’yı, Ukrayna bataklığına gömmekle etkisizleştirdiler. Suriye’de test edildi ve görüldü; Rusya’nın, İran’a herhangi bir yardım yapması imkânsız hale gelmiştir. Binlerce kilometre uzaktaki Çin, İran’a destek olsa bile bunun çok sınırlı olacağı zaten bellidir. Bu da Suriye’de testten geçirildi. Yani demek istediğimiz, İran şu anda bile yalnızlaştırıldı. Bir buna güveniyorlar.

İkinci olarak da; İran’daki etnik ve mezhepsel ayrılıkların varlığına güveniyorlar. Irak’ta, Libya’da, Suriye’deki deneyimleriyle biliyorlar ki, İslam ülkelerinde mezhep üzerinden yapılan provokasyonlar, çok kısa zamanda meyve veriyor.

Bir üçüncüsü; 1979’dan bu yana süregelen Ortaçağcı Mollalar İktidarının, İran’ın başta petrol ve doğalgaz olmak üzere çok zengin doğal kaynaklarına sahip olmasına rağmen halka hiçbir şey vermemiş olmamaları ve “Şeriat uyguluyoruz” adı altında halka ve özellikle de kadınlara zulüm uyguluyor olmalarıdır.

Dördüncü olarak ise, belki söylemeye bile gerek yok; ekonomik, teknik ve askeri üstünlüklerine güveniyorlar.

Dünyanın dört bir yanından devşirdiğin Ortaçağcı haini getirir, onları ayaklanmış gibi gösterip meydanlarda; “Din elden gidiyor. Ey ehl-i Müslimin daha ne kadar bekleyeceksin!”, dedirttin mi, bu kıvılcımı çaktın mı hemen ayaklanıverecek binler seni bekliyor. Zaten İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra yürüttüğün “Yeşil Kuşak Projesi”yle tüm İslam âlemini Kur’an kursları, imam hatip okulları, ilahiyat fakülteleri ile doldurdun. Din afyonuyla İslam âlemini uyanamayacağı uykulara yatırdın. Ünlü şairimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın sözleriyle söylersek:

Gün doğar, tarla kuşları uçuşurlar,

Ağır bir aydınlık, bildiğin şafak değil.

Öyle dalmış ki yüzyıllar süren uykusuna,

Uyandırmazsan,

Uyanacak değil.

Bu kadar zor uyunacağı uykulara yatırılmış İslam Dünyasının mazlum halkları, dini kışkırtmalarla kolayca birbirini boğazlayacak hale gelebiliyor. Bunun ne kadar kullanışlı bir silah olduğu; Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de bir kez daha ispatlandı. Kaldı ki bu örneklerden çok daha önce de dünyanın birçok bölgesinde, ülkesinde etnik ve dini ayrılıklar kışkırtılarak nice zaferler kazanmıştır emperyalistler; bu konuda çok deneyimlidirler

ABD Emperyalistleri işte bir de buna güveniyorlar.

 

Sonsöz Yerine: İnsanlığın Kurtuluşu Sosyalizmdedir.

Sosyalist Kamp ayaktayken, hatta en inmeli halinde bile, tüm insanlığı emperyalistlerin ekonomik, siyasi, ideolojik, kültürel ve benzeri konulardaki sömürüsünden, zulmünden koruyordu. En azından sınırlıyordu bu zulmü. Hele Vietnam Halkının verdiği destansı Kurtuluş Savaşından sonra “Vietnam Sendromu”na yakalanmış ABD Ordusu’nun ve halkının morali dibe vurmuştu. Emperyalistler nerede bir savaş kışkırtsalar; “Savaş eşittir Sosyalizm”, kuralı işliyor, halklar Sosyalizme geçiyordu.

Fakat 1991’de Sosyalist Kamp yıkılınca dünya, ABD Emperyalistleri için dikensiz gül bahçesine dönüşmüştü. Dünyanın dört bir tarafına pervasızca saldırmaya başladılar.

Ama bu yağma, talan siyaseti antitezini yaratmada gecikmedi. Latin Amerika’dan Venezuela Devrimi’nin Önderi Hugo Chavez’le esmeye başlayan Devrimci Rüzgârlar, halklara yeni umutlar aşıladı. Mazlum halkların moralini yükseltti.

Rusya, sosyalist düzenden kapitalist düzene geçince tamamen iflas etmiş bir ülke olmuştu. 21’inci Yüzyıl’da Kapitalizm demek Tekelci Kapitalizm yani Emperyalizm demekti. Rusya da emperyalist bir ülke oldu kaçınılmazca. Elinde nükleer silahlar bulunduran büyük emperyalist bir ülke olarak, Putin yönetimindeki Rusya, dünya nimetlerinin paylaşılmasında ben de varım, dedi. En azından kendi etki alanında ABD’nin gönlünce at koşturmasına izin vermedi; Gürcistan’da, Ukrayna’da, Orta Asya Cumhuriyetlerinde olduğu gibi.

Diğer yandan kendini hâlâ Komünist olarak adlandırsa da artık emperyalist olmuş Çin Halk Cumhuriyeti, yakaladığı teknolojik rüzgârla hızla kalkındı; ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük ekonomisi olmayı başardı. O da güneşin altındaki yerini ister olmuştu.

Bu girişimlerin siyaset sahnesine yansımaları Şanghay Beşlisi, BRICS örgütlenmeleri biçiminde oldu.

Fakat bu süreçte ABD ve peşine taktığı AB Emperyalistleri çok yol katetmişti. Yugoslavya’yı yedi, Irak’ı üçe, Libya’yı binbir parçaya bölmüşlerdi. 2011 yılında aynı amaçla Suriye’ye saldırdılar. Rusya ve Çin’in bu kez direnmesi, İran’ın da bizzat alanda yer alarak Suriye’yi desteklemesi ama özellikle de Beşşar Esad yönetimindeki Suriye Halkının kahramanca mücadelesi, 13 yıl boyunca emperyalistlerin heveslerinin kursaklarında kalmasını sağladı. Bu direniş, mazlum milletlere bizim Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız benzeri bir ışık, bir umut oluşturdu.

Bugün ise bu ışık ne yazık ki sönmüştür. Ve ABD Emperyalizmi, yeniden 1991’de Sosyalist Kamp’ın yıkılması sonrası kadar olmasa da, moral kazandı; dünyayı yeniden babasının çiftliği gibi görmeye başlayacaktır.

Yani Suriye’deki Laik düzenin yıkılması, özellikle İslam Dünyasının mazlum halkları için karanlık günlerin başlangıcıdır.

Fakat umutsuzluğa yer yoktur. En insanlık dışı hareketler, emperyalizmin oyununa gelirken bile antiemperyalizm söylemiyle yola çıkmak zorunda hissediyorsa kendini…

Ortadoğu’daki cihatçılar dahil bütün hareketler, bizde Tayyipgiller, ancak antiemperyalist olduklarını iddia ederek halkı kandırabiliyorlarsa…

Hitler, Sosyalizmin en ağulu düşmanıyken, Nasyonal Sosyalist maskesi takınmadan halkı aldatamayacağını biliyorsa…

İnsanlık son hayvanlık konağı olan kapitalizmden, günümüzde emperyalizmden, diğer deyişle Tekelci Kapitalizminden çıkmanın kapısına gelip dayanmış demektir…

İnsanlık, son sınıflı toplum konağı olan kapitalizmin antitezi olan sömürüsüz toplum düzenini, Sosyalizmi tüm dünyada mutlaka ama mutlaka kuracaktır.

Tarihin çarkı her zaman hızlı işlemiyor… Ama işliyor…